Dediklerim bunlarmış

Mayıs’tan Nisan’a Türkiye gündemine dair sosyal ağlarda yazdıklarım… Birarada.


Mayıs 2013

Hey siz! Gezi Parkı’ndakiler! Şaka maka Türkiye’nin ilk “işgal et! / occupy!” eylemini başlattığınızın farkında mısınız?

Umarım bu eylemi çoğulluğundan yalıtacak yöntemlerle “yeniden işgal”e ya da sahiplenmeye, tek renkli kılmaya çalışanları da kararlılığınız ve açık zihninizle, bilincinizle yola getirir bir uyanıklık, çoğulluk, şeffaflık, doğrudan demokrasi ve süreklilik sizle olur! Hep!

Devlet kötü saldıracak, haberiniz ola! Sıkı durun!

Binlerin ortak nefesinin, direnişin, haklı işgalin, konu dışı sloganlarla kararsızlaşıp nitelik değiştirmesi büyük tehlike.

Her siyasal yapının bu sıradışı olgunluktaki çoğul muhalefeti, pankartları, sloganlarıyla sahiplenme niyeti söndürülmeli.

Demokrasi düşmanı, sol görünümlü, faşist, bozguncu TGB, İP ve uzantılarının kışkırtma girişimlerine karşı uyanık olunmalı.

Binlerin ortak kararları almasının yolu konseydir, doğrudan demokrasidir. Bugün denenmiş gibi. Ne hoş! Umarım sürdürülür.

Taksim’de apartmanı, okulu, barı, dükkanı, sendikası, derneği olan herkes, o mekanların ismiyle katılsa işgale keşke…

Bu yemyeşil ülkenin tüm ağaçları, o ağaçları gözü gibi koruyan yerküre bilinci sizinle!

Kibrin insafsız kıldığı siyasal iktidar çok gördük. Birileri yerkürenin direniş bilincinin çok değiştiğini ise öğrenmeli.

Bu binlerce cesur ve kararlı insan elbet hep birlikte öne, hızla 100 metre koşsa ne değişir onu da öğrenecek!

Haziran

Bu haklı ayaklanmaya, özgürlük ve barış düşmanı, darbe destekçisi konumlarıyla yamanmaya çalışanları da püskürtme azmi dilerim.

Taksim Gezi Direnişi, tam bu uğrakta, doğanın, kentin, ülkenin karar hakkını neden, nasıl savunduğunu net, yalın dile dökmeli!

Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!

İsyanın kıvılcımını çakan, alçakgönüllü kararlı yüreklerini tanıdığım o bir avuç entelektüel, hedef ne ve ne değil, açıklamalı!

Hiç yüksünmeden, bu iş bizi aştı demeden, sorumluluk ve bilinçle! Herkese dinletmek isteyerek!

Bu isyan hedefine ne onuncu yıl marşlarıyla, ne kışladan, cezaevinden çıkarılmaya çalışılan generallerle varacak! Tam tersine!

Yoksa bizi daha derin bir karanlığın, sınırsız akacak kanın, savaşın beklemesi işten bile değil.

Onlarca videoyu izliyor, her sistem karşıtı eylemi kemalistler cumhuriyet mitinglerine mi dönüştürecek artık diye kaygılanıyorum.

Taksim zaferinden sonra, çok organize bir biçimde her yerde, her şehirde, hatta ülkede hızla boy gösteren başta TGB’liler olmak üzere aktif provokatörleri gördükçe kaygım salt -anlaşılabilir siyasal anti demokratik (genellikle) hasımlar olarak- kemalistlere dair olmaktan da çıktı zaten… Umarım korktuğum olmaz!

Erken bir saptama: #occupygezi yerkürenin en kitlesel, nitelik sorunlarını hızla çözmeye aday ve devletin muhatap aldığı ilk işgal eylemi!

#occupygezi ‘nin bu niteliği savaştan ve asimilasyondan yana statükonun yeniden inşası derdini taşıyan her derin gücün iştahını kabartıyor.

#occupygezi yeni özgür yerküre muhalefeti kültürüyle, kuşanmadığı, hedeflemediği o yaygın, hiyerarşisiz örgüt yapısının tohumunu da taşıyor.

Yarın, onurlu, uyanık, zeki perspektiflerle dolu, alçakgönüllü, sorumluluk bilinci yüksek, etkin #occupygezi kolektif liderliği ihtiyacımız!

Erdoğan, ülke çapında seçim turuna çıkma ihtiyacı duyuyorsa bir seçimin uğrağında olduğundan ya da olduğumuzu hissettiğinden. Ya da ikisi de.

Erdoğan sadece püskürtüldüğü o en büyük kentin o en büyük meydanını zorla, kanla yeniden devralmak için destek ihtiyacında, turunda. Gaflet!

Var ya, bu görüşme çağrısına adıyla sanıyla devletin diz çöküşü denir, eğer doğru okunur ve dik durulursa… Paçası tutuşan devletin, bunca deneyimiyle, ne kadar acemi kaldığının seyri önümüzde akan… Kurulduğundan beri bu devlet hiçbir meydanını, üstelik barikatlarla çevrili olarak devletsiz kılmadı. Unutmayın.


Polisten kurşunun gelmediği, sistematik işkence, hapis ve darbe tehdidinin olmadığı zamanın ilk isyanı en büyüğü oldu.

Devlet hızla öğrenecek. Ötesi Gezi öyle bir şey ki, dünyaya ders veriyor: Zulmün de özgürlüğün de yeni şafağı.

Bence ortada bir tuzak varsa, ki çok mümkün ve Gezi izler, hazmedemezse tükürecek ve n’olacaksa olacak.

Diliyor muyum, uyduruyor muyum ben de bilmiyorum: Evinde kalpaklarıyla bekleyen bunca ırkçının hevesi de kursağında kalacak.

“Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!” Aynı yerdeyim.

Şimdi, tam da bu insanlık dışı kör şiddeti seçmişken iktidar, görev BDP’de. Bu şiddeti, keyifle, direnişin niteliğini dönüştürmek için kullanacaklara set örmek, tek sizin elinizde. Genellikle anlaşamadığım önderinizle ilk kez aynı yerdeyim. Siz? Sembolik katılımınıza bakılırsa cevap “hayır”. Özgürlükçülerle eski oligarşiden yana olanlar paydası ortak diyen yöneticilerinize bakılırsa cevap “hayır”. “Türkler yıllarca kürtler ne çekti, anlasınlar,” demek tek sözü olan kanaat önderlerinize bakılırsa cevap “hayır”.

Olası tüm oyunları bozup, isyana sahip çıkıp, Gezi’yi koruyup direnişin eksenini ve “barışı” korumak elinizde.

Katılırmış gibi yapmaktan vazgeçip katılmak mı, bu Kürdistan’ın sorunu değil deyip izlemek mi size onur verecek? Gün geldiğinde, direniş ırkçı savaş destekçilerine yaradı işte, deyip haklılığınızın keyfini mi çıkaracaksınız? “Bu direnişin ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelerin denetimine girmesine izin vermeyeceklerin,” başında BDP gelmiyor mu? BDP kendini Öcalan’ın işaretlediği “Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler”e katmıyor mu? Direniş bu geceden itibaren ülkeyi saracaksa güç vereceğiniz, koruyacağınız hedefi sahip çıkılası değil mi?:

“Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!” “Demokratik Anayasa! Demokratik Cumhuriyet!” Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

“Çadırımız basıldı, Sırrı’ya söz hakkı verilmedi,” diye küsmeye çok hazır ruh halinize bakılırsa cevap “hayır”. “Kürtler, meydandan, ırkçı kalabalıklarca ‘teröristler dışarı!’ diye bağırılarak kovuluyorlar”mış.

Oysa bu iş meydanı çoktan aştı. Kürtler de aslında, o ırkçıları, değil meydandan, direnişin asıl sahipleriyle birlikte ülkenin tüm direnen sokaklarında kovalayabileceğini biliyor. Soru: neden önderlerine sırt dönen yöneticilerini dinliyorlar?

Kutluğ Ataman, Amanpour’u cevaplarken o dahil görüşmecilerin direnişçilerin temsilcisi olmadığını söyleyerek ahlaklı davrandı. Ama referandumu olumlu alternatif olarak savunarak temsilcisi olmadığı bir direnişin seçimi, isteğine karşıt bir görüşe sahip çıkmış oldu. Bunu bağımsız fikir sahibi olarak değil, Erdoğan’ın seçilmiş görüşmecilerinden, “kaygılılardan” biri olarak, görüşme ertesinde yaptığı için de, ister istemez Gezi’ye karşı hükümetten taraf oldu. Oysa, seçilmemiş olduğunu vurgulama ahlakı, en azından tarafsız kalabilme ahlakını beraberinde getirebilmeliydi.

Temmuz

Gezi direnişi şaşkını AKP çalıştayından korkutma ve sindirme yöntemleri çıkmışa benzer. Bu, hala şaşkınlıklarını atamadıklarının göstergesi.

Gezi Direnişi, ruhundaki sefaleti bugüne kadar saklamış herkesi, artık “olamadıkları” yerden açığa çıkarması ile de anılası bir nitelikte… Kastettiğim ruhu sefil ve tam da aradığı manipule edilesi eylem zeminini bulanlara ne prim, ne de olanak veren o niteliği ile ilgili değil. Şaşılası, öğrenilesi, değer verilesi, değişerek katılınası bir “yeni”yi içine almaktansa, tüm zehrini saçmayı seçen bir sefillik kastettiğim.

Bin aynadan Gezi’yi dinlemek çok hoş ve heyecan verici. Dostlardan, forumdan, yeni arkadaşlardan, bizzat sokaktakinden, yolda yürürken, kahvede otururken, vapurda yolcuyken yanındakilerden, bizzat polislerin sohbetine kulak kabartarak… Kadınların daha bir omuzlarını geriye ata ata yürüyüşlerindeki o inanılmaz yaygın tattan, gençlerin üç hızlı cümle kurduğu ve ardından dinleyenlerle birlikte durup etrafı sakince seyrettiği, sonra karşısındakine dönüp güldüğü tanış olmadığım enerjilerinden… Adalar’daki foruma katıldığı anda “hoşgeldin komiser” diye karşılananın, söz nerede kaldıysa oradan devam eden tartışmaya karşı yüzüne, diline hiçbir hazır cümle, tavır yerleşemeyişinden. On dakika oturup çaresiz gidişinden… Zeka, beceri fışkıran sokak sanatından…

Ağustos

Şu an süren Roboski’li aileler ve Erdoğan, Atalay, Ergin buluşmasını, üç kamerayla belgeliyor olmak isterdim.

Ergenekon Davası, Türkiye’de asker-sivil-mafya ayaklı derin devletin kapsamlı -ama yetersiz- yargılandığı ilk davadır. Dava sürecinin Fırat’ın ötesine geçememesi ya da verili iktidarın yeni, olası ittifaklarını içermemesi bu niteliğini silmez. Demokratik cumhuriyetin tesis edilmediği bir ülkede hiçbir siyasi dava süreci ideal adaletliliğe sahip değildir, olamaz. Bu davanın ağır cezalarla sona ermesi, demokratik cumhuriyet yolunda bir kazanımdır. Tümüyle kabulümdür. Ötesi hedefimdir. Ötesi, Çiller’lerin, Ağar’ın, benzerlerinin, JİTEM’in ve kirli savaş tüccarlarının yargılanacağı bir yarın cümlesidir. Verili iktidarla savaşımın, bu hesaplaşmamın dışında, hakettiğince kendi bağlam ve zemininde akan niteliği zihnimi karartmaz

İktidarın Haberal ile yaptığı anlaşma, uzlaşma ne ise, çürük leş kokuyor. Hep kokacak!

Dezenformasyon kaynaklarını, yalan ortaya çıksa da takipçilerinde yarattıkları etki daha da yayılsın diye sürdürdükleri suskunluktan tanıyın. Bu çok profesyonel bir suskunluktur. Geçirilen her anda dezenformasyon bir başkasının mesajına, sayfasına eklenir, bilen, isteyen, bekleyen.

Kürkçü’nün destek verdiği yere sevinmem, Gezi sürecini “seçimler” gibi bir derde, niteliğini söndürecek bir hedefe kilitlemesini tehlikeli bulmama engel değil.

Bu aralar en midemi bulandıranlar ise Rojava dezenformasyonlarının etkin kaynağı ya da yayıcısı olmayı “seçen” kürtsevmez türkler.

Barış süreci düne kadar cayır cayır yazan yüzlerce PKK’li ve destekçilerini sessiz kıldı. Neden? PKK değil mi barışan ve seslenmesi gereken? Yazık değil mi bu sessizliğin şişip şişip de zehirli bir hal alması ve sadece cayır cayır dezenformasyona dönüşmesi! Bu durum ne anlatıyor?

Kutluğ’un pespayeliği bir yana da, birileri için, Koç’a koç yumurtası atarak devrimcilik yapmaktan Koç götü yalamaya mı döndü iş diye de bayağı meraktayım.

İsveç’teki ırkçılık karşıtı hareket genellikle ateistlerden ve hıristiyan kökenlilerden oluşsa da elbetteki epey müslümanı da kapsar. #hijabupproret’e (türban isyanı: İsveç’te türbanlı gebe bir kadına yönelik ırkçı saldırıya karşı türbanlı portrelere dönüştürülmüş sosyal ağ avatarlarıyla anti-ırkçı sosyal eylem) anarşistlerin ve feministlerin yoğun katılımına, ırkçıların cevabı, alaycı, manipülatif saldırılar bugün. Öte yandan İsveç’te yaşayan kemalist beyaz türklerin yükselen “türban isyanı”na katıldıklarını, umursadıklarını hiç sanmıyorum. Hayat işte!

Devlet, aşağılanmayı kabullendiğin kadar barışacaksın derken PKK de kuşkum kadar güçlenirim mi diyor yani? Barış?!

Sıcak evlerinde cikciklerken çok yakında birkaç milyonumuzun yokolacağı bir savaşın doğmakta olduğunu belli belirsiz sezinleyen insanlarız.

Ne çok insan müsveddesinin karar verici mevkiye sahip olabildiği, yine de sefil köle bir ruh taşıyabildiği bir ülke!

Bienal’in/”Sergi’nin” bütünlükten/bütünlük_imgesinden yana kuşkusu/kaygısı varsa inanılmasa da anlaşılabilir de, niye var?

Şimdi, Bayık’a “Gezi’ye aktif katılmalıydık,” dedirten yazıklanmanın nedeni, “bazen yanyana olan o Atatürk ve Öcalan posterlerinden, çözüm sürecine katılım mesajı çıkarması” olunca, benim bile kafam karışıyor haliyle… Gezi, kemalist darbecilerin çözüm sürecini baltalama girişimiydi diyen zihin fukaraları ve Gezi’ye aktif katılmamayı kemalistlerin varlığına bağlayan kürtler bu işe ne diyecek, hiç bilemedim.

Eylül

Arcayürek’in -Emine Erdoğan’a dair- yazdıkları 85’lik bir kemalistin yalnız, güçsüz sayıklamaları değil hala milyonlarcasının tam da o kelimelerle düşündüğü şeyler. Arcayürek başörtüye sokakta şu ya da bu kadar sessiz kalabilse de o’nun devlet protokol giysisi olabilmesine dayanamayan o milyonların sesi.

Öte yandan yeni olan, aynı kemalist köklerden gelse de bu ayrımcılığa düşman, laik, dindarlıktan uzak milyonlarca dost genç de var ülkede. Birçok yeni, şaşırtıcı yetkinlikte özgürlükçü özelliğinin yanısıra bu ayrımcılıktan da çok uzak niteliğiyle Gezi’nin hakim damarı umudum! Bu ayrımcılığı paradoksal olarak kullanan AKP’nin anti demokrat politikasına özden karşı olan dindarlar Gezi’nin bu damarıyla aslında dost!

Dünya Suriye’ye saldırı karşıtı eylemlerle günü geçirecek. Olası saldırgan, olası hedef, vatandaşlarının çoğu saldırıya karşı ülkede tık yok! Bugün niye Türkiye’nin her şehrinde milyonların katıldığı savaş karşıtı mitingler düzenlenmiyor? Düzenlenemiyor demesin kimse bana…

Umarım bugün Gezi Direnişi’nin kürt düşmanı, darbeci, ulusalcı, ajan kesimlerden, onların provokasyonlarından ayrışmaya başladığı gün olur. Buna yolaçması gereken, bunu dayatan her şey tek tek oluyor. Gezi, kolay gaza gelen, hassas ve öngörüsüz bir yapıdan hızla uzaklaşmalı. Kürt ulusal demokrasi hareketini Gezi Direnişi’nden kovmaya kalkan, AKP’nin iktidardan düşmesini, ordu yanlısı demokrasi düşmanı özleri ve bozulmuş 80 yıllık rahatları gereği isteyen ya da Esad’ın Muhaberat ajanı olmayı devrimcilik diye dayatan hiçbir gücün Gezi’ye hayrı yok.

Gezi, tam da bu aşağılık AKP iktidarına -ya da yerine gelecek benzerlerine- hiçbir yerelde istediğince at koşturamayacağını, ne toprağımız, ne suyumuz, ne yeşilimiz, ne havamız, ne barışımız, ne sokağımız, ne giyimimiz, ne yaşam biçimlerimiz, ne olduğumuz gibiliğe, ne ekmeğimize, ne eğitimimize, ne çocuklarımız, ne bedenlerimiz, ne yarınlarımız hakkındaki kararlara el uzatamayacağını, teker teker, yaygınlaşarak, sakin, usta, kararlılıkla öğreteceğimiz direnişimizin adı olmalı.

Paket, AKPseviciliğini beyansız, utanarak yaşayanlar ve anti-demokrat kemalistlerin, özgürlük mücadelesiyle arasını açacak. Bu iyi bir şey. Beyansız AKPsevicileri hazla “daha ne!” küstahlığını rahatça dillendirirken, anti-demokrat kemalistler ırkçılıklarıyla “and içmeye” başladı. 


Yolcu yolunda gerek! -mış gibi yapmanın ipliğinin çoktan pazara çıktığı bir ülke Türkiye. Demokratik cumhuriyet, özgürlük mücadelesine devam.

Ne kürt ulusu, ne gücünün farkındalığını bu yıl olduğu kadar tatmamış özgürlük ve demokrasi mücadelesi, yetinecek halde değil! Hayvan terli!

AKP, milyonlarca insanın geleceğini, sadece seslendirdiği değil, artık iktidara rağmen kurmaya başladığı ülkede “sadaka dağıtır” hale geldi. AKP artık gündemi belirleme, yönlendirme gücünü yitirdiğinin, milyonların çok gerisinde kaldığının farkında. Son şansını da bugün yitirdi.

Anadilde eğitim! Yerel yönetimlerde özerklik! Kirli geçmişiyle yüzleşen devlet! Suyu, toprağı, kenti, bedeni üzerinde bireyin karar hakkı!

Denetlenebilen, yargılanabilen devlet! Şeffaf, yerinden, katılımcı yönetim! Çokuluslu demokratik cumhuriyet! Barışın sürekliliği! Adalet!

Özel olarak da bu paket [hükümetin demokrasi paketi], kürt ulusal demokrasi hareketine verdiği hem yetersiz, hem belirsiz cevapla barışın sürekliliğine de tehdit…

Umarım kürt ulusal demokrasi hareketi bu düşkırıklığından çıkış yolu olarak savaşın devamını değil, kitlesel yaygın barışçıl direnişi seçer.

Gökçek, Tayyar, Bağış, Tuna’yla ses bulan bu iktidara kimse inanmaz. Deri değiştirmekte olduğunu iddia eden artık bağırsaklarını temizlesin.

Ekim

Verili “ortaya çıkarıcı, farkındalığı artırıcı” edimlere, çabalara, ürünlere sistem karşıtı denmesi kabulünü, ben dahil herkes terketmeli. “Müze Bir Muharebe Alanı mıdır?”‘ı izlemek zihnimi açtı. Gün bence yarattığın işle, “gösterilmek istenmemeyi, yoksayılmayı” hedefleme günü. Dokunduğun, konu ettiğin, “ortaya çıkardığın, farkındalığı artırdığın” şeyin ne olduğu artık olağanüstü önemde. Saf “tehdit” olabilmelisin! Sistemin yürümesini sağlayan şirket, kurum ve onların tüm vitrinlerine karşı değil, “sistemin yürümesini sağlayan şeye” tehdit olmak kastım! Kastettiğim sansasyonel bir tehditkar kimliğiyle, sansasyonel bir tehdit içeriği bulabilmek değil; uzun sürecek, başedilmesi güç emekler… İnsanlara, toplumlara, “yüzleşme”, “arınma” fırsatı ve “şifa” verebilmeyi hedefleyen her sanatsal emeğin, karanlığı, zehri deşmesi gerekiyor. Bu “yüzleşme”, “arınma” fırsatının, “şifa” ile “özgürleşmenin”, bu karanlığın kodları sayesinde yürüyen sisteme tehdit olduğunu düşünüyorum. Bu izlekte akmak, verili -çoğu dile getirilmeyen- kodları gösterecek, sorgulatacak, devreden kaldıracak bir kazıyı, emeği çağırıyor. Zor iş!

Her sanatçının biraz da tarihçi, arşivci, kazıcı, sosyal bilimci olması gereken, daha önemlisi “neden olması gerektiğini bildiği” bir izlek. Varsa güncel aktivist kimliğini sanatının içine doğrudan taşımak kolay çözümünden vazgeçmesi gerektiği, sakin, olgun, meraklı bir uğrak bu. Meraklı, çünkü kimsenin, ondan önce bilmediği, keşfetmediği, bilip, keşfettiyse susturulduğu, yoksayıldığı yoldan yürümeyi seçmekle ilgili.

Demirtaş, Bayık’ın “içsavaş tehditi”ni “barış hayali kırılan türk ve kürtlerin öfkesine ilişkin uyarı” diye tanımlıyor. Yersen! Ben yemedim.

Kasım

AKP – Cemaat gerilimi üzerine ahkam kesen çoğu gazeteci onlarca kişi son on yılda yüzlerce kez AKP’nin Cemaat’in partisi olduğunu yazdıydı. AKP – Cemaat gerilimi üzerine ahkam kesen çoğu gazeteci onlarca kişi “gerekiyorsa” yarın yine AKP’nin Cemaat’in partisi olduğunu yazabilir. Hayır, dün TC’yi “AKP eliyle Feto yönetiyor” diyen indirgemeci solculuk, yarın Cemaat’in CHP ile olası ittifakını desteklerse kıçımla gülcem.

SSÖ, “KCK’dan da, Ergenekon’dan da yargılanan eve gitsin. Toplumsal barış böyle olur” deyince faili meçhul çocuğu KCK’liler çok mu sevinmiş? Ergenekon suçlularının bazıları o cinayetlerin birinci elden sorumlularıdır yine de. JİTEM’in üst komutanları da. Yetersiz, eksik, kimileri hukuksuz yargılanmış olsa da Ergenekon ile KCK’yi aynı terazide tartmak edepsizlik bence. SSÖ, durumdan bir “toplumsal barış” çıkarabilme aymazlığına rehin KCK tutuklularının “özgürlük hakkı”nı masaya sürerek kalkışıyor. Dehşet!

Bence Öcalan – SSÖ/Kürkçü ittifakı “kürt halk önderi”nin en büyük düşünü yaşama geçirmek üzere: “TC sol cephe partisi.”

Nagehan Alçı ile ROK, medyanın içinde ve bu isimlere değer ya da ilgi verenlerin aynasında biriken irinin düzeyini gösteren ciddi örnekler!

Ordu aşığı CHP’nin, Cemaat karşıtı MGK tavsiye kararını imzalayan AKP’yi Cemaat’tan yana eleştirebildiği bir absürd zamana mı geçtik şimdi?

TC tarihinin en çok “diklik, diklenme, dik durma, dikine gitme” sorunu olan, “dikilesi, dik” başbakanıyla karşı karşıya olduğumuz günleri…

Aralık

Bir Numara’nın hala azımsanmayacak düzeydeki gücünün nedeni sadece sahip olduğu arşiv olmamalı. Balbay, ne zaman öpecekmiş Demirel’in elini?

Bu ülkede AKP’nin kıçını çok bir mağdur ve demokrat bulup yalamak, ister istemez küstah sanatçı elitizminden soytarılığa terfi etmenin yolu.

Kendimi bildim bileli karşısında konumlandığım, bu emek, özgürlük, bağımsızlık düşmanı devleti hiç bu kadar “yönetemez” halde görmedim. O bağırsakları birbirine dolanmış haldeyken barış, özgürlüğün demokratik cumhuriyetini kurabilecek örgütlülüğe sahip olmak müthiş olurdu. Boğazına kadar yolsuzluğa batmış otokratik iktidara yaygın başkaldırı, yarınının garantisi için kürt demokrasi hareketinin desteğine muhtaç. Kürt demokrasi hareketiyse, bu otokratik iktidar ve bizzat kendi önderliği eliyle ilkesiz bir barış sürecinin felcine uğradığı günlerde… İpliği her gün yeniden pazara çıkan ve aslında bu otokratik iktidardan daha güçlü ve kara devlet refleksleri olan CHP’yle su içmeye gidilmez. Gezi’dir, CHP’lilerin partilerine inancının pek kalmadığı, AKP’lilerin önderlerine tapmaktan başka yollar aradığı bu günlerin yolunu açan. Temiz, şeffaf devlet, yerinden yönetim, halkların barışı, emek, su, toprak, kent hakkı, geniş demokrasi, özgürlük için başkaldırı olanaklı.

Bu ülke “her kürtaj bir Uludere’dir,” demek aklından geçemeyecek, diyemeyecek filan değil, rahatlıkla diyen bir Başbakan eliyle yönetiliyor.

Bence yakında Erdoğan’ın Putin ve otokrasisine hayranlığından değil Putin’in hayranlığından bahseder olacağız.

PKK kürt gençlerinin kendilerini yakması karşısında net karşı tavır almalı. Öcalan desteklercesine karşı çıkıyor, PKK medyası destekliyor.

Ocak 2014

Öcalan: Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Öcalan: 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler değil. Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar.

Öcalan’ın son alıntıladığım cümleleri Sırrı Süreyya Önder’in “sayın başkanına” itiraz etmediği 23 Şubat ’13 görüşme notlarından. Ne değişti? Kemalist kürt solunun kurdurduğu “kemalist değilmiş gibi yapmayı iyi bilmesi gereken kemalist türk solu partisi”nin özgür iradesi mi var yani?

2015’e bir kala ve belki de tam bu zamanlamayla kürt liderleri tarafından -devlete?- deklare edilenler “ırkçılığın milleti yok” dedirtiyor.

Herkesin ses kaydını dinledim. Birbirinden şerefsiz, beş para etmez adamlar hem kanımızı içiyor, hem kanımızı döküyor, salyalı kahkahalarla. Bu her biri birbirinden şerefsiz, kimisi inşallah’lı, kimi .mına koyım’lı milyon dolar sahiplerinin kıç yalayıcıları da bu medya maymunları… Kimi Afrika’da kuyu açarken burjuva besler, savaş başlasın diye konferans düzenler, kimi rüşvet yiyerek belediye, ülke yönetir. Sülük bunlar! Evine ekmek götürebilme, çocuğunu sevindirebilme derdindeki, biraz daha fazla adalet, özgürlük derdindeki milyonların kan emicileri bunlar.

Şubat

[Öcalan’ın] Sorgu videolarına dair KCK-BDP-HDP, önce gladyo montajı, sonra da Öcalan dahil tümü “ne olmuş? baştan beri biz zaten bunları dedik” mi dedi?

“Hükümet istifa”, göbek havası ritmiyle “Hırsıız Tayyiip Erdoğan!” filan diye bağırmak yerine, net hedef ve sloganlara ihtiyacı var sürecin. Milyarlarca doların hesabını, Erdoğan’dan, ülkenin her karışına yayılarak sormak, AKP’ye fark atacak bir barış savaşçısı olmaktan geçiyor. Çok kirli, çok kanlı, çok it izinin at izine karıştığı günler bekliyor üstelik bizi. Hesap soramadan biz, gidecek o milyarlar yerine… Kendi adıma, ne Cemaat denen irinli fıçının, ne de gelişmelerden çok memnun o demokrasi, barış düşmanlarının askeri olmayı hiç düşünmüyorum. Kullanılıyoruz kelimesini daha erken telaffuz etmek, sanki içerde olduğundan daha kolay “dışarda”, bu tuhaf “dışardan gören” perspektifle… “Elimde başka bir olanak yoksa”, demokrasi ve barış için kullanmak istiyorum bu birbirine dolaşan bağırsakların kavgasını. Bok dolu içleri!

Örgütsüzken, kürt ulusal hareketi “barış adına” ikircikli, AKP destekçilerinin kızgın köle soluğu ensedeyken “net” ayaklanmak gerek! Ki zor!

Neden kimse, başta kürt ulusal demokrasi hareketi, Erdoğan’ın elinden barış sürecine dair o yalan silahı “almaktan” sözetmiyor? Bugün Öcalan’ın özgürlüğü, genel af, özerklik için neden salt siyasal, yığınsal, etkin mücadeleden değil de hala silahtan sözedebiliyoruz? PKK, KCK, BDP, HDP, “kürt ulusal demokrasi mücadelesi hedeflerine silahlı değil siyasal, sivil mücadeleyle ulaşacak” dese ne kaybeder? Bu saatten sonra her yeni kürt ve türk gencini öldürecek bir silahlı kalkışmayı sürekli askıda tutmak ne kadar koşullara uygun, anlamlı? Barış sürecine dair üzerine düşen adımları atmayan AKP’ye karşı elde tutulan o tehdit ne kadar kullanılası, ne karşılığı var Kürdistan’da? “Yetti! TC üzerinize düşen adımları atmadı. Tüm gerilla güçleri savaşa yeniden başlıyor!” dese PKK, kim bu barış soluğunu almışken “peki” der? Çok açık değil mi Kürdistan’a yayılan ve gayrıresmi özerkliğe neredeyse karşılık gelen örgütlü mücadelenin, tek tek tüm hedeflere ulaşacağı? Kürt ulusal demokrasi hareketi, kendi geleceğini, bu ülkenin geleceğinden bağımsız mı, onla birlikte mi kuracağına aslında karar verdi mi? Neden HDP’nin türk sol hareketleriyle girdiği ittifakın, kürt ulusal demokrasi hareketini yaymaktan başka anlamı olmadığına inanıyorum? Neden HDP’nin kullandığı tüm genel demokrasi söyleminin “kürdi” bir dudak bükümü ile telaffuz edildiğini düşünüyorum? Bende mi sorun? Yoksa? Kürt ulusal demokrasi hareketine 17 yaşından beri destek veren biri 51 yaşında “sıra sizde aslında” deme hakkına sahip mi? Türkse de…

Mart

Demokratik bir Cumhuriyet! Berkin Elvan, Ceylan, Uğur’un anaları, Cumartesi anneleri, Roboski anaları, Rakel’e, on binlercesine borcumuz…

Biz tüm ibneleri kulağından tutup sikip atacak bu Muammer Güler lümpen ağzı bu ülkede hükümet kaldıkça 10 Gezi az!

Öyle bir ülke ki geleceğine dair gerçek bir umudu verebilecek ve ne yazık ki olmayacak tek şey, 2015’te türklerin ve kürtlerin ortak özrü.

Gezi’nin yerelde hiyerarşisiz karar mekanizmaları yaratma deneyimini geliştirip yeryüzü için muhalefetle birleşmesi umudum hala baki ama zor!

Reel politika ile tüm kanatlarımızı bağlamayı nerede ise başardılar.

Vahim bir komedi: Çok değil bir yıl öncesine kadar Cemaatçi AKP ve ABD’ye düşman kemalist ulusalcılar, üç aydır Cemaat,şimdi ABD ile gülüyor.

Geçende gündeme gelen Yazıcıoğlu’nun elindeki kozmik Dink Cinayeti dosyasını Dink’in kardeşine verdiği açıklamasına aileden cevap geldi mi?

Ben öyle gönülden desteklemiyorum HDP’yi. Gezi potansiyelini kendine kanalize etmeye çalışan, Rıza Altun’un bugün dediği “PKK’nin, Türkiye hareketi olmaya dair kuruluş projesi” olduğunu düşünüyorum, pragmatist ve inorganik buluyorum.

Bileşenlerinin politikasında etkin, eşit yeralamadığını , batıbedepesi olmaktan öteye geçemediğini düşünüyorum. Ötesi, PKK’yi, bu barış sürecinde, silahlı mücadeleden vazgeçmesi gerekirken vazgeçmemesi, gerilla saldırıları tehdidini sürekli gündemde tutmasıyla, kendilerine tanıdıkları savaşma hakkını benim artık tanımadığım, yığınsal, sivil, özerkliği bile koparıp alacak bir halk ayaklanması hedeflemediği yerden paradoksal olarak barışı bitirebilecek en olası güç olarak görüyor ve eleştiriyorum.

Tüm bu düşüncelerime rağmen PKK’yi haklı istemler için karanlık bir önderlikle, maşist, stalinist bir örgütle, binlerce yiğit, gerilla, yonetici, entelektüel muhalif kürdün katili bir örgüt gördüğüm günlerde nasıl yine de BDP’ye -anarşistliğimle- oy vermişsem, şimdi de HDP’ye verirdim, verebilsem.

Egemen, işgalci ulusun entelektüelinin muhalif konumu (sadece “muhalif”) bunu gerektiriyor.

Üstelik Gezi ayaklanmasının reel politikanın çok dışında yayılma, karar alma, uygulama, mücadele etme zeminleri yaratacağına umudum varken ve bu umut zemini seçimleri çok umursamayacak diye içim rahatken…

Kürt ulusal demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ve biçimsel de olsa onla ittifak kuran Türk muhalefetinin her artacak oyu, mücadeleyi yükseltecek. Kürt ulusal sorununu çözmeyen ve kendi katliamcı ve yağmacı tarihiyle yüzleşmeyen bir Türkiye geleceği yok.

Türkiye ne görmedi, yaşamadı! Artık gerçek kurşun görmesi zor, askerin gölgesinde olmayan, barışı soluyan bir ülkenin kuşakları ise ilk kez “var” ve ne iyi ki onlar savaşmayı seçti, sokaklarda öğreniyor savaşmayı.

AKP’ye gerçek cevap bu bence. Yenilgiyi buradan hisseder o. İstanbullu bir sahtekar hırsız, Ankaralı bir faşist onu geçerse bilir ki o oyları verenlerin bir kısmı hala kazanabileceği türden insanlar.

Reklam

"Ben bu haritayı yenilemeyeceğim. Aslında “Bitti!” demekten kaçıyorum."


Halil Emrah Macit, Mühim Hadiseler Enstitüsü

Hakan Akçura, Stockholm, İstanbul ve Ankara’daki birçok karşı-sanat çalışmalarında yer almış, bu çalışmaları takip eden ve politik olarak her mühim hadiseye karşı tepkisini koyan çok yönlü ve renkli biri. Kendisini ilk tanımaya başladığım yıllardan bu yana çalışmalarını ve etkinliklerini takip ettiğim ve özel bir bağ kurduğum biri. İsveç’te yaşıyor, ara sıra Türkiye’ye de geliyor. Hatırı sayılır bir çevresi var Ankara ve İstanbul’da. Kendisiyle geçmiş çalışmalarından günümüze uzanan güzel bir sohbet gerçekleştirdik.
Sizi ilk defa “Allah korkusu” sergisi ve bir çalışmanız tarafından savcılığa çağrılmanız ile tanıdık. Daha sonra bunu Ulus Baker ve arkadaşlarının kurduğu topluluk olan Körotonomedya’daki “Şahmeran: Ceylan’dan bize kalan” adlı çalışmanız takip etti.

“Allah korkusu” sergi süreci, bugünden baktığımda, Türkiye’de pek dokunulası olmayan bir tabuya istediğimce müdahale edebilmemi sağlayan süreçtir.Murat Belge’nin kullandığı “Kemalizm bir ibadet biçimidir” cümlesi ile İslam’ın peygamberin suretini silen geleneğini Mustafa Kemal’in en bilinen imgesine taşımaktı yaptığım. Belki de hızla yapıp Radikal’de yayınlatabildiğim savunmamla püskürttüğüm, sonuçlanmayan bir soruşturmanın açılmasına da neden oldu; savcılığa çağrılmadım yani… Ardından, yaşantımda hiç almadığım kadar nefret ve tehdit mektubu aldım, öte yandan. Hemen hepsi de kemalistlerden.Aynı işi daha sonra Stockholm’de sergiledim ve bu kez yanı sıra, adında, içeriğinde “Atatürk” kelimesi geçen tüm yasa, tüzük ve yönetmelikleri de İsveççe’ye çevirtip sergiledim. Sadece “varlığım Türk varlığına armağan olsun” cümlesinin yarattığı algılanma, anlaşılma, kavranma zorluğu bile belgelenmeye değerdi.

Şahmeran ile Ceylan arasındaki ilişkiyi biraz açabilir miyiz? Taraf’ta mı yayınlanmıştı?



Hayır, hiçbir gazetede yayınlanmadı. -Taraf, yazarları eliyle, başta “Gerçekler Bilinsin Yeter” olmak üzere benimle işlerim hakkında sıkça yazışan ama neredeyse “bana dair tek kelime yayınlamama yemini” olan bir gazete. Şeytanın bacağını sanırım yakında kıracağız.- Ama o işim Ceylan’ın katlini izleyen birçok gösteride döviz olarak kullanıldı. Basılıp duvarlara asıldı.

Başta şahmeran ile Ceylan Önkol bağlantısını anlamak zor oluyor. Nasıl bir bağlantı kurdunuz?

Şahmeran Efsanesi’nden. Çok versiyonu olmasına rağmen temelde bir güven ve şifa efsanesidir. Metaforik olarak Ceylan’ı Şahmeran kılmak, en önce gözleri sayesinde çok hızla karar verdiğim bir şey oldu. Kendi ölümünün -savaşın ve getirdiklerinin- takipçisi olduğu kadar, şifanın -barışın- da yolunu açan, yüzyılların güçlü imgesi olarak taşımak istedim yarına Ceylan’ı. “Bize güvenip güvenemeyeceğini hiç bilemeyeceği” bir Şahmeran’dı aslında ardından kalan.Efsanelerinde güven ve şifa sarmalı nasıl yolalır, onu merak eden öğrenecek tabii bu arada.

Aslında “militarizm” öncelikli olmak üzere her türlü mühim hadiseye karşı bir sanatçı olarak tepkinizi ortaya koyuyorsunuz takip ettiğimiz kadarıyla. Güncel sanat algısını da düşünerek soruyorum, maddi bir karşılığı olmayan bu karşı-sanat çalışmalarıyla da günümüz sanat algısının çok dışında işler yapmak çok az sayıda kişinin gündemini oluşturuyor. Bir ayağınız Stockholm’de, bir ayağınız İstanbul ve Ankara’da… Hem politik aktivizm hem bu karşı-sanat çalışmaları bir arada çok zor olmuyor mu?



Oluyor da olmazsa da olmuyor.

 (Gülücük)

Mesela bir haftadır dördüncü kez yenilemek için seçtiğim zamanlamayı kaçırmamak için koştura koştura kısa ismiyle “Türkiye linç haritası”nı üretir ve yaygınlaştırırken, yanı sıra yaptığım ve yapmak zorunda olduğum günlük işlerimi saysam bana inanamazsın.

Geçim derdi çoğumuzun derdi. Uzundur, bunun yolunu zaten sanat dışında aramak ve bulmaya alıştım. Ama özellikle İsveç’te geçen son sekiz yılım, ne kadar “oralı” ne kadar “buralı” olduğumu uzun süre ister istemez sorun kıldığım yıllardı. Gözlerimin Türkiye’ye, İsveç’ten çok daha açık olduğu uzun bir dönem geçirdim. Türkiye’de bir hafta içinde yaşanabilen sosyal, politik çalkalanma İsveç’in bir yılına yeter. Bu yoğunluk, hem çok müdahale edilesi, hem de müdahalenin olumlu bir sonucunu hiç kolay alamayacağın bir yoğunluk. Bu durum ise insanı, daha arı, net, güçlü, özgün işler üretmeye doğru zorluyor. Bu iç hesaplaşma ve nitelik derdi ile neredeyse ilk gençlik yıllarımın tezcanlılığının iç içe geçtiği sıkışmış zamanları seviyorum.

Ola ki yaptıklarımdan geri dönüş söz konusuysa, mesela birileri hakkında ya da bana yazarsa, birileri yaptığımı döviz olarak kullanır ve ben de bunun videosuna rastlarsam keyfim bayağı yerine geliyor.

Ben birkaç üretim sürecinde çok zehirlenmekten kurtulamadım. Kendimi koruyamadım. Sonuçsuz kalan “Nefret tünelinde aşk” çağrım, “Türk Irkçılığı ile Yüzleşme Yazıtı” ve “Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası”, böylesi çalışmalar.



Evet, 2010’da BirGün Gazetesi için üretmiştiniz bu haritayı. Türkiye Linç Haritası… Medyada buna ilgi gösteren isimler oldu ve o zamanlar sosyal medyada da epey paylaşıldığını hatırlıyorum. Sanırım sürekli güncellediğiniz bir “utanç haritası” da aynı zamanda. Biraz ondan bahsedelim istiyorum. Nasıl başladı ve nasıl devam etti?

Haritalar için tıklayınız…

Birgün Gazetesi, Ali Şimşek aracılığıyla onlara üretmemi istediğinde, kabul edip ardı ardına dört iş ürettim. İlki bu haritaydı. Coşkuyla karşıladılar, haritayı merkeze, kapağa taşıdıkları bir “Linç özel sayısı” yapmalarının nedeni oldum.

Bu harita ve ikinci sanat işim “Hrant: Üç çift gözbebeği”nin ardından gelen iki işimi ise sansürleyip yayınlamadılar: “Albayrak” ve “Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?”.

Hrant’ın katli öncesinde başlayan ırkçı, milliyetçi günlük nefret söylemindeki artış kadar bu haritayı üretmezden önceki aylarda sayısı, sıklığı hızla artan linç kalkışmaları da kaygıyla izlediğim, umurum olan konulardı. Araştırmaya başladım internet üzerinden, linçleri ve kalkışmaları… Ortaya çıkan resim çok ürkütücüydü. Bu kez benzeri taramaların, araştırmaların yapılıp yapılmadığına göz attım. Pek bir şey bulamadım. Elimdeki bütünü “bir şey”e dönüştürmek istediğimde, linç girişimleri sıklığında açık arayla önde olan İstanbul, Sakarya, Trabzon ve İzmir’in ardından gelen illeri sıralamaya, sınıflandırmaya başladım ve harita fikri doğdu. TSK Harita Genel Komutanlığı’nın’ın ürettiği “Mülki idare birimleri haritası”nı buldum, bayrağımız zaten akan, akıtılmak istenen kanın rengindeydi, başladım boyamaya…

Baştaki etkisi, bana geri dönüşü ummadığım kadar iyiydi. Sonraları, aslında bu kalkışmaların ardındaki Ergenekon ve diğer derin devlet yapılanmalarının rolü ortaya çıktıkça, hiç kanıksanmayası bir şeyler, azalsa da devam eden bu linç kalkışmaları sanki kanıksanıyor gibi geldi bana ve bunu hissettiğim her uğrakta yeniledim haritaları.

Peki, haritanın geldiği son durum nedir ve bize neyi gösteriyor? Mesela son Sinop ve Samsun olayları da dahil edildi mi?

Edildi tabii. O iki kalkışma aslında son yenilememin nedeniydi de…Her haritayı diğerinin üzerine ekleyip üretirken, hırsızlık, taciz zanlılarına yönelik saldırıların da hızla arttığını gördüm mesela. Irkçı, milliyetçi, etnik ve homofobik nefret kökenli girişimlere onları eklemek konusunda ikircimim olmadı. Linç psikolojisinin kaynağının çok birbirine dönüşür nitelikte olduğunu düşünüyorum. Kendi ahlaksal önyargılarıyla ya da suça yönelik kalkışmaları gerçekleştirenler, rahatlıkla sonraki gün etnik, ya da siyasi mesela Kürtlere ya da binalarına yönelik kalkışmaları da gerçekleştirebilecek insanlar… Masum ya da nedeni birbirine dönüşemeyecek bir linç kültürü olduğuna inanmıyorum bu ülkede. Ki zaten ırkçı, milliyetçi, etnik ve homofobik nefret kökenli girişimler sıklığını hiç bir zaman yitirmedi de…Sinop ve Samsun kalkışmaları yeni bir dalganın, üstelik korkulası bir nitelikte kabardığını gösteriyordu.Hiçbirimiz, eski günlerin karanlık linç kitle önderlerinin ne kadarının hala görevi başında olduğunu bilemiyoruz. Özel Harp Dairesi’nin kirli çarşafları -ne iyi ve şaşırtıcı ki Genelkurmay sayesinde- bugünlerde ortalığa dökülürken, korkutucu yaygınlıkta bir yapıdan bahsedebileceğimizi de öğrendik.Bence HDK vekillerinin bu yolculuğa çıkma zamanlaması yanlıştı. Herhalde iyi niyetlidirler. Herhalde olası gelişmelerle barış yolunda atılacak adımlarda daha çok söz ve karar sahibi olmak istemek gibi kendi canları pahasına istedikleri küçük hesapları yoktu. Ama Trabzon’a gitmediklerine çok sevindim.


Bu linç kültürünün en büyük örneği bir utanç lekesi olarak duruyor ortada, Sivas, Madımak olayları… Bu linç kültürünü din, kültür veya milliyetçilik gibi kalıplara sokmak mümkün olmadığı gibi nereden beslendiğini de belirlemek zor. Sosyolojik araştırma konusu da olan bu linç kültürü nereden besleniyor?


İnsan -hayvan- doğasının en derin, en ilkel güdülerinden, erkek egemen kültürün köle ruhlu şiddetinden, o güdüleri aşamayan cahillikten, bir cahillik ve kolaycılık ibadeti olan milliyetçilik ve ırkçılıktan, bazen de yanısıra dinsel bağnazlıktan besleniyor.”Sosyolojik araştırma konusu da olan” dedin de aklıma geldi: En şaşırdığım tepkiyi bir akademisyenden aldım ben.

Kim?



“İnsan Hakları Hukuku Problemi olarak Hukuk-Dışı bir Yargılama: Linç ve Türkiye’de Etkileri” adlı hukuk-sosyoloji tezi sahibi bir akademisyen listemin taraflı ve eksik olduğunu yazarak ekledi: “Benim de tarafı olduğum “insan hakları aktivizmi” adına gerçekleri (aynı Murat Paker’in ve TİHV’in de yaptığı gibi) çarpıtmamanızı rica ediyorum.
”İsterseniz elimdeki grafikli istatistiki belgeleri (açık bir mail adresi verdiğiniz takdirde) gönderebilirim.”

Cevabım şu oldu:
”Ne diyeyim, eksikliklerimin tamamlanmasına çok sevinirim. Bunu haritanın altında da zaten diliyorum, okumuş olmalısınız.
 Ama “taraflı” derken, neyi kastettiğinizi hiç anlamadım.
 Açıklamanızı ve listeyi bekliyorum.”
 Ne açıklama geldi, ne liste… Hala bekliyorum. Bu bir açık çağrı olsun.

Ben bu haritayı yenilemeyeceğim. Aslında “Bitti!” demekten kaçıyorum. Her haritada ister istemez her haberi arar, bulur, okurken, her videoyu izlerken çok zehirleniyorum, yoruluyorum. Ama nedenim aynı zamanda, bu eylemimden bir tılsım çıkarma çabası. Tam da bu yeni ve çok önemsediğim barış süreci bizi nefret söyleminin hızla azalacağıi linç kalkışmalarının sönümleneceği bir yere taşısın istiyorum. Yok taşımazsa da “ben artık yokum!” diyorum. “Bitecekse” bir başkası bunu ilan etsin.

Mesela son haritayı hazırlarken 2009 tarihli bir habere çok takıldım.



 Bu çok yaygınlaşan haber, “Iğdır’da Demokratik Toplum Partisi DTP’nin kapatılmasıyla BDP’ye geçmek isteyen partililer için düzenlenen törende sivil polisler linç edilmek istendi,” diyordu. 



Iğdır şimdiye kadar “kızarmayan, kana bulanmayan” nadir kentlerden biri haritada. 



Ben linç teşebbüslerini tararken, az rastlasam da Kürdistan’da olan kalkışmaları da haritaya eklemekten hiç geri durmadım.

Sonuçta bir hafta boyunca döne döne bu Iğdır haberinin videosunu izledim. İçim yorgun düşesiye… Karar verdim ki, bu bir linç kalkışması değil, tam tersine saygın, etkili kitle önderlerinin, bir gösteriyi filme çeken iki sivil polise yönelik belki de haklı öfkenin, bir toplu öfkeye yol açmasını, linç girişimine dönüşmesini nasıl hızla, hemen, etkili bir biçimde engelleyebileceğini gösteren bir olay!

Son olarak, “Savaş karşıtları” olarak başlatılan kampanya ve barış yürüyüşü çerçevesinde Halil Savda’nın her platformda destekçisi oldunuz seslerini duyurmalarına yardımcı oldunuz. sanırım Halil Savda’nın mücadelesinde ilk zamanlarından beri yanındasınız. Neler deneyimlediniz?

Halil Savda’nın mücadelesi, hem nalına hem mıhına, arı, basit, haklı söylemiyle, ülkemizdeki savaştan beslenen kimseye prim vermeyen duruşu ile çok özel bir yere sahip bende…



Barış Yürüyüşü’nün ardından, tümüyle tesadüfle Beyoğlu’nda karşılaştık, bir akşamı paylaştık. Son İstanbul yolculuğumun hediyesi oldu bana.

Anti-militarist pasifist, sivil itaatsizlik eylemleri, adı şaşaayla anılan, şiddet, silahla ya çok içten, ya tapınarak ilişki kuran birçok eylemden çok daha derin, güçlü, anlamlı iz bıraktı bu yerkürede…



Kuramsal olarak anarşizmle, pasifist siyasal etkinliğin arasında düşünen, yolalan bir insanım.

Halil Savda, attığı her adımla, her eylem kararıyla ilgimi çekti ve en son “Barış Yürüyüşü” ile beni kendinden kıldı. Çok gitmek, katılmak istedim ona ama beceremedim bunu. Biliyorsunuzdur, ona yazdığım ve yaygınlaştırdım mektuplar (1, 2, 3) ve eylemin etki alanını genişletmek için yaptığım tasarımlarla, sanat ve kültür insanlarına imzalarına açtığım dayanışma kampanyasıyla destek olabildim sadece.

Bazı olaylar, durumlar, neyin ne olduğuna dair çok açık, net sorular sordurur insana. Onu sağlıyor Halil. Zihni berraklaştırıyor: Barış sürecini Karadeniz’e anlatmak için o kadar istekli olan HDK vekillerinden, BDP liderlerinden neden biri bile “Barış Yürüyüşü”nü destekleyen, ona dikkat çeken, binleri, on binleri, isterse yüz binleri desteğe çağıran tek bir cümle bile kurmadı?

Bağımsızlığın, yalınkatlığın, temizliğin, haklılığın bedeli ya da kazancı da bu.

Bence geleceğin barışı, Kürt ulusal demokrasi ve özgürlüğünün yarını bu “Barış Yürüyüşü”nü, en az her köyde Halil’in ayağına kına yakan Kürt köylü kadınları kadar sıkça ve iyi hatırlamazsa eksik kalır, bunu bilir, bunu söylerim.

Halil’e mektuplar – 1

Verdiğin karar, o kadar yalın ve kalabalık ki, hiç susmayan, yorgun, ölesiye çaresiz, ne kadar uzun, derin, kaç cana sırılsıklam yaşam olduğunu yol boyunca asla bilemeyecek yaşlı bir nehir gibi akıyor içimizde. 

Biz dediğim, “biz”! Birkaç kişiyiz hala. Sanma ki bilmiyor, izlemiyor, umursamıyor bazıları seni, o suçlu sessizlikleriyle. Puştluğuna yazmıyor, duyurmuyorlar. Oysa birkaç yeni söz eklesen onların asla ellerine alıp, yukarı kaldırıp, faltaşı gözlerle yapış yapış çürümüşlüğüne bakmadıkları, bakamadıkları, bakmak istemedikleri, elbette ki koparamadıkları göbekbağlarına yakın: “Ama Halil, bu savaş anlamlı!!!” Dürtüyorlar seni önleri sıra sürükleyerek o ölü et parçasıyla: “Değil mi!? Söyle! Söyle!” 

Dediğini dedin, iyi dedin oysa en baştan. Ayaklarına kına yakıp, evini, aşını, yolunu paylaşanların sorularını cevapla sadece. Seni tam da bulunduğun yerden bu şımarık, biteviye kirli savaşın anlambilir, anlambulur sahibi yapmaya çalışanlara ise sus ve yürü. Bence… 

Kuyuları da doldu bu ülkenin, mahzenleri, arka sokakları, mağaraları, hapisaneleri, arkadaş evleri, kamp zindanları, sokak araları, ağaç dipleri, dost kucakları, emirleri, talimatları da, o cesetlerle… Hiç konuşamayanlar, konuşamayacak olanların o hep masum, küskün, aldatılmış, pusu kurulmuş, baştan anlamamış, konduramamış, gözlerine inanamamış şaşkın gölgeleriyle de yürü. 

Onca silahın sahibi, onca yıla, satıra, bebeye, ekrana söz belleten güç, hiç sanmadığın kadar korkuyor sahiciliğinden, azlığından, kalabalığından. En kadim, en eski masalların, dansların, şifaların, bedellerin, izlerin, bilgilerin, kokuların, gözlerin, rüzgarların, aşkların, ilmek ilmek soluk aldığı bir pelerin örtmek isterim üzerine, örterim. Her omurum, gözeneğimle.

Elbet, deniz uzak mı, yakın mı göreceğiz. Gün, güne dönecek. Göremezsek ne olur!? En kötüsü, olsa olsa, artık hiç susmayacak, çok daha yorgun, ölüm gibi çaresiz ama ne kadar uzun ve derin, ne çok cana sırılsıklam yaşam olduğunu, aşılacak her yeni yol boyunca bilerek, çok daha yaşlı bir nehir gibi akar içimizde hiç değişmeyecek kararımız! En yalın ve kalabalık sevdası oldun barışın ve şimdiden Savda’mız!

Hakan Akçura
17.9.2012
01:15


Halil Savda’nın barış yürüyüşüne destek poster tasarımlarım

Halil Savda’nın barış yürüyüşüne eşlik eden blog, facebook sayfası ve facebook grubu sizi bekler.

Kürtçe dersi (2)


Kürtçe dersi / Kurdish lesson (2)

Kurdî/Kurdish/Kürtçe: Şehide Me Rûmeta Mene. Şehid namirin.
Türkçe: Şehitlerimiz onurumuzdur. Şehitler ölmez.
English: Our martyrs are our honor. Martyres don’t die.

Boaz Arad‘a saygıyla
With my all respect to Boaz Arad

Emine ile Baran sağolsun ve onların da varsa akıl danıştıkları…

Kürtçe dersi (1)


Kürtçe dersi / Kurdish lesson (1)

Kurdî/Kurdish/Kürtçe: Perwerdehiya bi zimanê zikmakî, mafe mine bingehîn ê mirovan e.
Türkçe: Anadilimde eğitim en temel insanlık hakkımdır.
English:
Education in mother tongue is my most basic human right.

Boaz Arad‘a saygıyla
With my all respect to Boaz Arad

Emine ile Baran sağolsun ve onların da varsa akıl danıştıkları…