"Liste" ya da soydüşkünyarlarına kuş kondurmak



Yarın Stockholm TEGEN 2 sanat galerisinde açılacak karma serginin adı, “Evet, yaşamak istiyorum, ölmek istiyorum”. İsveç ulusal marşının nakaratı bu… Her ne kadar sergi Norveç’in ulusal gününde açılıyor olsa da, anlaşılacağı üzere, karma serginin asıl İsveçlilikle ilgili bir derdi var. Sergi metninde Gunilla Sköld-Feiler, özetle, “isveçliliğin neredeyse ten rengiyle belirlenmesinin tartışılabildiği günümüzde neyi kutlayacağız?” diye soruyor. 

Ben de katılıyorum bu sergiye. Diğer sanatçılar, galerinin sahiplerinden Gunilla Sköld-Feiler, ChunLee Wang Gurt, Kerstin Hansson, Peter Johansson, Dorinel Marc ve Paula Urbano. İsveç Ulusal Günü 6 Haziran’da biz tüm sanatçılar, gelen konuklarımızla sohbet edeceğiz. Sergi 16 Haziran’a kadar sürecek. TEGEN 2 bundan önce de üç karma ve bir solo sergimin evsahibiydi.
Bu sergide çok elemanlı, “Liste” isimli bir duvar düzenlemem yeralacak. “Liste” şunları içeriyor: “İsveç’in belli başlı soydüşkünyarları” başlıklı bir liste. “İsveç’in belli başlı kuşları – 1” başlığıyla sergilediğim dört resmim ve tüm duvarı kaplayan üç yıllık emeğimin belgeleri.
En iyisi baştan başlayayım anlatmaya…

Örebro, Närke’de Falkaberget diye anılan soydüşkünyarında kızılgerdan
(Hakan Akçura, 2013, ahşap üzerine akrilik, 63,3 x 63,3 cm.)

Geçtiğimiz mart ayında Dünya Bülteni’nde yayınlanan, Cihan Aktaş’ın sorularını cevapladığım uzun söyleşide İzlanda ve İsveç tarihinde yüzyıllardır bir söylenti, bir mit olarak özel bir adla anılan (ättestupa) uçurumlardan sözetmiştim. Güçsüzleşen yaşlıların, engellilerin, “artık topluma yük olanların” (!) atıldığı -ya da hiç atılmadığı, böyle bir şeyin olmadığı- uçurumlar.Ama nedense üretilen, kabullenilmiş, bugüne kadar taşınmış ve yaşlılara, bakıma muhtaçlara dair uygulanması öngörülen her olası kötü, geri devlet politikasında bir metafor olarak anılan (“- Oldu olacak, onları ättestupa’dan atın bari!”) özel bir adı olan uçurumlar: ätt = soy, aile / stup = uçurum / stupa = ansızın ya da direnerek ölmek / ättestupa = ailelerin ansızın düştükleri, atıldıkları uçurumlar.
Üç yıl önce bu uçurumlara dair özel bir ilgi büyütmeye başlamamın üç nedeni var. Öncelikle, İsveç toplumunun çoğunluğunun kullandığı, içinde taşıdığı, varoluşlarını, edimlerini belirlediğini düşündüğüm günlük yaşam kodlarını yazmaya yıllar önce başlamış ve bu kodların içinde yoğun bir utanç duygusunun varolduğuna inanmaya başlamıştım. Bu duygunun kadim köklerinin arayışı içindeydim.


Olofström, Blekinge’de Valhalla diye anılan soydüşkünyarında şakrak kuşu
(Hakan Akçura, 2013, ahşap üzerine akrilik, 63,3 x 63,3 cm.)

Ardından, bu arayışımda ulaştığım ve 1949 yılında -“Proleter yazarlar” grubunun üyesi- Ivar Lo-Johanssons’unfotografçı Sven Järlås ile birlikte yayınladığı, “Ålderdom” (Yaşlılık)adlı bir kitap. Bilinen en eski zamanlardan bugüne, yaşlılığın bu topraklarda nasıl taşındığını, algılandığını ve yaşlılara karşı yaygın toplumsal tutumun ne olduğunu aktaran kitabın ilk bölümünün başlığı bu uçurumları ve bu uçurumlardan insanları atarken kullanılan -akrabaların hepsinin, bir sonra ölecek olanın ise kurbana en yakın kavraması gereken- özel sopaların adını (ätteklubba) taşıyordu. Heyecanla okuduğum dört sayfada gördüm ki, Johansson bir mitten değil, olası bir gerçeklikten sözediyor. Merakım kabardı.

Üçüncü nedenim ise, üç yıldır bir bakıcı olarak değişik bakımevlerinde, yaşlı, bakıma muhtaç, engelli insanlarla, onlar için çalışıyor olmam. 


Göteborg, Västergötland’da Ramberget diye anılan soydüşkünyarında  karatavuk
(Hakan Akçura, 2013, ahşap üzerine akrilik, 63,3 x 63,3 cm.)


Üç yıllık aralıklı arayışım ve kazımda, hakkında yazılan wikipedia maddesinde bile mit olarak anılan ve sayısı onu geçmeyen bu uçurumların -şimdilik- ülkenin doksan ayrı yerinde olduğunu saptadım.

Nerelerde araştırdım da buldum onları? Öncelikle Kungsliga Biblioteket (Krallık Kütüphanesi) ve Sveriges National Biblioteket’in (İsveç Ulusal Kütüphanesi) 200 yıl geriye gidebilen Digitaliserade svenska dagstidningar” (Dijitalize edilmiş günlük İsveç gazeteleri) arşivinde, Projekt Runeberg (Nordisk familjebok konversationslexikon och realencyklopedi) arşivinde, ayrıca İsveç’in diğer tüm dijital arşivlerinde, birçok uluslararası arşivde yeralan eski yayınlarda, güncel haber, gezi, dağcılık, doğa sitelerinden, soykütüğü arama forumlarına kadar internetin olanaklı tüm labirentlerinde, kitaplıklarda, eski kitapçılarda… 

Aynı yoğunlukta akacak bir üç yıllık süreçte İsveç’te doksan yeni soydüşkünyarı daha bulabileceğimden neredeyse eminim. (Evet, sonunda “ättestupa” demekten vazgeçip, türkçeye bir yeni kelime eklemeye karar verdim.)



Karlstad, Värmland’da Alster diye anılan soydüşkünyarında ak kuyruksallayan
(Hakan Akçura, 2013, ahşap üzerine akrilik, 63,3 x 63,3 cm.)

Bu kazılarım bana gösterdi ki, bulduğum, okuduğum metinlerin çoğu soydüşkünyarlarından bahsederken onları mit mekanları olarak degil, eski ve kirli bir geleneğin yerleri olarak dillendiriyor.
İşin matrağı ve inanılmaz olanı şu ki, sözkonusu üç yılın son aylarında listesini yayınladığım doksan soydüşkünyarının elli tanesinin aynı zamanda Riksantikvarieämbetet(Ulusal Miras Kurulu) tarafından “plats med tradition” (geleneksel yöre) ve “minnesmärke” (anıt) tanımlamasıyla “Riksintressen för kulturmiljövården” (Ulusal çıkarlar için korunması gereken kültürel miras) kılındığını hayretle farkettim. Genç nesillerin “ättestupa” (soydüşkünyarı) kelimesine bile yabancı ya da onu sadece genellikle göl kenarlarında yeralan, yüzü doyumsuz manzaralara dönük uçurumların adı sandığı bu ülkede hayretimin nedeni rahatlıkla anlaşılabilir.

Umarım yayınladığım liste ve duvara sıvadığım o belge-kağıtların, haritalarin etkisi istediğimce güçlü olur. Umarım 70 yıl önce Ivar Lo-Johanssons’un bir araştırmacı yazar diliyle ileri surdugu iddianın, sanat diliyle yinelediğim, yenilediğim bu yeni hali, anlamlı bir tartışma başlatabilir.

Özetle, soydüşkünyarlarının İsveç toplumunun yüzleşmekten kaçındığı, ama buna rağmen etkileri ve sonuçlarını, ortak suçluluk duygusu ve utancını belki de güçlü bicimde hala yaşadığı en eski, en derin kolektif suçu olabileceğini düşünüyorum. 


Öte yandan, ättestupor kavramı eğer düşündüğümün tersine bir mit ise, bunca yüzyıldır, böylesi acımasız -ve gerçekleşmemiş / sanki “ne yazık ki gerçekleşmemiş”- bir kolektif suça özel bir isim yaratılmış olması ve bu kadar rahat, yaygın, ikircimsiz, meşru bir kullanım ve varlık zemini bulabilmesi belki de daha da vahim. O sahip çıkılanın, her yeni güne taşınanın ne olduğunun, kim ne kadar farkında? Bu yüzden mi milyonlarca insan hep yalnız yaşlanıp, kimsesiz ölüyor bu ülkede?



İsveç’in başlıca soydüşkünyarları
(Hakan Akçura, 2013)

Güncelleme:

Serginin ardından 35 tanesini daha bulunca, kendilerinin bir gerçeklik olarak anıldığı tüm eski yazılı belgeleriyle birlikte tüm bu soydüşkünyarlarının coğrafi koordinatları ve bulabildiğimce fotograflarını bir web sitesinde yayınlamaya karar verdim. Ekim 2013 – Mart 2014 arasında bu siteye yerleştirdiğim, buldukça yenilenecek olan – kimlikleri, “adları, köyleri, kilise bölgeleri, bir üst kilise alanı, belediyesi, şehri, bölgesi” olarak sıralanmış- hali hazır 125 soydüşkünyarının listesi şu (Site haliyle isveççe ama bu her tıklamanızla, o soydüşkünyarını anan belgeye, haritadaki, yerküredeki konumuna, fotografına ulaşmanıza engel değil):

İsveç’in belli başlı soydüşkünyarları

(R): Riksintressen för kulturmiljövården (Ulusal çıkarlar için korunması gereken kültürel miras)

Reklam

"Bu kez, belki hep birden yeniden atlamamız gereken uçurumlar var!"



Cihan Aktaş’la İsveç, hayat ve sanat üzerine bir ay yazıştık. 
Kısaltmadan, olduğu gibi yayınlamaya karar verdi. 
İki bölüm olarak Dünya Bülteni’nde yayınlandı: 

Söyleşinin tümünü buradan da yayınlıyorum…


Cihan Aktaş/ Dünya Bülteni
Sanat olgusu ve sanatsal etkinliğin çok belirgin bir şekilde tanımlanamaz olduğu zamanlardayız. Sanatsal etkinlikler galerilere ve tuvallere sığmıyor, sokaklara, meydanlara taşıyor. Belki bunu talep eden giderek daha acıklı bir şekilde mana, ruh ve ebediyet arzusu talep eden hayat, hayatlar. Atölyesini mabed gibi gören Baltuslar’ın çizgilerinin yetersiz kalacağı bir iklime sürükleniyor dünya, dış ve iç göçlerle, şehirleşmeyle, toplumsal, ekonomik ve siyasal kırılmaların getirdiği uyanışla birlikte, başka türlü bir kişi, bir kul olmayı talep eden sessiz yığınların çığlıklarıyla.
Güncel sanata yoğunlaşmış bir sanatçıyla söyleşmek hep aklımdaydı. Stockholm’de yaşayan güncel sanatçı Hakan Akçura’nın Adalar Müzesi’nde geçtiğimiz Aralık ayından bu yana gösterimde olan Göç Bağlantıları sergisi, iyi bir vesile oldu. Bu sergiye 3 işiyle katılan Akçura Haziran ayında İstanbul’a gelerek sergi kapsamında bir sunum da yapacak.
Sanatçı olarak Akçura benim ilk olarak 2007’de Stockholm’de açılan, ırkçılığı eleştirdiği “Ben, sahibimin köpeği” adlı sergisiyle dikkatimi çekmişti. Okuyucularımız İsveçli bir ressamın bir “meydan köpeği heykeli ” önerisi olarak peygamberimizin (sav) suretini içeren bir çizim yaptığını hatırlayacaklardır. Yollanılan sergi tarafından geri çevrilen çizim bir yerel gazetede yayımlanmıştı. Elbet kışkırtıcı bir eylemdi bu. İsveç’te son yıllarda bir şehir sanatı olarak kimi meydanlara farklı köpek heykelleri tasarlanıp uygulanıyor. Kışkırtıcı çizimin ressamı üzerine şu değerlendirmeyi yapmıştı Akçura, verdiği bir röportajda: “…Müslümanların mundar bulduğu “köpek kavramı” ile çizilmesi bir tabu olan peygamberlerinin, üstelik çirkin ve önyargılı bir suretini birleştiren bir tasarım, bu yaygın, hoş meydan heykelciliğine masum bir öneri eklemek demek değildi ve sözkonusu sanatçı bunu en başından beri çok iyi biliyordu.”
Akçura, Sockholm’de sadece güncel sanat çalışmaları yapmıyor, aynı zamanda ağır işçiliklerle bir geçim kavgası mücadelesi veriyor. Kendisiyle göçmenlik, güncel sanat, İsveç’te göçmen bir Türkiye vatandaşı olmak, bakıcı olarak çalıştığı kurumda edindiği izlenimlerin etkisiyle sürdürdüğü derin tarih araştırmaları ve çeşitli tasarıları etrafında söyleştik. 
(Uzun söyleşiyi sıkılmadan okuyacağınızı umuyorum. Yayına hazırlarken herhangi bir bölümünü çıkartmak içimden gelmedi.)
Cihan Aktaş: Hakan Bey, çalışmalarınızda göç ve göçmenlik teması bir hayli ağırlık kazanıyor. Siz de bir göçmen olduğunuzu dile getiriyorsunuz. Göçmeniz gerekiyor muydu? Daha doğrusu kimdir göçmen sizce? Muhacir ve mülteciyle hangi bakımlardan benzeşir ya da ayrılır?
Hakan Akçura: Ben 2005’ten beri İsveç’te yaşıyorum. Göçmem bir zorunluluk değil seçimdi. Sonuçta sevdiği insanla yaşamak için göçen bir insanın, zorunlu göçmenler ya da sığınmacıların yaşantıladığı bir dizi tatsız, acılı süreçten uzak olduğu aşikar. Ama söz konusu süreçlerden sonra oturma, çalışma iznini alabilmiş zorunlu göçmenler ve sığınmacılarla, benim gibi bir gönüllü göçmenin yaşantıladıklarının ise çok benzer olduğu bir kıta artık Avrupa. Sonuçta, dert ortak, koşullar ortak: Yükselen ırkçılığın her gün beslediği ve artık daha cesur bir pervasızlıkla günlük yaşama boca ettiği bin tür ayrımcılıkla boğuşarak çalışmaya, geçinmeye, yaşamaya uğraşan yabancılarız, ötekileriz, karakafalarız.
İsveç toplumu sizin gibi gönüllü ve eğitimli “göçmen”leri daha ılımlı bir şekilde karşılamıyor mu?
İsveç’te göçmen kelimesinin karşılığı “invandrare”dir. “Yürüyerek içeri gelenler” anlamına gelir. Bu ülkede, yeni bir göçmen de olsan, bir göçmen ailenin üçüncü kuşaktan çocuğu da olsan, yani anadilin İsveççe, vatan, ülke bildiğin tek yer bu topraklar da olsa sen hâlâ “yürüyerek gelmektesin”.
Kelime gündelik hayatta göçmenlere karşı tamamen bu şekilde anlaşılarak mı kullanılıyor?
Evet. Bu sadece sözün etimolojisinde değil her has İsveçli’nin zihninin ardında taşıdığı kodlarda da böyle. Değil biz gibi yeni gelenlerin, ikinci kuşak, üçüncü kuşak göçmenlerin de sadece taşıdıkları isimler, soyisimler yüzünden iş başvurularında, görüşmelerinde şansının çok azaldığı yıllar, bu yıllar. Böyle ve etkisi artarak süreceğe de benzer… Çünkü yakın geçmişten farklı olarak, İsveç’in artık parlamentoda sandalye sahibi, son ayların kamuoyu yoklamalarına göre de artık ülkenin üçüncü büyük partisi olan bir ırkçı partisi var: İsveç Demokratları. Böyle bir yasallaşma, giderek meşrulaşma, ırkçı partinin en başta göçmen karşıtı politikalarına destek veren, aslında içinde sakladığı, dile getiremeyip savunamadığı ırkçılığını artık açıkça diline, eylemine geçirebilen yeni on binler, yüz binler yaratıyor bugünlerde.
Türkiye gibi ülkelerden yola çıkan sizin gibi nitelikli, sanatçı bir “invandrare”ın hiç mi avantajı yok?
Aslında gelirken şansım daha fazla sanıyordum ben de… Yayıncılık, reklamcılık alanında tasarımcı ve teknik koordinatör olarak çok güçlü olduğunu sandığım bir CV’ye, referanslara, çalışma deneyimine sahip olmanın hiçbir anlamının olmadığını ise çok kısa zamanda öğrendim. Verili mesleki kariyerim ne kadar zengin olursa olsun hiçbir yeni iş başvurusunda zerre kadar etkilemedi, yaygın bir göçmen ayrımcılığıyla karşılaştım. Bir yandan İsveççe dil kurslarına devam ederken bir yandan da bu zor yolculuğun her yeni adımı, sorunu, sanatsal yaratımımda karşılığını bulmaya başladı:
Oturma iznime dair yaşadığım sorunlardan “Hakan Akçura’nın aşkına ve kişiliğine dair” adlı kitap sanat nesnem, “İsveç Göçmen Bürosu’na Açık Mektup” video performansım, aylarca çalıştığım göçmen işlerinden “Asansörler, asansörler…” foto düzenlemem, “Günaydın” video performansım, devam ettiğim İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun zorunlu bedava işgücü kurslarından da “İşyeri İsveççesi Sınıfında İsveç Kültürü ve İşsizlik Üzerine Bir Tartışma” videom ortaya çıktı.
Aradığım işlerin çoğunda kullanacağım ve çoğundaki gelişmelerin çok gerisinde kaldığım tasarım ve uygulama programlarına dair kurslara ücretsiz katılmamı sağlayacak, İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne dahil olmak için dört yıl arayla iki kez başvurdum. Gerekli tüm koşullara fazlasıyla sahip olmama rağmen sadece yeni bir göçmen olduğum için başvurularım reddedildi. 2007’deki ilk başvurumun ardından bu ayrımcılığa dair olup bitenleri kamuoyunu ilettim. İsveç Sol Parti, bu ayrımcılığı Meclis’e taşıdı ve bir gensoru verdi. Gensoru, Bakanlık tarafından geçiştirilen bir cevapla karşılandı. Konuyu bu kez ayrımcılıkla ilgili en üst karar kurumu olan Ayrımcılık Ombdusmanlığı’na taşıdım. Ayrımcılık Ombdusmanlığı, başvurumu, “ayrımcılığın niteliğinin etnik olduğuna kanaat getirmediği” yerden reddetti.
İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne ikinci kez, bu sefer gerekli koşulların çok daha zengin bir biçimde karşılandığı bir belge, kanıt yığınıyla, üstelik bir İsveç vatandaşı olarak 2010 yılında başvurdum. Yine reddedildim ve ayrımcılığın sürekliliğini “Cehennemin dibine gidin!” başlığıyla yayınladığım bir basın açıklamasıyla teşhir ettim. Bu çabamdan tümüyle vazgeçtim.
Ancak karşılaştığınız size tuhaf gelen ayrımcılığı “Göç Bağlantıları Sergisi Projesi’ kapsamında yer alan “Göç Esintileri” bölümündeki çalışmalarınıza da yansıttınız. Göçmenlikle sanatçılığınızı buluşturan tecrübeleriniz bana çok çarpıcı geldi. Sayısız iş için başvurmuş ve geri çevrilmiş olmanız ve buna rağmen ağır işlerde çalışarak direnmeyi sürdürmeniz…
Direnmeme şansım yoktu ki! İsveç’teki ilk yıllarımda yukarda da söylediğim gibi, çok az ücret karşılığı alışıldık göçmen işlerinde, gece ev kapılarına gazete dağıtımı, gündüz metro ve tren çıkışlarında bedava gazete dağıtıcılığı, engellilere yönelik kişisel asistanlık gibi işlerde çalıştım. Genellikle ırkçı bölüm şeflerim tarafından, bedenimi çok zorlayan güzergahlara yönlendirildim. Belimin iki omurunda disk kayması oluştu.
Geçen yıl ilk kez bir iş sözleşmesi imzaladım. Kadrolu elemanların hasta ya da tatilde oldukları günlerde çağrıldığım ve çalışabildiğim, süresiz, güvencesiz bir işe dair: 25 kadar –çoğu şizofren– ağır psikiyatrik hastanın birlikte yaşadığı üç apartmanlık bir komplekste, onların gündelik hayatı götürebilmelerine destek veren belediye sağlık bakım görevlisiydim.
2005’ten bu yana başvurduğum iş sayısı bini geçmiştir. Sadece ikisinde, sonuç vermeyen görüşmelere çağrıldım.
İsveç uzaktan sanatçılara özel bir müsamaha gösteren bir ülke gibi algılanıyor. Sanatçı birikiminiz ve kimliğinizle yaptığınız başvurularda yaşadığınız zorluklar bu açıdan dikkate değer… 
Her yıl, sanat kültür alanında varolan tüm kamu ve özel destek fonlarına genellikle birbirinden farklı ve yeni projelerle sürekli başvuruyorum. Kimisi sanatsal projeyi, kimisi sanatçı atölyesini, kimisi ise sanatsal yaşamı kısa ya da uzun süre boyunca desteklemeyi hedefleyen fonlar bunlar.
Herhalde başvuru sıklığımdan dolayı aracılarla bana “gizli ve egemen kural” iletildi: “İsveç’te bir göçmen sanatçı on yıl geçmeden hiçbir fondan destek alamaz.” Benim başvurularımın reddedildiği her yeni fon döneminde destek alabilen göçmen kökenli sanatçı sayısı asla % 5’i geçmedi. Oysa, ülkedeki göçmen oranı beşte bire yakın.
Tüm bu işsiz ya da yarı işli İsveç yıllarımın atmosferi, içeriği, tek tek sonuçları, burada ürettiğim ve çoğu sergilenen tüm işlerimin temel konusu. Burada açtığım tek kişisel sergim “Dikkat: Sıkışma Riski!”, katıldığım karma sergiler “Labirent” ve “Ben, sahibimin köpeği” tümüyle bu işlerimin sergilendiği zeminler oldu. “Günaydın” ve “İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık mektup” Zagrep’te de sergilendi.
Hâlâ bakıcılıkla geçiniyorum. Bu kez 4 yaşlı, her anlamda -konuşma, zeka, bedensel- engelli dört insana 24 saat hizmet veren bir özel sağlık şirketi bakımevindeyim. İş ağır. Daha ilk haftasından bana işkazasına ve yeni bir boyun fıtığına mal oldu. Hâlâ kadrolu değilim, ücretim çok düşük. Baktım olmayacak, yeni bir eğitime de başladım ve Stockholm’un Türkçe konuşan az sayıdaki turist rehberinden biri olup en azından daha iyi kazanayım ve daha sık atelyeme gidebileyim derdindeyim. Durum bu!
Şifa diliyorum. Direnmeyi sürdürdüğünüz açık. Bir sanatçının ille de kırılgan olduğu ya da somut hayatla ilgilenmediği düşünülür. Siz ağır şartlarda geçim kavgası veriyor, bir yandan da “kavramsal” ve “performans” olarak nitelendirilebilecek sanatsal çalışmalar yapıyorsunuz. Video performanslarınız, “Günaydın”da olduğu gibi, Müslüman Türk kimlikli bir göçmenin Stockholm çevresinde sürdürdüğü hayat mücadelesinden hem ilham alıyor, hem de bu mücadeleyi belirliyor gibi geliyor bana. Sanatın yeniden hayatla buluşması, bu şekilde buluşması, planladığınız bir şey miydi?
“Günaydın” videoperformansım, metro çıkışlarında bedava gazete dağıttığım zamanlarda -ki bu o zamanlar her yeni göçmenin nadiren kolay bulduğu üç kuruşluk işlerdendi- bir ilişki kurma denemesiydi. İşverenim gazeteyi dağıtırken bize iki şekilde seslenmemizi dayatmıştı: Ya gazetenin ismini kullanacaktık ya da “buyrun” anlamına gelen bir işveççe sözcüğü: Varsågod! (Varşogut!) Bense genellikle cevapsız karşılanan bu seslenişler dışında bir kelime seçtim, basit ama cevapsız kalınması zor bir kelime: Günaydın!
Gördüm ki, orta sınıf hiçbir İsveçli, hatta İsveçli’leşen göçmen, sabahın köründe, onlardan hiçbir şey talep etmeyen, hatta isterlerse üzerine bir gazeteyi bedava verecek olan, gözlerinin dibine gülerek bakan, orta yaşı geçmiş, göçmen mi, değil mi anlaşılmayan, ama belli ki göçmen işi yapan bir adama hazırlıklı ve donanımlı değildi. Çoğu seviniyor, renk değiştiriyor, cevap veriyor ve gazeteyi ister istemez alıyor, ardından neden yaptığını pek anlayamayarak beni, yani arkadan gelene de aynı sıcaklıkla “günaydın” dediğim halimi izleyerek metroya giriyordu.

Hasbelkader aynı yerde ikinci kez yine benim gazete dağıttığımı görürse, ertesi ya da bir sonraki gün, sıraya giriyor, donanımlı “günaydın”ı ile karşılıyordu beni. Ödülünü elimden alıp gidiyordu. Gelen, bir önceki gün, olanca sevimsizliği ile yüzüme bile bakmaz, gazeteyi almaz, yanımdan geçerken, ona ve arkasından gelenlere yönelik “günaydın”ımı fark edip, garipseyerek geçen bir başkasıysa, bu kez beni izleyerek ama daha yavaş yaklaşıyordu kapıya.

O başkalarını genellikle hatırlıyordum. Bakıyor, gülümsüyor ama “saygım bir yana, gazete almayacağını biliyorum” dediğim bir beden diliyle diğerlerine dönüyordum elimdeki gazeteyi uzatmak ve “günaydın” demek için. Bu tanınma, hiç bekledikleri bir şey değildi. Aralarından bazıları hafif utanarak, bu kez “talep ediyordu” gazeteyi. “Sevindiğimi anladıkları” bir beden diliyle ve bu kez “günaydın”ımla uzatıyordum. Ödülleri gibi alıyorlardı.
Monoton güne ilişkin klişeleri tek güzel kelimeyle dağıtıyor ve karşılığını alıyorsunuz…
Hem öyle, hem de birçoğu için ne zaman ne yapacaklarını ya da isterlerse hiçbir şey yapmayabileceklerini onlara emreden hakim kodları kullanamaz hale getirdim sanki… Bu bir çıplaklaşma. En azından onlar yeni kodlar arayıp bulana kadar.
Neyse… Dağıttığım gazete sayısı şaşkınlık vermeye başladı işverenlerime. Değişik değişik yerlere yollamaya başladılar beni. Genellikle sıkıcı bulunan otoban altı metro girişleri, uzak banliyölerin tren istasyonları… 

Üç hafta boyunca aynı yerde, Stockholm’un uzak bir banliyösü olan ve adı Türkçeye “Yakup’un dağı” olarak çevrilebilecek Jakobsberg’de dağıttım gazete. Sonra bu videoyu yapmaya karar verdim: Üç haftanın ve bu yazlık geçici işim bittiği gün, gazete dağıtan kendimi ve yolcuları, yani müşterilerimi sabit kamerayla belgeledim. Yüzlerce “günaydın”ımla… Belki de birçoğu için o gün kendisine söylenmiş tek “günaydın”la.
Önceki sorunuza dönersem, sanatım her zaman hayatımdan beslenmişti. 2001’de “Aynalarımı İsterken”, yaşantımın ulaşabildiğim her öznesine, benle ilgili yansısını yollaması için davet yollarken, beklerken, iletilenleri kendimden hiçbir şey katmadan sergilerken de konu “yaşantım”dı.
Ebette ki, İsveç’e gelirken buradaki günlük yaşam mücadelemin hemen her cephesi ile sanatsal yaratımımın bu kadar içiçe olacağını hiç tahmin edemez ve planlayamazdım. Az çok tanınmış bir sanatçı ve deneyimli bir tasarımcı, çalışkan bir kültür işçisi olarak işimin çok daha kolay olacağını sanırdım.
Ama bugünden baktığımda, İsveç’teki göçmenlik serüvenimden beslenen işlerim, bir yandan da yaşantımın sürdürülebilir olmasını sağlayan “dengeyi / dengemi /r uh sağlığımı” bulabilmeyi hedefliyordu. Bir atelye kiralayamadığım, resmedemediğim, yaratım adına harcanacak zamanları altından kalkmak için savaştığım yaşam gailesine dahletmeyi neredeyse şımarıklık olarak adlandırdığım yıllardı. Aynı zamanda, gözlediğim, verili hakim haline ciddi itirazlarım olan bir yeni ülke ve onun vatandaşlarıyla karşı karşıyaydım. Ne kadar oraya -ya da buraya- ait olup olmadığımı tartışmam pek sözkonusu değildi. Yertsizyurtsuzluğu uzundur içkin yaşayan biriyim. Aitlik sorunumu da daha çok dönüp baktığım kendi yurduma dair yaşadım bu süreçte. Bu ayrı bir tartışma konusu ve İstanbul’daki gelecek sergimin içinde akacağı kanal zaten.
Yersizyurtsuzluk ve göçmenlik sanatçılara özgü bir ruh haliyken sizde ayrıca bir hayat tarzı olarak da görünüyor. Yerleşememe üzerinden bir faaliyet, üretim…
Burada bir hususun altını çizmek istiyorum. Yukarıda bir soruda “Müslüman Türk kimlikli göçmen” derken, sizin kendinize dönük tanımınızı değil, İsveç kanunları ve toplumu nezdinizdeki göçmen kimliğinize atıfta bulunmak istedim.
Ben de öyle düşünmüştüm zaten. “Müslüman Türk kimlikli bir göçmenin Stockholm çevresinde sürdürdüğü hayat mücadelesi” tanımı, benden yana ya da İsveç kanunları ve toplumu nezdinde birçok açıdan doğru bir tanım değil.
Öncelikle hayatımda kendimi “Müslüman Türk” hissettiğim, ötesi “olduğum” hiçbir dönem yok. Kendimi bildim bileli ateistim, çok uzundur da milliyetçiliğe -kapitalizme, savaş kışkırtıcılığına, ırkçılığa- karşı konumlanmış bir aktivistim. Ama elbette ki, İsveçlilerin bana baktığı, beni gördüğü açıdan “Müslüman Türk kimlikli bir göçmen” olarak algılanmam da mümkündü. Ona da fiziksel görünüşüm hiç izin vermedi. Birçok has İsveçli’den daha İsveçli sanılabilecek bir adamım.
Dillerini kullanmaktan nefret ettiğim, öğrenmek için zorlandığım, faydacı bir dizgeyle nefretimi rafa kaldırabilip altından kalktığımda da mükemmelliyetçiliğim yüzünden kendimi tutuk, kekeme hissettiğim çoğu zamanda birçok diğer yeni göçmen gibi onların “hayran oldukları” dili kullanmayı seçtim: İngilizce. Hele bir de az da olsa ABD aksanı katabilirseniz İngilizce’nize çoğu ağızları açık, hayran ve sizin aksanınızla konuşabildiğini gösterme meraklısı İsveçli bulmanız çok kolay buralarda…
Daha çok sanatçı, her türlü ayrımcılığa karşı sesini yükseltmeyi ve yasal haklarını bilen savaşçı kimliğimi saklamaya çalıştım iş başvurularımda ve görüşmelerimde. Buranın gizli yaşam ve çalışma hayatı kodları, varlıkları daha çok da soyları ve kariyerleri, güçleri ile bir “efendi” olarak kutsanmamışsa, ancak sessiz, zorlamasız, verili her şeye kabulle yaklaşan köle ruhlara yer açan bir nitelikte.
Bu son cümleniz çok anlamlı. Sanırım postmodern ırkçı söylemlerle bir tür görünür görünmez olanlar en fazla hırpalanıyor. Başörtülü kadınlar, Müslüman imajını uyandıran sakallı erkekler…
“Müslüman Türk” kimliği önde olan biri olsaydım elbette daha da zorlanırdım. Her ne kadar müslüman kadınların, takıyorlarsa başörtüleri, türbanları, hatta neredeyse çarşafları ve burkalarıyla kamusal alan da içinde olmak üzere kendilerine en yaygın ve rahat yer bulabildikleri Avrupa ülkelerinden biriyse de İsveç, aynı şey giyimi ve ne bileyim, örneğin sakallarıyla “ben müslümanım” bilgisini dışavuran erkekler için pek geçerli değil.
Bu çok ilginç, yani kadınlardan çok erkeklerin rahatsızlık uyandırması…
Metrolarda, diğer kitle ulaşım araçlarında, taşıdıkları sırt çantalarına dikkatle bakılan, sayıları birden çoksa polis ya da diğer özel güvenlik elemanlarına “tehdit içeren” varlıkları ihbar edilenler onlar. İş başvuruları ve görüşmelerinde şanslarının da çok olduğundan elbette sözedilemez.
Sizin yaşadığınız zorluklar “Müslüman Türk”e benzemeyen Türkiyeli göçmenin zorlukları olarak özelleşiyor galiba…
Her şey daha karmaşık, genelleştirilemeyecek biçimde, hatta bazen tekil değerlendirmelerle ele alınmalı bence. Mesela ben ve benim gibiler, birçok müslüman Türk’ün, daha buralara yola çıkmadan yararlandığı bir tür ilişki-dayanışma ağının dışındayız. Onlar, aracılığıyla buraya geldikleri eski göçmen aileleri, akrabalarının onlara sunduğu yasal ya da yasadışı -vergisi ödenmeyen- iş koşulları sayesinde birçok zorluğu daha çabuk atlatıyorlar. Tüm sosis, döner büfeleri, lokantaları, pizzacılar, göçmen marketleri, kasiyer, garson, bulaşıkçı, tezgahtar olarak çalışan “Müslüman Türkler” -ve Kürtler’le, Araplar’la- dolu ve çoğunun işi daha buraya varmadan belli.
Sanata bakışınız üzerine konuşalım mı yine… Sizin benimsediğiniz türde hayatla buluşan, stüdyo ve galerilerden taşan bir sanat, “yüksek sanat” açısından, Bourdieu’cu estetik açısından problemli, bir tür sapma ya da yozlaşma olarak görülüyor. Siz kavramsal sanata yoğunlaşırken, bu tür eleştirilerle karşılaşıyor musunuz? Bu bağlamda Türkiye ve İsveç’i karşılaştırabilir misiniz?
2008’de NY Arts Magazine dergisinde yayınlanması için kaleme aldığım manifestomun cümlelerini aktarmam gerekiyor okurlarınıza:
“Ben bir open flux sanatçısıyım. Kaygı ve sorumlulukla yaratmaktan geri duramayan günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım şu nitelikler, benim yaratımımın da hedefidir: ‘Zamanın ruhu’na (zeitgeist) bir kez daha tanıklık etmek yani giderek daha boka batan bu yerkürede daha muhalif ve radikal olmak. Yaratımlarının mülkiyet sorunlarından daha çok, yaygın dolaşım ve paylaşımını önemsemek. Bağımsız olmak. Yol gösterici, zihin açıcı, sorunlara yeni tanımlar önerebilen bir sanatçı olmanın yanısıra, her türlü etkileşim ve iletişime açık, gerektikçe oyun kurucu olmayı becerebilen bir sanatçı da olabilmek. Elitizm batağına da, popülizme de düşmeyen bir cesareti, özgünlüğü ve niteliği varetmeye, ötesi hep korumaya çalışmak.”
Dolayısıyla bağımsızlığa yazgılı bir sanat, değil mi… Ya da şöyle sorayım: Eserini merkeze alan sanatçı bağımsızlığa yazgılı değil midir?
Sanırım… Tabii ki yolu böyle çizince, verili sanat mekanlarının genelgeçer kabul cümleleri, hakim sanat ve kültür ilişkiler ağı, o ağın hiyerarşik kuralları, tabii ki çok önemsediğim şeyler olmuyor. Ya da tam tersine onların hiç ummadığı, beklemediği, istemediği yerden bir umursamayı yaşayabiliyorum. Mesela, İsveç’teki sanat kültür fonlarına destek almak için başvurmamış olmasına rağmen kendilerine -yasadışı, ayrıcalıklı- destek verildiğini öğrendiğim birkaç sanatçının varlığından raslantıyla haberdar olunca, işin ötesini merak edip araştırmaya başladım. Bu araştırmanın varabileceği sonuçlar, yıllardır sürdürdüğüm, bir iki insanı vitrinden gösterip kendini saklayabilen sanat kültür mafyasının derin, kirli bir vadide akan yapısına dair sonuçlarla birleşecek gibi… Bu sonuçlar sivri dilli yüzleşmeci sanatişlerine mi dönüşür, skandalı duyuracak bir gazete haberine mi bilemiyorum henüz. Ama bu emekyoğun, hedefine odaklanmış girişimlerimin tümü de Open Flux manifestomdan bağımsız değil.
Ben artık, eşitsiz bir çıkar ilişkisi içinde oldukları güç sahibi sanat aktörlerince popüler olmaları karar verildiğinde gözönüne çıkarılan, bazen yoktan varedilen, bazen dönüştürülen, artık onlara ne kadar ait olduğu sorgulanabilecek “şeylerle” ülke ülke gezebilen onur fukarası kimi sanatçıları anlayamıyorum. Bu sözüm tabii her biri için geçerli değil. Samimiyetin, bağımsızlığın -en çok da bağımsız ruhun-, yeterli bilgi ve yetinin olmadığı yerde güçlü sanat olmaz. Tüm bu niteliklere ek olarak, varolana, sürüp gidene, alışıldığa, kuraldan sayılana karşı her anlamda müdahil olmak isteyen, yeni önermesiyle, bağlamıyla, dönüştürücü gücü ile bunu becerebilen dokunuşlar ise öncü sanatı beraberinde getirir. Yeni tartışmalar, itirazlar, direnişler başlar, akan şey değişe, dönüşe güçlenir, giderek belirleyici olmaya başlar. Birileri bu yeniye de “eskisin” diyene kadar… Gerisi hikaye!
Sizin gibi avangard çalışmalar yapan bağımsız sanatçıların uluslararası sanat ortamlarında yer bulma ve performanslarını sergileme şansını merak ediyorum?
Tümüyle kişisel çabalarımıza bağlı, diyebilirim. Eminim ki beni ve benim gibileri tanıyan, bilen, izleyen, hatta gizli ya da açık beğeni cümleleri kuran küratörler, galeristler, sanat seçicileri vardır. Ama çoğu “niye risk alayım ki,” der geçer. Çünkü kendi seçimlerinin koordinatları da bence kendi asal beğenilerinden geçmiyor. Pazarı tanıyan, pazarın ne istediğini bilen, pazara yeni bir “şey” önerecekse o önerisini önceden alabildiğince “şekilleyen” aktörler çoğu.
Öte yandan, uluslararası sanat ortamı, bir yanda gücü elinde bulunduranların, pazara sahip olanların, diğer yanda son yirmi yılda çağdaş sanat ortamına davet edilen ve kavram, izlek, dizge, mekan, ortam, sanatçı belirleyici güçleriyle sahip oldukları etkin rolün, edindikleri payların üzerine kalkmamacasına çöreklenen yeni sanat aktörlerinin arasında kendini sürekli yineleyen bir bunalım içinde.
Bir yanda hızla yeni sanat yıldızları ve onların satılacak değerli malları yaratılıyor, pazara sürülüyor ve iş koleksiyoncuları iknaya kalıyor. Öte yanda, yeni, farklı, öncü hiçbir şeyi yaratamayacak yorgunlukta, iç geçmişliğinde, simbiyoz bir kalabalık için yeni fonlar, etkinlikler, sahneler, sergiler bulunmaya çalışılıyor. Her dönüştürülmesi zor “yeni” kişi ve yaratımdan korkuluyor. Her gerçek etki gücüne sahip girişim baştan evcilleştiriliyor. Kirin bu kadar yoğun, katmanlı, çirkin, hiyerarşik, acımasız, hoşgörüsüz, mutsuz, doyumsuz aktığı az sektör vardır.
Sektörün ana yapıtaşları, sanata hayran ama yaratamayan sefil ruhlardan oluşur; kurulan egemenliğin keyfi o seçilmiş sanatçılarla paylaşılır. Birbirleriyle sürekli dayanışma içinde olan, kendilerini kültür seçkinleri olarak niteleyen bu kalabalık, uluslararası ağları ve konforları içinde, hiç adını açıkça koymasalar da biliyorlar ki, ağır bir güvenlik sorunu yaşıyorlar, yaşayacaklar.
Bu anlattığınız şartlar altında bienal, trienal veya başka zeminlerde süren performans sanatları, güncel sanat nereye gidiyor sizce?
Güncel sanatın neye evrileceğinin ipuçları alabildiğine belirsiz. Bu ‘yarınsızlık’, sektörün sürdürücülerini buz gibi bir paniğe sürüklüyor, hissettirmemeye çalışıyorlar.
Cihan Aktaş: Siz sanat adına yerleşmiş bir ilişkiler ağının hegemonyasına karşılık sanatla hayatı bütün olarak gören, bir bakıma sanatı hayata, hayatı da sanata katmaya çalışan bir çabayı önemsiyorsunuz. Nasıl karşılanıyorsunuz peki? Anlaşıldığınızı, anlamlı bir şekilde eleştirildiğinizi düşünüyor musunuz?
Hakan Akçura: 20 yıldır sanat ortamındayım, yapılan röportajların haddi hesabı yok ama sanatım hakkında sadece tek eleştiri yazısı var, o da itibarsızlaştırmak için. Ama o bile bir şey…
Danışıklı olmayan, baştan şu ya da bu şekilde ücreti ödenmemiş, vaadi verilmemiş kaç yazı var ki yazılan, sanat eleştirisi olan! Birileri hep “Hakan ya, çok önemli bir yerde akıyor sanatın, senin hakkında yazmayı hep düşünüyorum,” diyor, ama yazmıyor. Bunu deme ihtiyaçları niye var o halde, bilmiyorum açıkçası.
Ben sanat ortamında, şu ya da bu güç sahibinin, o güçle belirleyenin yolunda, suyunda, isteğinde, kabul görmek için yazana “anaakım yazarı” derim. Türkiye’de bu tanımın dışında kalan sanat yazarı bir elin parmaklarını geçmez. O yüzden ne özgün, ne derin, ne de yeni ve zihin açıcıdırlar. Oysa yazıları özgün, derin, nitelikli olmayan yazarlar, bağımsız yazma geleneğinin varolduğu yerlerde okunmaz, sektörün reklam yazarları olarak anılır. Ben, hakkında tonla yazı yazılan kimi sanatçıların bile, eğer kendilerini umursuyorlarsa, hakkında yazılanları özgün, derin bulduğunu sanmıyorum.
Oysa her doğru sanatçı, sanat felsefesi, kuramı, tarihi, eleştirisinde zihin açacak yeni, özgün, derin cümlelere açtır. Sanat adına diğer düşünen ve yazanların yazma saikleri ise farklıdır. Doğru sanatçı, o yazarlarda, eleştirmenlerde, en iyi anlatıcıyı, yansıtıcıyı, göstericiyi, kazan kaynatıcıyı, kafa karıştırıcıyı, can sıkıcıyı, hatta düşmanı bulmak ister. Ben Türkiye’de bunu hemen hiç bulamadım.
Sonuçta biz sanatçılar her şeye rağmen “görülmek için” bu sektöre muhtacız. Ne yaparız? Sanat ortamında çok az da olsa bulunan kimi farklı özneleri, bağımsız galerileri arar, buluruz, onlar eliyle “yollar ararız”. Ya da iletişmek istediğine aracısız ulaşmanın yeni yollarını bize veren yeni medya ve internette soluk alır, üretir, kendimizi tanıtıp duyururuz.
Geçtiğimiz günlerde Stocholm’de “Yeni fikirler, buluşlar fuarı”nda fotoğraf serginiz vardı. Başlığı çok hoş: “Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!” Sohrab Sepehri’nin şiirini çağrıştırdı bana: “Her nereye gidersem gökyüzü benimdir.” Üç mevsim boyunca çalıştığınız bakımevinin balkonundan seçtiğiniz gökyüzü kareleri… Sergiye nasıl hazırlandınız, nasıl karşılandı?
Bu serginin benim için en hoş özelliği, ilk kez, aslında sergilemeyi hedeflemeden yaptığım bir eylemin ve sonuçlarının bir sergiye dönüşmesiydi. Daha önce sözünü ettiğim son işyerim bakımevindeki sigara molalarında çıktığım balkonda, gökyüzünün panoramik fotograflarını çekme alışkanlığım vardı. Aylarca atelyeme gidecek zaman bulamadığım yoğun iş temposunda yaptığım tek “yaratıcı iş”ti bu, bana iyi geliyordu, aldığım “nefesi” genişletiyordu. O fotografların birçoğunu, çeker çekmez, sosyal ağlarda paylaştım. Fotografları balkonun ortasından, en geniş panoramaya sahip noktadan, yani hep aynı noktadan çektim.
Bu eski bir alışkanlıktı aslında: 1995’de 4. İstanbul Bienali için yaptığım “Pencere” adlı işim de evimin balkonundan beş ay boyunca aynı noktadan, değişik zaman ve ışıkta, değişik halleriyle belgelediğim bir başka evin fotograflarından üretilmişti.
Neyse… Bu gökyüzü fotografları biriktikçe hoş bir toplam oluşturdular. İşverenim, aslında mesleki gelişmelerin, yeni fikirlerin tartışılacağı bu fuarda bir sanat sergisi arzulayıp, bana fikrimi danışınca, yarı şaka, yarı ciddi bu fotograf serisinin sergilenebileceğinden bahsettim. Havada kaptı bu fikri, üretim, baskı sürecine destek verdi ve sergilendiler…
Sergi o sadece bir günlük kısa varlık süresinde, bir sanat sergisiyle karşılaşacağını hiç ummayan binlerce insan tarafından gezildi ve çok ilginç, hoş, keyif aldığım tepkilerle karşılandı. Konuşmaktan, anlatmaktan yoruldum. Mesela aslında haliyle meslektaşım da olan bir ziyaretçi şunu dedi: “Kaçımız on yıllardır her karışını ezbere bildiğimiz işyerimizdeki o balkona çıkıp da hiç görmediğimiz bir şey gibi gökyüzüne bakacağız yarın, biliyor musun Hakan?!” İyi geldi tabii…
Mutlaka bütün performanslarınızı önemsiyorsunuzdur. Bazılarını okuyucularımızla paylaşmak ister miydiniz? Fikir nasıl doğuyor, eser nasıl gerçekleşiyor, sunum hemen mümkün oluyor mu?
Bir videoperformansımdan, fikrinin doğuşundan, sürecinden daha önce bahsettim: “Günaydın.” Sunumu üç karma sergide oldu. İlki Stockholm’de. İkincisi Zagrep’te. Sonuncusu ise nihayet bu yıl boyunca sürecek bir sergide, İstanbul Adalar Müzesi’nde. İlk iki sunumumun sonuçlarından çok hoşnutum. Umarım İstanbul’da da ilgiyle karşılanır.
Aynı izlekte, yani İsveç göçmenlik sürecimde yaptığım daha erken tarihli bir videoperformansım da sergileniyor Adalar Müzesi’nde süren “Göç Bağlantıları” sergisinde: “İsveç Göçmen Dairesi’ne açık mektup”.
2006 yılında, İsveç Göçmen Dairesi’ne oturma ve çalışma izni almak için ikinci kez başvurdum. Onların görüşme davetini aylarca bekledikten, ben gibi bekleyen 10 bin kadar başka insanın da olduğunu öğrendikten sonra, bu videoperformansı yapmaya karar verdim. 50 dakikalık tek taraflı bir görüşme kaydı. Videoperformansımda Göçmen Bürosu’nun soracağını bildiğim soruları cevaplamakla kalmayıp, onların asla sormayacağı, bence çok önemli başka soruların cevaplarını da vermek, aslında İsveç’e, ülkenin göçmen politikasına, bizzat Göçmen Dairesi’ne, günlük tanıklık ve izlenimlerime dair düşüncelerimi iletmek, paylaşmak derdindeydim.
Videoperformansın kaydını Göçmen Bürosu’na yolladığım gün içeriğini kamuya da açıkladım ve diğer binlerce göçmenle paylaştığım bu ortak sorunumu medyaya taşıdım. İsveç’in en çok satan ikinci gazetesi Svenska Dagbladet’te, hemen ardından Türkiye’de Radikal gazetesinde, İsveç’te devlet TV ve radyo kanallarında geniş yer buldu. Yaptığım işin ne kadar olumlu etkisi oldu bilmiyorum, ama hem ben süresiz oturma ve çalışma izni alma, ardından vatandaşlığa kabul edilme süreçlerimi sorunsuz ve hızlı yaşantıladım, hem de genel olarak söz konusu bekleme süreleri çok kısaldı.
Bir de “Sazak’ın Dikenleri”ni konuşalım istiyordum…
2009 yılında, İzmir’in Karaburun ilçesinde yeralan, öldürülüp, sürülüp, göçe zorlanan eski sakinlerinin Yunanistan Patras’taki torunlarının 87 yıl sonra ilk kez ziyarete gelecekleri bir Rum köyünde, Sazak’ta bir performans yaptım. Bu performansı videoyla belgeledim ve yaygınlaştırdım.
Yaptığım performans şuydu: Onların ziyaret tarihinde, köyün terkedilmiş yıkıntılarının arasında, yollarında, kilisesinde büyüyen, adım atmayı zorlaştıran devedikenlerini bahçıvan makasıyla, gündoğumundan günbatımına kadar kesmek. Yapabildiğimce… Bir simgesel arınma, temizlik, hoşgeldin eylemi olarak… Bu kadar! Performansıma o günlerde misafirim olan dostum Dror Feiler de iki notası kırık eski bir yöresel klarnet ve doğaçlama müziğiyle katıldı. Dror Feiler, bir besteci, sanatçı ve Gazze’ye üçüncü seferini geçtiğimiz yıl düzenleyen İsveç “Ship to Gaza” girişiminin kurucu ve sözcüsü.
Performans belgeselim, Patras’tan gelen torunların Sazak’ın silüetiyle karşılaşmasının, iki ayrı köyde düzenlenen karşılama yemeklerinin görüntülerini, en önemlisi köyün eski sakinlerinin bulabildiğimiz fotograflarını da kapsıyor ve internet üzerinden yayınlanıyor. Karaburun Şenliği, Ankara Film Festivali, Portekiz Temps D’Images Film Festivali, Londra Distance Festivali’nde gösterildi. Her birinde, eski sakinlerin fotografları ve benim performansımın, öncesi, sırası, sonrasıyla tüm sürecini belgeleyen fotograflarla… Henüz Yunanistan’da gösteremedim, sergileyemedim. Ona yanarım.
Çok etkileyici… İnşallah Yunanistan’da da sergilersiniz. Refahiye’de çocukluğumun geçtiği ev, mübadele sırasında Yunanistan’a giden bir aileye aitti. Yıllar sonra ailenin gençleri kasabaya geldiler ve o evde yaşayan büyükleri için fotoğraflar çektiler, toprak götürdüler. Ellerini kapılarda pencerelerde gezdirerek bir geçmişi avuçlarında toparlamaya çalışıyorlardı sanki. Çok hüzünlendirmişti beni izlediklerim o yaşta, siz anlatırken o günlere gitti aklım.
“Güncel sanat” Türkiye’de çok iyi bilinmiyor, kimileri de onu sanattan saymıyor. 1960’lar Amerikası’nda Claes Oldenburg, sokağa sahip çıkan sanatı gündeme getiren sanatçılardan biri, şunları söylemiş: “Size saatin kaç olduğunu, aradığınız sokağın nerede olduğunu söyleyen sanattan yanayım. Yaşlı bayanların karşıdan karşıya geçmesine yardım eden bir sanattan yanayım.”
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırarak “sanat” kılan nedir? Hayatın sanatlaştırılması güncel sanat yoluyla ne ölçüde olası dersiniz...
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırıp “sanat” kılmak, yaratıcı, gerekiyorsa aynı zamanda araştırıcı, biriktirici, düzenleyici, yeniden kimlik katıcı edimlerin, eylemlerin, üretimin sadece “niyetiyle” ilintili. Bu niyetle, yani bir sanat nesnesi, edimi, etkinliği, düzenlemesi, müdahalesi hedeflenerek varedilmeleri “sanat” olarak tanımlanmaları için yeterli.
Ama elbette ki güncel sanat örnekleri içerdiği ya da içermediği özgünlük, samimiyet ve derinlikleriyle, etkileyici ya da sıradan, zamana yayılan ya da genelgeçer niteliklerde olabilir. Yani, eğer sorunuz, niteliği güçlü güncel sanatı bulmayı, ayırt etmeyı hedefliyorsa, sorularımız da değişir: Dönüştürüyor mu, dönüştürmüyor mu? Farkındalık veriyor mu, vermiyor mu? İzleyicisi ya da katılımcısıyla birlikte yeniden üretiliyor mu, üretilmiyor mu? Tek ve benzersiz mi, türev mi? Yaşamı -zihinde, algıda, bellekte ya da gerçeklikte- farklılaştırma gücüne sahip mi, değil mi?
Oldenburg’dan bu yana çok sular aktı. Bana sorarsanız, güncel sanat ortamlarının bugün en büyük zaafı, kendi içinde kolaycılığa, türevciliğe verdiği geniş yaşam olanağı. Birbirine çok benzer, birbirinin türevi, “ben yaptım oldu”cu, sığ güncel sanat örneklerinin yaygın varlığı, onların sanat ortamlarında daha önce sözünü ettiğim kirli ilişkilerin iç yasaları gereği çok rahatlıkla ve devamlılıkla yer bulabilmesi…
Söyleşimiz uzayıp gidecek galiba, aklımda daha çok soru var. Türkiye’de Fazıl Say’ın söylemleriyle tartışmaya açılan “çoban ve sanat” konusunu da konuşalım isterdim. Çobanların sanattan anlamayacağını, sanatın her zaman çok daha “yüksek” bir yerde durması gerektiğini sanatçılarımıza düşündürten nedir dersiniz?
Geleneksel sanat tarihi, her sanatçının “kendini seçkin hissetme hakkı” tarihidir de… Dada’dan bu yana akan ve sanatın, sanatçının geleneksel kibrinin burnunu sürten yüz yıllık tersine süreç ise Fazıl Say gibileri elbette hiç etkilemez. Çünkü onların kibri katmerlidir. Kemalist ırkçı beyaz türk seçkinciliğiyle, geleneksel sanatçı seçkinciliği elele, yanyana aynı ruhta, bedende varolur.
Sanatın işlev ve amaçlarından biri, alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak da… Günümüzde güncel sanatın elbet sanatsal kuralların içinde kalarak bu işlev ve amaçları gerçekleştirebildiğine inanıyor musunuz? Daha önemlisi özellikle şaşırmaz hale gelen izleyici üzerinde etki oranını artırmak üzere kavramsal veya performans sanatları alanında devreye sokulan irkiltici çirkinlik ve teşhir edilen “yaraları” nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Günümüzde güncel sanat” derken çok geniş bir toplamdan sözetmiş oluyoruz. “Alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak” işlev ve amacının, bu çok geniş toplamın ortak hedefi olmadığı ise kesin. Ne iyi ki böyle!
Böylesi bir işlev ve amaç, özü gereği yaratıma dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki, güç ekleme çabasını, arayışını gerekli kılar. Bu etkinin ve gücün kısa erimli olacağı ve herkes ve her şey tarafından hızla eskitilip, normalleştirileceği bir zamanda yaşıyoruz oysa. Yine de sektör bu tür yaratımları hızla tanımlayıp, uygun bir biçimde kendi içinde kategorize etti, ediyor.
1997’den 2000’lerin başına kadar Londra, Berlin, Canberra ve New York’a, neredeyse dünyayı dolaşan Saatchi’nin “Sensation” isimli uluslararası sergisi tam da buydu. Marcus Harvey’in minik çocukların el izleriyle yaptığı/yaptırdığı, İngiltere’de çok sayıda çocuğu öldüren bir çocuk bakıcısı Myra Hindley’in dev portresi de (“Myra” / 1998) vardı o sergide, Tracey Emin’in iç yüzüne 1995 yılına kadar birlikte olduğu erkeklerin isimlerini yazdığı kamp çadırı da (“Everyone I Have Ever Slept With 1963 – 1995” / 1995) vardı.
Yapıldıkları dönemde yoğun tartışılan, adı üzerinde sansasyonel bu işlerin, zaman içinde sanat tarihinde nasıl konumlanacağı meçhul. Bana kalırsa, gelecekte, “güncel sanatın 1900’ların sonuna, 2000’lerin başına denk gelen derin kriz döneminde -ki Damien Hirst’ün o dönemin en ünlü ve en çok kazanan sanatçısı olmasından da anlayabileceğiniz gibi- bir çok sanatçı, derinliği, katmanlılığı çok kuşkulu sansasyonel işlerle geniş kitlelerin verili önyargılarını, toplumsal, cinsel, ahlaki, dinsel kodlarını sarsmayı seçti” deyip geçecekler.
O günlerin geleceğine, yani bu yerkürenin bizlerle birlikte bir iki yüz yıl daha döneceğine ilişkin umudum pek olmasa da, “dönse böyle denirdi” diye tahminimi söyleyebilirim nasılsa. Sıradışı bir sanat eleştirmeni olan Ben Lewis’in “Sanat tarihinin çöp tenekesi” başlıklı makalesi sürece ilişkin bakışımı özetler aslında. Size ve okurlarınıza öneririm.
Bir kenara not ediyorum hemen.
Peki, ürperten, bizde güzel duygulara yol açmayan çirkin ve tiksindirici araçsallık sanatın amacı olabilir ve sanatı var kılabilir mi…
Bazen evet, bazen hayır.
Yakınlarda, tanınmış, ötesi sadece sanat eliti olarak değil soyadının verdiği güçle aristokrat da sayılan bir İsveçli sanatçı, Carl Michael von Hausswolff, yeni sergisinde “farklı” bir resim sergiledi. Resminde, 1943 ile 1945 arası 80 bin insanın öldürüldüğü Polonya Lublin’deki Majdanek Nazi Ölüm Kampı’na 1989’da yaptığı ziyaret sırasında çaldığı kurban küllerini kullandı. Polonya’da savcılık, hakkında, insanlığın temel değerlerine saygısızlıktan ve hırsızlıktan ceza davası açtı, İsveç’teki Yahudi dernekleri sergiyi protesto etti. Sergi kapanmak zorunda kaldı ve soruşturma başlatıldı. O ise özetle, yıllarca karşısında duran ve artık onu bir şeyler yapmaya zorlayan küllerle yaptığı bu resimle soykırım kurbanlarının anılarına saygısını gösterdiğini açıkladı.
Benim gözümde, daha yıllarca benzer durumlarda örnek gösterilecek, alabildiğine kolaycı ve soykırımı anlamaktan, kurbanlarına saygı göstermekten ne anlaşılamayacağını gösteren ama yarattığı sansasyonla hedefine ulaşan bir işin altına imza attı.
Ben de örneğin “Bir eksik (İsveç ikilemi: Steril ya da değil)” başlıklı işimde bir başka insanlık suçu, İsveç’teki geçen yüzyıldaki kısırlaştırma politikası ile kağıtsız göçmenleri sağlık hizmetlerinden uzak tutan bugünün devlet politikasını birlikte hedefime aldım ve irkiltici bir sanat formu kullandım: Sabundan pastalar…
Kağıtsız göçmenlere gönüllü hizmet veren yasadışı sağlık ocaklarından topladığım kanlı, irinli çöpleri pastalardan birinin içine yerleştirip sergileyebilmem, onların izni ve desteği ile olanaklıydı benim için.
Herhangi bir sanat işinin sizler üzerinde yarattığı etki eğer sadece tiksindirmek, ürpertmekse, ötesine bir yolculuğa çıkamıyorsanız onun hakkında kuşkulanmakta haklısınız bence… Ama o yolculuğa sadece önyargılarınız ve alışkanlıklarınız, damak tadınız yüzünden çıkmayı istemiyor ve işin tiksindirici, ürpertici niteliğine bir özür olarak sarılıyorsanız, kuşkulanmanız gereken daha çok kendinizsiniz.
Her iki ülkenin de sanat faaliyetlerini yakından izliyorsunuz. Türkiye ve İsveç izleyicilerinin eser ve performanslarınıza yaklaşım ve tepkileri örneğinde bu konuda bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
Bu soru diğerinin ardından gelince, beni de mi “dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki peşinde koşan” sanatçılardan biri olarak görüyorsunuz diye kuşkulandım. Umarım değildir.
Hiç olur mu? O şekilde görseydim sizinle söyleşi yapmayı istemezdim.
İyi, sevindim o zaman.
Benim “gerilla sanat işleri” dediğim ve genellikle üretildiği dönemdeki hakim verili gündeme karşı konum belirleyen işlerim yok değil. Ama onlarda bile katmanlılığı, derinliği, zaman yayılabilirliği, izleyicisi -göreni, bakanı, okuru, tüketicisi- tarafından yeniden üretilebilirliğini hep dert edindim. Umarım başarabilmişimdir.
Genel olarak ise benim yaratımımın geri dönüşleri genellikle, tam da merak ettiğim, önemsediğim biçimde, izleyicilerimin kendilerini o işimle birlikte kendilerini kendi yaşantıları içinde yeniden konumladıkları yerden gelir. Bu bazen, benle yaratımımın bağlamını, öznesini, derdini tartıştıkları, bazen de yaratımımın onlarla birlikte eksilen ya da zenginleşen yeni niteliğini bana öğrettikleri bir etkileşimdir.
Ben aynı zamanda izleyicilerinden öğrenmek için, aslında onlara tuttuğu aynanın sonuçlarından nasiplenmek, merak gidermek için üreten bir sanatçıyım. Her gerekli nedenle, her gerekli anlamda, her biçimde “yüzleşme” o yüzden dönüp dönüp çevresinde yolaldığım ana izleğim, ana derdim belki de.
Siz eseri “yaratım” olarak adlandırmayı tercih ediyorsunuz. Müslümanlar açısından bu kullanım tartışmaya açık. “Yaratım”da, Tanrı’ya öykünmede, çok bütüncül bir iddia varken, mesela “eser” daha mütevazı.
Bu notu takiben size şu soruyu da sormak istiyordum: Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebildiniz mi, Türkiye dışında?
Ben kendi inancımın tersine eğer bir yaratan varsa, tek yaratanın kendisi olmasını hiç istemezdi diye düşünenlerdenim. Onun milyarlarca insanda nasıl taşınabildiğini gördüğüm imgesiyle aşık atmak, onla yarışmak derdim hiç olmadı. 
Hayır, Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebilme şansım hemen hiç olmadı. Oysa güncel sanatın uluslararası platformlarına taşınan İran, Irak, Mısır ve diğer Müslüman yoğun ülkelerin sanatçılarının işlerinin kendi ülkelerinde nasıl karşılandığına dair merakım hep oldu.
Mesela, uluslararası sanat ortamlarının gediklisi, yıllardır oryantal hazla işleri tüketilen kimi muhalif Müslüman sanatçıların o artık hiçbiri pek de yeni olamayan işlerinden çok, Kuzey Afrika’daki ayaklanma ve isyan günlerinde gelişen sokak sanatı ilgimi çekti.
Kimi dağınık örneklerle devam etmek isterim:
Düzenlediği HEP Iran karma sergisine, şahsen gidemesem de videomla katıldığım, Sazmanab Platform’un sürekli haberlendiğim Tahran’daki ilginç sergilerinin nasıl karşılandığı da merakımdır.
Bir tek, neredeyse yalın kılıç tüm Avrupa Birliği’ne karşı oldukça ilginç bir müslüman sanatçı duruşu sergileyen arkadaşım Damir Nikšić’in Saraybosna sergilerinin geri dönüşleri hakkında bilgilenebilme olanağım oldu ve oradaki ortamın aslında İstanbul’dan pek farkı olmadığını anladım.
Saraybosna hakkında çok az fikrim var ama İran’da güncel sanatın sokaklara taştığını, metro istasyonlarında olağan bir şekilde sergilendiğini görüyorum.
Ne hoş! Tahminimin dışında bu gerçeklik… Umarım bir gün yolum düşer İran’a.
Belki sorunuzun doğrudan hedefi değil ama, Stockholm’deki sergilerimin sürekli galerisi Tegen 2’nin her yeni açılışında, gerek galerinin muhalif politik, hatta bazen bizzat aktivist sanat çizgisi, gerekse sahiplerinden Dror Feiler’in “Ship to Gaza” girişiminin öncü isimlerinden olması dolayısıyla İsveç’te yaşayan müslümanların yoğun ilgisini görmeye çok alışık olduğumuzu söyleyebilirim.
Açıkçası İsveç’te, sadece müslümanlar değil, ama içinde onlar da olmak üzere, sanat kültür seçkinlerinin o sahte, hazır cümlelerini kullanmadan güncel sanatla ya da sanatımla karşılaşıp, üzerine tartışabilen sahici insan gruplarını fazlasıyla yeğliyorum.
2010 yılında Beral Madra Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’ndayken Tophane 5 Nolu Antrepo’da açılan “Sanat Limanı” sergilerini gezerken, İstanbullu, genellikle de genç dindarların, güncel sanata, hem yoğun katılımını, hem de ilgisini görmüş, şaşırmış, çok sevinmiştim. Daha sonra, “Sanat Limanı”yla açılan bu kapının mekanla birlikte kapandığını düşünürken, geçen yıl son İstanbul yolculuğumda en bilinir güncel sanat mekanlarının en görünür ziyaretçilerinin de aynı kesimden insanlar olduğunu görünce o kapının belki de artık hiç de kolay kapanamayacağını düşündüm, sevindim.
Doğrusunu isterseniz ben de sizinle söyleşi yapmayı, sizin performanslarınızı incelerken özellikle “selam” konusundaki ısrarınız üzerine düşünmüştüm. Söyleşimizi de bu bağlamda bir soruyla bağlamak istiyorum. Sizin selamda ısrarınız… İnsanlar pekâlâ ihtiyaçları olduğu halde niye selamı sabahı kesmekte bu denli hevesliler? Ben kendimi yeniden Müslüman olarak tanıdığım ilk yıllarda, sokakta gördüğüm ve buna açık olduğunu düşündüğüm insanlara selam vermeye çalışırdım ve özellikle başörtülü olduğum için çok ters karşılıklar aldığımı hatırlıyorum. 1980’li yılların başları… Siz de Avrupa’da yeni ırkçılığın kol gezdiği ortamlara kendi selamınızı taşımaya çalışıyorsunuz. Selamı sabahı sohbeti yeniden hayata katma konusunda niyetli insan başka neler yapabilir?
Selamı yeniden hayata katmak, “nasıl bir selamı hayata katmak istediğime dair” sorunun cevabıyla birlikte tartışılıyor artık benim sanatımda.
Epey bir süredir İsveç’in, aslında tüm İskandinavya ve İzlanda’nın saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihinin kökleri üzerine çalışıyorum. Bu topraklar birkaç yüzyıl öncesine kadar, toplum tarafından artık beslenmemesi gerektiğine inanılan yaşlı, güçsüz ve engelli insanların, önce penceresiz bakımevlerine tıkıldığı, ardından özel uçurumlardan atıldığı topraklar. O zamanlardan ve başka toplumsal yaygın suçlarla da derinleşen ortak utancın, bugün günlük yaşantıda sıklıkla kullandıkları ve önemli bir bölümü yeni ırkçılıklarını da besleyen davranış, düşünüş, eyleyiş kodlarının nedeni olduğunu düşünüyorum. Bulup, biriktirip, seslendirip, uygun bir sanatsal formda karşılarına çıkaracağım o yüzlerce kodun görünür, duyulur halleriyle yüzleşmelerini sağlamak temel derdim. Aslında bu sayede, onların hangi selamlarına benim de karşı bir selamım olmadığını dışavurmuş, açıklamış olacağım.
Yaşlılar gerçekten mi özel uçurumlardan atılmış, yoksa metafor olarak mı kullandınız uçurumu… Çok korkunç bu!
Evet, gerçekten… Sadece yaşlılar değil, güçsüz ve sakatlar da. O uçurumların adı “ättestupa”:
ätt = soy, aile / stup = uçurum / stupa = ansızın ya da direnerek ölmek / ättestupa = ailelerin ansızın düştükleri, atıldıkları uçurumlar.
Bu gelenek, yaşlılarını genellikle kendi başlarına ormanlara yollayan Japonya hariç bir tek İsveç ve İzlanda’da var. Resmi söylem bunun bir söylenti olduğunu, hiçbir kanıtı olmadığını söylüyor ve kelime sadece emeklilere, yaşlılara yönelik kötü devlet politikalarını haber yaparken kullanılan bir metafor olarak geçiyor.
Yaşamın ilginç bir tesadüfü olarak neredeyse üç yıldır da, dün olsa o uçurumlardan atılacak ilk kurbanlarla, hasta ve engelli yaşlılarla, onların bakımı, korunması için çalışıyor ve benle birlikte aynı işi yapan onlarca insanı izliyorum. Çok öğretici bir dönem benim için…
Böylesine bir kalkışmanın bu toprakların sadece sekiz yıldır tanığı olan bir göçmene düşmediğini, haddimi bildirerek bana öğretmek isteyecek çok kişi olacak. O yüzden kalkışmamın çok sakin, çok “içerden”, yeni bir vatandaşın diğerlerini özgürleştirme çabası olarak inşa edilmesi gerekiyor. Yorucu ama her adımı kelimenin her anlamıyla yeni bir selamı çağıran bir uğraş içindeyim anlayacağınız…
Sonuçta ben yeniden hep beraber gözlerimizin içi gülerek selamlaşabilmek için, bu kez, belki hep birden yeniden atlamak gereken uçurumlar olduğunu düşünen, hala iç rahatlığı ve sevinçle selamlaştıklarımla buna yolu açmaya çalışan bir sanatçıyım.
Çok teşekkür ederim. Uzun bir söyleşi oldu ama güncel sanat hakkında ve İsveç’te Türkiyeli bir göçmen sanatçı olmak nasıldır, bu tecrübe üzerine çok şey öğrendim. Okuyucularımız da eminim aynı şekilde düşünecektir. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Sağolun. Ben de size başarılar, selamı, sıhhati bol günler diliyorum.
Hakan Akçura kimdir?
1995’de katıldığı 4. İstanbul Bienali’nden bu yana dört kişisel, İstanbul ve Stockholm başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında çok sayıda karma sergide işleri sergilenen, 2005 yılından bu yana İsveç’te yaşayan ve üreten ressam, şair, video ve performans sanatçısı, tasarımcı.
Sanatçı, son yıllarda milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı, kürt sorunu, göç ve zorunlu göç kavramlarıyla sıklıkla haşır neşir olduğu, barışı ve birçok coğrafyada toplumsal yüzleşmeyi çağıran işlerini blogu Open Flux’tan yaygınlaştırdı. 3,5 saatlik videosu “Gerçekler Bilinsin Yeter” (Abdülkadir Aygan’ın ya da Türkiye’nin karanlık 22 yılının portresi) ve görsel tasarımları “Kemalizm bir ibadet biçimidir”“Şahmeran: Ceylan’dan bize kalan”, “Türk ırkçılığıyla yüzleşme yazıtı“, “Kürtçe dersleri“, “Türkiye linç haritası” ile adından sıkça sözettirdi.

Yaşlılar için dönüşsün kentler – Cihan Aktaş



Yaşlılar için dönüşsün kentler


Cihan Aktaş


20/02/2013

Dünya Bülteni

“Ortalık insan yüzü görmek için süpermarketlere gidip hiçbir şey almadan çıkan ama bu arada birileriyle iki cümle kurabilen, tittrek, ürkek, içine kapanık, yaban, çocuksu yaşlılarla dolu.” Hakan Akçura

İnsan ömrü refah seviyesine bağlı olarak uzuyor ya, bu tür bir refah aynı zamanda o uzayıp giden ömrü ne yapacağını bilememenin  acıklı kaynağına da dönüşüyor.  Ömrün ucu uzun, demiş zamanında, tecrübe edenler. Acaba toplumsal ve bireysel refah seviyelerini, yaşlılık günlerinin bir kâbusa çevrilmesine izin vermeyecek şekilde yeniden tanımlamak nasıl mümkün olurdu?
Daha somut soru ise şu: Kentsel dönüşüm, yaşlıların aileden kopmaksızın bakılması açısından nasl tasarlanabilir? Yeterince gerçekçi metin kaleme alınıyor bu konuda, ben de biraz hayal kurmuş olayım; elbet elden ayaktan düşen için kaygı duyan her insanı ilgilendirmesi gereken  zaruri bir hayal.
Bir ayı geçti, İsveç’te yaşayan  ve güncel sanat alanında eserler veren Hakan Akçura ile internet üzerinden bir söyleşi yapıyorum Dünya Bülteni için. Akçura’nın yoğun çalışmaları ve benim de internet bağlantılarımda meydana gelen aksamalar nedeniyle söyleşimiz umduğum süre içinde tamamlanmadı ama yakında yayında olacak. Söyleşimiz sadece sanat meselelerini kapsamıyor ve zaten gerçekleşme sebebi, hayatla ilgilenen bir sanat üzerine düşüncelere dalma vesilesi olmaktı benim açımdan.
Akçura Stockholm’de yaşıyor ve  bakıcılıkla geçiniyor. Kendi ifadesiyle “yaşlı, her anlamda -konuşma, zeka, bedensel- engelli” dört insana 24 saat hizmet veren bir özel sağlık şirketi bakımevinde çalışıyor. Bu işi bulabilmesi bile çok zor olmuş, Türkiyeli bir göçmen olduğu için. Ancak kendisi hayat tarzıyla sanatsal faaliyetlerini bütünleştiren bir insan. Mesela, bakımevinde çalıştığı sırada molalarda  balkondan  gökyüzünü panoramik olarak fotoğrafladığı sahnelerle “Gökyüzü hepimizi sarıyor” başlığıyla sergi açarak, elimizde olanı görme, hiç görmediğimiz bir şeyi görecek şekilde gökyüzüne bakmayı hatırlatma gibi konularda manalı bir kurguya ulaşıyor.

Halihazırda son üç yüz yılın binlerce yerel gazetesini taramaya devam ediyor.  Aslında tasarladığı tüm İskandinavya ve İzlanda’nın “saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihi”nin köklerinin gün yüzüne çıkması. Söyleşide de okuyacaksınız. İsveç topraklarında birkaç yüzyıl öncesine kadar toplum tarafından artık bir yük olarak görülmeye başlanmış olan yaşlı, güçsüz ve engelli insanlar pencereden yoksun  izbe mekânlara adeta tıkılıyor,  dahası, bu yalıtım da umulan hafiflemeyi sağlayamadığı için olsa gerek, bir zaman sonra da özel uçurumlardan atılıyorlarmış.
Bu özel uçurum konusunu ben önce metaformuş gibi algılamaya zorladım kendimi ve Akçura’ya yeniden sordum. Araştırmaları sırasında gerçekten de güçsüz ve sakatları attıkları ortak isimleri “ättestupa” olan birçok -onlarca- uçurumun varolduğu gizli bilgisine ulaştığını dile getirdi.
Beterin de beteri var. Aklıma Rus anarşist Piyort Tkaçyev (1844-1886) geldi. O yirmi beş yaşından büyük herkesin öldürülmesini talep ediyordu. (Kendisi 42 yaşına kadar yaşamış gerçi.)
Sanat eserleri üzerinden, gençlik yüceltilip yaşlılık değerleri hos görülürken, Avrupa’nın bir çocukluk çağına girmekte olduğunu savunmuştu, Ortega y Gasset. İskandinavya ülkeleri bağlamında yaşlılık sadece “gençlik ülküsü”ne özgü saplantılar ve “üretemez olma kusuru” yüzünden olmayan, aynı zamanda bir ortada bırakma geleneğinin ağırlığıyla da baş edilmesi gereken bir sosyal devlet sorunu.  Çekirdek aileye ait mekânlarda olduğu kadar özel kurumlarda da yaşlıların bakımını ağırlaştıran iklim,   edebiyata da yansıyor.  İsviçreli yazar Maja Beutler’in “Flissingen haritada yok” isimli kitabındaki öyküler, “çelik-krom” soğukluğunu hissettiren bir yalnızlığa dönük çaresiz sorgulamalarıyla yaşlılığın kıyametini haber veriyor gibi geliyor bana, her okuyuşumda. Ölüm, yaşlılık, hastalık… Çocuklar daha iyi durumda da görünmüyorlar gerçi. Herkes kendi iç dünyasında çözümlemeli yalnızlığının sorunlarını sanki, kendine ait “tanrı”sıyla.
1973’te yayımlanan “Bizi aşktan koru” isimli kitabıyla çekirdek aileyi eleştiren, monogamiden “kurumlaştırılmış yamyamlık” diye söz eden Danimarkalı feminist yazar Suzanne Brogger 1990’larda aileye dönüşünün sebeplerini şu cümleyle özetlemişti: “Aile yaşlıları, çirkinleri ve hastaları bakıp koruyacak tek kurum”.
Çekirdek aile bencilliği, daracık insani ufkuyla korkunçtu; ancak artık ölü, sıradan, mutsuz bir orta sınıf ailesi bile, hiç yoktan iyi görünüyordu  Brogger’e.  Çünkü geçen yıllar içinde devletin, ailenin bazı görevlerini üstlenmişse de bunu lâyıkıyla yapamayacağı açığa çıkmıştı.  Genç ve zengin insanlara göre tasarlanan ütopyanın geniş bile olsa cimri mekânlarına sığamıyorlardı, bakıma muhtaç yaşlılar.  Benzeri açıklamaları nedeniyle “gerici” olmakla suçlanan Brogger, “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, birçok bakımdan ihtiyaç duyduğumuz görüşler gerici gibi görünüyor. O zaman da insan susmayı tercih ediyor. Ama ben sorunlar var olduğu sürece onları ortaya çıkarmayı tercih ediyorum” diyerek kendini savunmuştu, Duygu Asena’nın yaptığı söyleşide. (Aynı dönemde Kadınca dergisinde kadınlara aile ilişkilerinde  bencil olmayı ve özveriden kaçınmayı öğütleyen yazılar yazmakta olan Asena, Brogger’in cümleleri karşısında neler düşündü, bilinmez.)
Brogger’in tespit ve eleştirileriyle gösterdiği sorunlar bugün sosyal devletin başedemediği boyutlara ulaşmış görünüyor.  İşte, Avrupa’da devletler, nüfus içinden oranları artarken daha bir külfetli olmaya başlayan yaşlıların bakımını ucuza getirecek çözümler arıyorlar. Almanya’da gündeme getirilen yaşlıların güney ülkelerindeki ucuz huzurevlerine intikali girişimleri bana bir bakıma Akcura’nın sözünü ettiği “attestupa” çözümünü çağrıştırıyor. Yaşlı nüfusunu başka türlü bir kendinden uzaklaştırma, uzaklara atma…
İsveç gibi müreffeh ülkelerde yaşlıların “evsizliği” bir mekân problemi olmaktan uzak üstelik. “Ergenlik yıllarından başlayarak hızla arası açılan ebevyn-çocuk ilişkisinin sonucu, yaygın olarak genç ve orta yaşlı nüfusun, yaşlıları, kendi ödedikleri vergilerie yaşayan, aslında yaşama hakkı olmayan insanlar olarak görebildiği bir toplumsal psikolojiye varabiliyor” diye anlatıyor Akcura.  Bu toplu psikolojinin asal nedenleri ise daha derin bir yerlerde bulunuuyor olmalı.
Bunları yazarken elbet, bizler –yani daha güneyde yaşayan Müslüman toplumlar- çok daha iyi durumdayız, demek istemiyorum, ama yaşlılar konusunda duyarlığımız henüz umutsuzluğa kapılacak denli donuklaşmış da değil.  Hatta eminim, şehirlerde yaşama alanları toplumsal değerler dikkate alınarak tasarlanabilse ve evler mahremiyeti gözetecek şekilde planlansaydı, aileler de parçalanma ve dağılma sorununa karşı daha dayanıklı olabilirdi.
Bugünlerde sözü hep kentsel dönüşüme getiriyorum, yine de öyle yapacağım: Çarpık Batılılaşmanın kentsel dönüşüm deneme-yanılma örneklerinde (sahiden metaforik bir şekilde de olsa) yaşlıları uçurumlarda kaybetmeye zorlayan bir gidişata yönelmemesi nasıl mümkün olacak?
Bizde aile bağları henüz mekân yoksulluğunun imtihanları karşısında büyük ölçüde direniyor. Yol yakınken, imkân varken kentsel dönüşüm projeleri, yaşlı hastaların aile içindeki yerini göz önünde bulunduran, aynı zamanda  annelerin de hayatlarını kolaylaştıracak bir duyarlıkla hazırlanabilir.
Yaşlılar için dönüşsün kentler, “şehir” olsun. Herhangi bir belediye veya mimarlık örgütü yaşlıları baştacı edecek şekilde hazırlanmış projelerden söz ettiğinde, işte o zaman, kentsel dönüşüm faaliyetlerinin güvenilirliğini tehdit eden yalancı ve sahte gerekçeler karşısında çok sağlam bir tutumun da geliştiğini öğrenmenin sevincini yaşayacağım.

Bir günlük sergi: Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!

Dün Stockholm’de bir özel sağlık/bakım şirketi olan Attendo’nun tek günlük “Yeni fikirler, buluşlar” fuarında fotograf sergim vardı.

Fuar’dan görüntüler

Sergimin başlığı “Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!”, altbaşlığı ise, “Üç mevsim boyunca bir bakımevinin balkonundan seçilen gökyüzü kareleri“ydi. Sergilenen fotograflar, geçtiğimiz haziran ayından bu yana çalıştığım bakımevinin balkonundaki yoğun [yaşantımdaki en yorucu iş] günlerimde soluklandığım birkaç dakikalık sigara molalarımda [evet, sigara molasında soluklanılabilir] saptamayı seçtiğim gökyüzü hallerinden seçtiklerimdi.

Foto: Benita Pettersson


Evet, çok eski alışkanlığımla fotografları hep aynı noktadan çekmeye özen göstermiştim yine; ama aslında niyetim, birikecek, oluşacak toplam ile böylesi bir sergi açmak değildi. İsveç’te olmamın öncelikli nedeni aşkımsa, kalmamın ilk nedeni de gördüğüm gökyüzü oldu hep, ihtiyaç duydukça hep ona sığındım burada. Yine sığınıyordum sadece. O kadar!



İşverenim açılacak bu fuar için bir sanat sergisi aradıklarında, sanatçı çalışanlarından biri olarak [o kadar çok sanatçı bakıcılıkla geçiniyor ki İsveç’te, inanamazsınız!] bana bir fikrim olup olmadığını sorunca, yarı şaka, yarı ciddi bu alışkanlığımdan, çektiğim fotograflardan sözettim. Çok istediler bu sergiyi. Sağolsunlar bu aralar hiç karşılayamayacağım baskı sürecinin maliyetini de “elbette ki” yükleneceklerini söyleyince bu serginin yolu açılıverdi. Okuyanlar hatırlar, ilk Facebook sayfamda paylaştım şaşkınlığımı: 

Hani bahar, yaz, güz boyunca çektiğim ve birçoğunu burada da paylaştığım o gökyüzü panoramaları vardı ya, işyerinin baskı sponsorlüğüyle, Ocak ayında düzenlenen, binlerce kişinin varolacağı bir “sağlık, bakım alanında yeni fikirler fuarı”nda sergilenecek. 38 fotograflık bir seri olarak… Senenin ilk yeni sergisi! Duygusu matrak; hangi cebime koyacağımı daha bilemesem de hoş.”

Bu sergi, ilk fotograf sergimdi. Onca yıl, birçok fotografı tek tek birçok sergimde kullansam da daha önce hiç “bir fotograf sergim” olmamıştı. Bu sergimdeki fotografların hepsi bir akıllı telefonun kamerasıyla çekildi, birçoğu da da yine bir akıllı telefon uygulamasının desteğiyle panoramik kılınabildi. 


“Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!”, ayrıca şimdiye kadar bir gün içinde en çok kişinin gezdiği [ki önemli bir kısmı bakıma muhtaç insanlardı] ve övgü, beğeni dışında merak, ilgi, görüş cümlesi kurduğu sergim oldu. Konuşmaktan, anlatmaktan yoruldum. [“Kaçımız on yıllardır her karışını ezbere bildiğimiz işyerimizdeki o balkona çıkıp da hiç görmediğimiz bir şey gibi gökyüzüne bakacağız yarın, biliyor musun Hakan?!”]

Düşündüm, belki de kendiliğinden bir sanat mekanı, bir sanat merkezi, galeri olmayan yerlerde sergileyeceğimiz işlerimiz, daha çok geridönüş almaya, daha az hazır, bildik cümlelerle karşılanmaya hazır. İyi geldi.

Son günlerde değişik nedenlerle gezdiğim kimi sanatçılarımızın web sayfalarını salt ingilizce ve yeni bir uluslararası fon desteği almaya yönelik nasıl bir seçkin özenle hazırladığını görüp yaka silktiğimi düşünürseniz, birçoğunun dudak bükeceği bu halden keyif aldığım bile söylenebilir.

Aşağıdakiler de işte bu üç mevsim boyunca bir bakımevinin balkonundan çektiklerimden seçip, çekildikleri tarih ve saat, dakikayla imleyip sergilediğim 37 gökyüzü karesi:


Göç Bağlantıları Sergisi Projesi’nin açılışından… / From the opening of Migration Connections Exhibition Project

Yenileme (30.12.2012): Bu kez fotolar sevgili Eda Yiğit’ten. Sağolsun…

 


Sağolsun o karda kışta Gökhan gitmiş de, açılış fotograflarını çekmiş…
Son iki fotografta sorunlu görünen o ekranda “İsveç Göçmen Dairesi’ne Mektup”un daha sonraları sorunsuzca gösterilebildiğini sanıyor, umuyorum.
Sergi hakkında geniş bilgiyi geçen hafta yazmıştım.


Fotograflar: Gökhan Akçura