Yaşlılar için dönüşsün kentler – Cihan Aktaş



Yaşlılar için dönüşsün kentler


Cihan Aktaş


20/02/2013

Dünya Bülteni

“Ortalık insan yüzü görmek için süpermarketlere gidip hiçbir şey almadan çıkan ama bu arada birileriyle iki cümle kurabilen, tittrek, ürkek, içine kapanık, yaban, çocuksu yaşlılarla dolu.” Hakan Akçura

İnsan ömrü refah seviyesine bağlı olarak uzuyor ya, bu tür bir refah aynı zamanda o uzayıp giden ömrü ne yapacağını bilememenin  acıklı kaynağına da dönüşüyor.  Ömrün ucu uzun, demiş zamanında, tecrübe edenler. Acaba toplumsal ve bireysel refah seviyelerini, yaşlılık günlerinin bir kâbusa çevrilmesine izin vermeyecek şekilde yeniden tanımlamak nasıl mümkün olurdu?
Daha somut soru ise şu: Kentsel dönüşüm, yaşlıların aileden kopmaksızın bakılması açısından nasl tasarlanabilir? Yeterince gerçekçi metin kaleme alınıyor bu konuda, ben de biraz hayal kurmuş olayım; elbet elden ayaktan düşen için kaygı duyan her insanı ilgilendirmesi gereken  zaruri bir hayal.
Bir ayı geçti, İsveç’te yaşayan  ve güncel sanat alanında eserler veren Hakan Akçura ile internet üzerinden bir söyleşi yapıyorum Dünya Bülteni için. Akçura’nın yoğun çalışmaları ve benim de internet bağlantılarımda meydana gelen aksamalar nedeniyle söyleşimiz umduğum süre içinde tamamlanmadı ama yakında yayında olacak. Söyleşimiz sadece sanat meselelerini kapsamıyor ve zaten gerçekleşme sebebi, hayatla ilgilenen bir sanat üzerine düşüncelere dalma vesilesi olmaktı benim açımdan.
Akçura Stockholm’de yaşıyor ve  bakıcılıkla geçiniyor. Kendi ifadesiyle “yaşlı, her anlamda -konuşma, zeka, bedensel- engelli” dört insana 24 saat hizmet veren bir özel sağlık şirketi bakımevinde çalışıyor. Bu işi bulabilmesi bile çok zor olmuş, Türkiyeli bir göçmen olduğu için. Ancak kendisi hayat tarzıyla sanatsal faaliyetlerini bütünleştiren bir insan. Mesela, bakımevinde çalıştığı sırada molalarda  balkondan  gökyüzünü panoramik olarak fotoğrafladığı sahnelerle “Gökyüzü hepimizi sarıyor” başlığıyla sergi açarak, elimizde olanı görme, hiç görmediğimiz bir şeyi görecek şekilde gökyüzüne bakmayı hatırlatma gibi konularda manalı bir kurguya ulaşıyor.

Halihazırda son üç yüz yılın binlerce yerel gazetesini taramaya devam ediyor.  Aslında tasarladığı tüm İskandinavya ve İzlanda’nın “saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihi”nin köklerinin gün yüzüne çıkması. Söyleşide de okuyacaksınız. İsveç topraklarında birkaç yüzyıl öncesine kadar toplum tarafından artık bir yük olarak görülmeye başlanmış olan yaşlı, güçsüz ve engelli insanlar pencereden yoksun  izbe mekânlara adeta tıkılıyor,  dahası, bu yalıtım da umulan hafiflemeyi sağlayamadığı için olsa gerek, bir zaman sonra da özel uçurumlardan atılıyorlarmış.
Bu özel uçurum konusunu ben önce metaformuş gibi algılamaya zorladım kendimi ve Akçura’ya yeniden sordum. Araştırmaları sırasında gerçekten de güçsüz ve sakatları attıkları ortak isimleri “ättestupa” olan birçok -onlarca- uçurumun varolduğu gizli bilgisine ulaştığını dile getirdi.
Beterin de beteri var. Aklıma Rus anarşist Piyort Tkaçyev (1844-1886) geldi. O yirmi beş yaşından büyük herkesin öldürülmesini talep ediyordu. (Kendisi 42 yaşına kadar yaşamış gerçi.)
Sanat eserleri üzerinden, gençlik yüceltilip yaşlılık değerleri hos görülürken, Avrupa’nın bir çocukluk çağına girmekte olduğunu savunmuştu, Ortega y Gasset. İskandinavya ülkeleri bağlamında yaşlılık sadece “gençlik ülküsü”ne özgü saplantılar ve “üretemez olma kusuru” yüzünden olmayan, aynı zamanda bir ortada bırakma geleneğinin ağırlığıyla da baş edilmesi gereken bir sosyal devlet sorunu.  Çekirdek aileye ait mekânlarda olduğu kadar özel kurumlarda da yaşlıların bakımını ağırlaştıran iklim,   edebiyata da yansıyor.  İsviçreli yazar Maja Beutler’in “Flissingen haritada yok” isimli kitabındaki öyküler, “çelik-krom” soğukluğunu hissettiren bir yalnızlığa dönük çaresiz sorgulamalarıyla yaşlılığın kıyametini haber veriyor gibi geliyor bana, her okuyuşumda. Ölüm, yaşlılık, hastalık… Çocuklar daha iyi durumda da görünmüyorlar gerçi. Herkes kendi iç dünyasında çözümlemeli yalnızlığının sorunlarını sanki, kendine ait “tanrı”sıyla.
1973’te yayımlanan “Bizi aşktan koru” isimli kitabıyla çekirdek aileyi eleştiren, monogamiden “kurumlaştırılmış yamyamlık” diye söz eden Danimarkalı feminist yazar Suzanne Brogger 1990’larda aileye dönüşünün sebeplerini şu cümleyle özetlemişti: “Aile yaşlıları, çirkinleri ve hastaları bakıp koruyacak tek kurum”.
Çekirdek aile bencilliği, daracık insani ufkuyla korkunçtu; ancak artık ölü, sıradan, mutsuz bir orta sınıf ailesi bile, hiç yoktan iyi görünüyordu  Brogger’e.  Çünkü geçen yıllar içinde devletin, ailenin bazı görevlerini üstlenmişse de bunu lâyıkıyla yapamayacağı açığa çıkmıştı.  Genç ve zengin insanlara göre tasarlanan ütopyanın geniş bile olsa cimri mekânlarına sığamıyorlardı, bakıma muhtaç yaşlılar.  Benzeri açıklamaları nedeniyle “gerici” olmakla suçlanan Brogger, “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, birçok bakımdan ihtiyaç duyduğumuz görüşler gerici gibi görünüyor. O zaman da insan susmayı tercih ediyor. Ama ben sorunlar var olduğu sürece onları ortaya çıkarmayı tercih ediyorum” diyerek kendini savunmuştu, Duygu Asena’nın yaptığı söyleşide. (Aynı dönemde Kadınca dergisinde kadınlara aile ilişkilerinde  bencil olmayı ve özveriden kaçınmayı öğütleyen yazılar yazmakta olan Asena, Brogger’in cümleleri karşısında neler düşündü, bilinmez.)
Brogger’in tespit ve eleştirileriyle gösterdiği sorunlar bugün sosyal devletin başedemediği boyutlara ulaşmış görünüyor.  İşte, Avrupa’da devletler, nüfus içinden oranları artarken daha bir külfetli olmaya başlayan yaşlıların bakımını ucuza getirecek çözümler arıyorlar. Almanya’da gündeme getirilen yaşlıların güney ülkelerindeki ucuz huzurevlerine intikali girişimleri bana bir bakıma Akcura’nın sözünü ettiği “attestupa” çözümünü çağrıştırıyor. Yaşlı nüfusunu başka türlü bir kendinden uzaklaştırma, uzaklara atma…
İsveç gibi müreffeh ülkelerde yaşlıların “evsizliği” bir mekân problemi olmaktan uzak üstelik. “Ergenlik yıllarından başlayarak hızla arası açılan ebevyn-çocuk ilişkisinin sonucu, yaygın olarak genç ve orta yaşlı nüfusun, yaşlıları, kendi ödedikleri vergilerie yaşayan, aslında yaşama hakkı olmayan insanlar olarak görebildiği bir toplumsal psikolojiye varabiliyor” diye anlatıyor Akcura.  Bu toplu psikolojinin asal nedenleri ise daha derin bir yerlerde bulunuuyor olmalı.
Bunları yazarken elbet, bizler –yani daha güneyde yaşayan Müslüman toplumlar- çok daha iyi durumdayız, demek istemiyorum, ama yaşlılar konusunda duyarlığımız henüz umutsuzluğa kapılacak denli donuklaşmış da değil.  Hatta eminim, şehirlerde yaşama alanları toplumsal değerler dikkate alınarak tasarlanabilse ve evler mahremiyeti gözetecek şekilde planlansaydı, aileler de parçalanma ve dağılma sorununa karşı daha dayanıklı olabilirdi.
Bugünlerde sözü hep kentsel dönüşüme getiriyorum, yine de öyle yapacağım: Çarpık Batılılaşmanın kentsel dönüşüm deneme-yanılma örneklerinde (sahiden metaforik bir şekilde de olsa) yaşlıları uçurumlarda kaybetmeye zorlayan bir gidişata yönelmemesi nasıl mümkün olacak?
Bizde aile bağları henüz mekân yoksulluğunun imtihanları karşısında büyük ölçüde direniyor. Yol yakınken, imkân varken kentsel dönüşüm projeleri, yaşlı hastaların aile içindeki yerini göz önünde bulunduran, aynı zamanda  annelerin de hayatlarını kolaylaştıracak bir duyarlıkla hazırlanabilir.
Yaşlılar için dönüşsün kentler, “şehir” olsun. Herhangi bir belediye veya mimarlık örgütü yaşlıları baştacı edecek şekilde hazırlanmış projelerden söz ettiğinde, işte o zaman, kentsel dönüşüm faaliyetlerinin güvenilirliğini tehdit eden yalancı ve sahte gerekçeler karşısında çok sağlam bir tutumun da geliştiğini öğrenmenin sevincini yaşayacağım.
Reklam

Bir günlük sergi: Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!

Dün Stockholm’de bir özel sağlık/bakım şirketi olan Attendo’nun tek günlük “Yeni fikirler, buluşlar” fuarında fotograf sergim vardı.

Fuar’dan görüntüler

Sergimin başlığı “Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!”, altbaşlığı ise, “Üç mevsim boyunca bir bakımevinin balkonundan seçilen gökyüzü kareleri“ydi. Sergilenen fotograflar, geçtiğimiz haziran ayından bu yana çalıştığım bakımevinin balkonundaki yoğun [yaşantımdaki en yorucu iş] günlerimde soluklandığım birkaç dakikalık sigara molalarımda [evet, sigara molasında soluklanılabilir] saptamayı seçtiğim gökyüzü hallerinden seçtiklerimdi.

Foto: Benita Pettersson


Evet, çok eski alışkanlığımla fotografları hep aynı noktadan çekmeye özen göstermiştim yine; ama aslında niyetim, birikecek, oluşacak toplam ile böylesi bir sergi açmak değildi. İsveç’te olmamın öncelikli nedeni aşkımsa, kalmamın ilk nedeni de gördüğüm gökyüzü oldu hep, ihtiyaç duydukça hep ona sığındım burada. Yine sığınıyordum sadece. O kadar!



İşverenim açılacak bu fuar için bir sanat sergisi aradıklarında, sanatçı çalışanlarından biri olarak [o kadar çok sanatçı bakıcılıkla geçiniyor ki İsveç’te, inanamazsınız!] bana bir fikrim olup olmadığını sorunca, yarı şaka, yarı ciddi bu alışkanlığımdan, çektiğim fotograflardan sözettim. Çok istediler bu sergiyi. Sağolsunlar bu aralar hiç karşılayamayacağım baskı sürecinin maliyetini de “elbette ki” yükleneceklerini söyleyince bu serginin yolu açılıverdi. Okuyanlar hatırlar, ilk Facebook sayfamda paylaştım şaşkınlığımı: 

Hani bahar, yaz, güz boyunca çektiğim ve birçoğunu burada da paylaştığım o gökyüzü panoramaları vardı ya, işyerinin baskı sponsorlüğüyle, Ocak ayında düzenlenen, binlerce kişinin varolacağı bir “sağlık, bakım alanında yeni fikirler fuarı”nda sergilenecek. 38 fotograflık bir seri olarak… Senenin ilk yeni sergisi! Duygusu matrak; hangi cebime koyacağımı daha bilemesem de hoş.”

Bu sergi, ilk fotograf sergimdi. Onca yıl, birçok fotografı tek tek birçok sergimde kullansam da daha önce hiç “bir fotograf sergim” olmamıştı. Bu sergimdeki fotografların hepsi bir akıllı telefonun kamerasıyla çekildi, birçoğu da da yine bir akıllı telefon uygulamasının desteğiyle panoramik kılınabildi. 


“Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!”, ayrıca şimdiye kadar bir gün içinde en çok kişinin gezdiği [ki önemli bir kısmı bakıma muhtaç insanlardı] ve övgü, beğeni dışında merak, ilgi, görüş cümlesi kurduğu sergim oldu. Konuşmaktan, anlatmaktan yoruldum. [“Kaçımız on yıllardır her karışını ezbere bildiğimiz işyerimizdeki o balkona çıkıp da hiç görmediğimiz bir şey gibi gökyüzüne bakacağız yarın, biliyor musun Hakan?!”]

Düşündüm, belki de kendiliğinden bir sanat mekanı, bir sanat merkezi, galeri olmayan yerlerde sergileyeceğimiz işlerimiz, daha çok geridönüş almaya, daha az hazır, bildik cümlelerle karşılanmaya hazır. İyi geldi.

Son günlerde değişik nedenlerle gezdiğim kimi sanatçılarımızın web sayfalarını salt ingilizce ve yeni bir uluslararası fon desteği almaya yönelik nasıl bir seçkin özenle hazırladığını görüp yaka silktiğimi düşünürseniz, birçoğunun dudak bükeceği bu halden keyif aldığım bile söylenebilir.

Aşağıdakiler de işte bu üç mevsim boyunca bir bakımevinin balkonundan çektiklerimden seçip, çekildikleri tarih ve saat, dakikayla imleyip sergilediğim 37 gökyüzü karesi: