Dediklerim bunlarmış

Mayıs’tan Nisan’a Türkiye gündemine dair sosyal ağlarda yazdıklarım… Birarada.


Mayıs 2013

Hey siz! Gezi Parkı’ndakiler! Şaka maka Türkiye’nin ilk “işgal et! / occupy!” eylemini başlattığınızın farkında mısınız?

Umarım bu eylemi çoğulluğundan yalıtacak yöntemlerle “yeniden işgal”e ya da sahiplenmeye, tek renkli kılmaya çalışanları da kararlılığınız ve açık zihninizle, bilincinizle yola getirir bir uyanıklık, çoğulluk, şeffaflık, doğrudan demokrasi ve süreklilik sizle olur! Hep!

Devlet kötü saldıracak, haberiniz ola! Sıkı durun!

Binlerin ortak nefesinin, direnişin, haklı işgalin, konu dışı sloganlarla kararsızlaşıp nitelik değiştirmesi büyük tehlike.

Her siyasal yapının bu sıradışı olgunluktaki çoğul muhalefeti, pankartları, sloganlarıyla sahiplenme niyeti söndürülmeli.

Demokrasi düşmanı, sol görünümlü, faşist, bozguncu TGB, İP ve uzantılarının kışkırtma girişimlerine karşı uyanık olunmalı.

Binlerin ortak kararları almasının yolu konseydir, doğrudan demokrasidir. Bugün denenmiş gibi. Ne hoş! Umarım sürdürülür.

Taksim’de apartmanı, okulu, barı, dükkanı, sendikası, derneği olan herkes, o mekanların ismiyle katılsa işgale keşke…

Bu yemyeşil ülkenin tüm ağaçları, o ağaçları gözü gibi koruyan yerküre bilinci sizinle!

Kibrin insafsız kıldığı siyasal iktidar çok gördük. Birileri yerkürenin direniş bilincinin çok değiştiğini ise öğrenmeli.

Bu binlerce cesur ve kararlı insan elbet hep birlikte öne, hızla 100 metre koşsa ne değişir onu da öğrenecek!

Haziran

Bu haklı ayaklanmaya, özgürlük ve barış düşmanı, darbe destekçisi konumlarıyla yamanmaya çalışanları da püskürtme azmi dilerim.

Taksim Gezi Direnişi, tam bu uğrakta, doğanın, kentin, ülkenin karar hakkını neden, nasıl savunduğunu net, yalın dile dökmeli!

Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!

İsyanın kıvılcımını çakan, alçakgönüllü kararlı yüreklerini tanıdığım o bir avuç entelektüel, hedef ne ve ne değil, açıklamalı!

Hiç yüksünmeden, bu iş bizi aştı demeden, sorumluluk ve bilinçle! Herkese dinletmek isteyerek!

Bu isyan hedefine ne onuncu yıl marşlarıyla, ne kışladan, cezaevinden çıkarılmaya çalışılan generallerle varacak! Tam tersine!

Yoksa bizi daha derin bir karanlığın, sınırsız akacak kanın, savaşın beklemesi işten bile değil.

Onlarca videoyu izliyor, her sistem karşıtı eylemi kemalistler cumhuriyet mitinglerine mi dönüştürecek artık diye kaygılanıyorum.

Taksim zaferinden sonra, çok organize bir biçimde her yerde, her şehirde, hatta ülkede hızla boy gösteren başta TGB’liler olmak üzere aktif provokatörleri gördükçe kaygım salt -anlaşılabilir siyasal anti demokratik (genellikle) hasımlar olarak- kemalistlere dair olmaktan da çıktı zaten… Umarım korktuğum olmaz!

Erken bir saptama: #occupygezi yerkürenin en kitlesel, nitelik sorunlarını hızla çözmeye aday ve devletin muhatap aldığı ilk işgal eylemi!

#occupygezi ‘nin bu niteliği savaştan ve asimilasyondan yana statükonun yeniden inşası derdini taşıyan her derin gücün iştahını kabartıyor.

#occupygezi yeni özgür yerküre muhalefeti kültürüyle, kuşanmadığı, hedeflemediği o yaygın, hiyerarşisiz örgüt yapısının tohumunu da taşıyor.

Yarın, onurlu, uyanık, zeki perspektiflerle dolu, alçakgönüllü, sorumluluk bilinci yüksek, etkin #occupygezi kolektif liderliği ihtiyacımız!

Erdoğan, ülke çapında seçim turuna çıkma ihtiyacı duyuyorsa bir seçimin uğrağında olduğundan ya da olduğumuzu hissettiğinden. Ya da ikisi de.

Erdoğan sadece püskürtüldüğü o en büyük kentin o en büyük meydanını zorla, kanla yeniden devralmak için destek ihtiyacında, turunda. Gaflet!

Var ya, bu görüşme çağrısına adıyla sanıyla devletin diz çöküşü denir, eğer doğru okunur ve dik durulursa… Paçası tutuşan devletin, bunca deneyimiyle, ne kadar acemi kaldığının seyri önümüzde akan… Kurulduğundan beri bu devlet hiçbir meydanını, üstelik barikatlarla çevrili olarak devletsiz kılmadı. Unutmayın.


Polisten kurşunun gelmediği, sistematik işkence, hapis ve darbe tehdidinin olmadığı zamanın ilk isyanı en büyüğü oldu.

Devlet hızla öğrenecek. Ötesi Gezi öyle bir şey ki, dünyaya ders veriyor: Zulmün de özgürlüğün de yeni şafağı.

Bence ortada bir tuzak varsa, ki çok mümkün ve Gezi izler, hazmedemezse tükürecek ve n’olacaksa olacak.

Diliyor muyum, uyduruyor muyum ben de bilmiyorum: Evinde kalpaklarıyla bekleyen bunca ırkçının hevesi de kursağında kalacak.

“Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!” Aynı yerdeyim.

Şimdi, tam da bu insanlık dışı kör şiddeti seçmişken iktidar, görev BDP’de. Bu şiddeti, keyifle, direnişin niteliğini dönüştürmek için kullanacaklara set örmek, tek sizin elinizde. Genellikle anlaşamadığım önderinizle ilk kez aynı yerdeyim. Siz? Sembolik katılımınıza bakılırsa cevap “hayır”. Özgürlükçülerle eski oligarşiden yana olanlar paydası ortak diyen yöneticilerinize bakılırsa cevap “hayır”. “Türkler yıllarca kürtler ne çekti, anlasınlar,” demek tek sözü olan kanaat önderlerinize bakılırsa cevap “hayır”.

Olası tüm oyunları bozup, isyana sahip çıkıp, Gezi’yi koruyup direnişin eksenini ve “barışı” korumak elinizde.

Katılırmış gibi yapmaktan vazgeçip katılmak mı, bu Kürdistan’ın sorunu değil deyip izlemek mi size onur verecek? Gün geldiğinde, direniş ırkçı savaş destekçilerine yaradı işte, deyip haklılığınızın keyfini mi çıkaracaksınız? “Bu direnişin ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelerin denetimine girmesine izin vermeyeceklerin,” başında BDP gelmiyor mu? BDP kendini Öcalan’ın işaretlediği “Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler”e katmıyor mu? Direniş bu geceden itibaren ülkeyi saracaksa güç vereceğiniz, koruyacağınız hedefi sahip çıkılası değil mi?:

“Özgürlük! Kentlerimiz, yaşamımız üzerinde kesin karar, bu ülkenin tüm renklerine, dillerine, suyuna, toprağına hayat hakkı!” “Demokratik Anayasa! Demokratik Cumhuriyet!” Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

“Çadırımız basıldı, Sırrı’ya söz hakkı verilmedi,” diye küsmeye çok hazır ruh halinize bakılırsa cevap “hayır”. “Kürtler, meydandan, ırkçı kalabalıklarca ‘teröristler dışarı!’ diye bağırılarak kovuluyorlar”mış.

Oysa bu iş meydanı çoktan aştı. Kürtler de aslında, o ırkçıları, değil meydandan, direnişin asıl sahipleriyle birlikte ülkenin tüm direnen sokaklarında kovalayabileceğini biliyor. Soru: neden önderlerine sırt dönen yöneticilerini dinliyorlar?

Kutluğ Ataman, Amanpour’u cevaplarken o dahil görüşmecilerin direnişçilerin temsilcisi olmadığını söyleyerek ahlaklı davrandı. Ama referandumu olumlu alternatif olarak savunarak temsilcisi olmadığı bir direnişin seçimi, isteğine karşıt bir görüşe sahip çıkmış oldu. Bunu bağımsız fikir sahibi olarak değil, Erdoğan’ın seçilmiş görüşmecilerinden, “kaygılılardan” biri olarak, görüşme ertesinde yaptığı için de, ister istemez Gezi’ye karşı hükümetten taraf oldu. Oysa, seçilmemiş olduğunu vurgulama ahlakı, en azından tarafsız kalabilme ahlakını beraberinde getirebilmeliydi.

Temmuz

Gezi direnişi şaşkını AKP çalıştayından korkutma ve sindirme yöntemleri çıkmışa benzer. Bu, hala şaşkınlıklarını atamadıklarının göstergesi.

Gezi Direnişi, ruhundaki sefaleti bugüne kadar saklamış herkesi, artık “olamadıkları” yerden açığa çıkarması ile de anılası bir nitelikte… Kastettiğim ruhu sefil ve tam da aradığı manipule edilesi eylem zeminini bulanlara ne prim, ne de olanak veren o niteliği ile ilgili değil. Şaşılası, öğrenilesi, değer verilesi, değişerek katılınası bir “yeni”yi içine almaktansa, tüm zehrini saçmayı seçen bir sefillik kastettiğim.

Bin aynadan Gezi’yi dinlemek çok hoş ve heyecan verici. Dostlardan, forumdan, yeni arkadaşlardan, bizzat sokaktakinden, yolda yürürken, kahvede otururken, vapurda yolcuyken yanındakilerden, bizzat polislerin sohbetine kulak kabartarak… Kadınların daha bir omuzlarını geriye ata ata yürüyüşlerindeki o inanılmaz yaygın tattan, gençlerin üç hızlı cümle kurduğu ve ardından dinleyenlerle birlikte durup etrafı sakince seyrettiği, sonra karşısındakine dönüp güldüğü tanış olmadığım enerjilerinden… Adalar’daki foruma katıldığı anda “hoşgeldin komiser” diye karşılananın, söz nerede kaldıysa oradan devam eden tartışmaya karşı yüzüne, diline hiçbir hazır cümle, tavır yerleşemeyişinden. On dakika oturup çaresiz gidişinden… Zeka, beceri fışkıran sokak sanatından…

Ağustos

Şu an süren Roboski’li aileler ve Erdoğan, Atalay, Ergin buluşmasını, üç kamerayla belgeliyor olmak isterdim.

Ergenekon Davası, Türkiye’de asker-sivil-mafya ayaklı derin devletin kapsamlı -ama yetersiz- yargılandığı ilk davadır. Dava sürecinin Fırat’ın ötesine geçememesi ya da verili iktidarın yeni, olası ittifaklarını içermemesi bu niteliğini silmez. Demokratik cumhuriyetin tesis edilmediği bir ülkede hiçbir siyasi dava süreci ideal adaletliliğe sahip değildir, olamaz. Bu davanın ağır cezalarla sona ermesi, demokratik cumhuriyet yolunda bir kazanımdır. Tümüyle kabulümdür. Ötesi hedefimdir. Ötesi, Çiller’lerin, Ağar’ın, benzerlerinin, JİTEM’in ve kirli savaş tüccarlarının yargılanacağı bir yarın cümlesidir. Verili iktidarla savaşımın, bu hesaplaşmamın dışında, hakettiğince kendi bağlam ve zemininde akan niteliği zihnimi karartmaz

İktidarın Haberal ile yaptığı anlaşma, uzlaşma ne ise, çürük leş kokuyor. Hep kokacak!

Dezenformasyon kaynaklarını, yalan ortaya çıksa da takipçilerinde yarattıkları etki daha da yayılsın diye sürdürdükleri suskunluktan tanıyın. Bu çok profesyonel bir suskunluktur. Geçirilen her anda dezenformasyon bir başkasının mesajına, sayfasına eklenir, bilen, isteyen, bekleyen.

Kürkçü’nün destek verdiği yere sevinmem, Gezi sürecini “seçimler” gibi bir derde, niteliğini söndürecek bir hedefe kilitlemesini tehlikeli bulmama engel değil.

Bu aralar en midemi bulandıranlar ise Rojava dezenformasyonlarının etkin kaynağı ya da yayıcısı olmayı “seçen” kürtsevmez türkler.

Barış süreci düne kadar cayır cayır yazan yüzlerce PKK’li ve destekçilerini sessiz kıldı. Neden? PKK değil mi barışan ve seslenmesi gereken? Yazık değil mi bu sessizliğin şişip şişip de zehirli bir hal alması ve sadece cayır cayır dezenformasyona dönüşmesi! Bu durum ne anlatıyor?

Kutluğ’un pespayeliği bir yana da, birileri için, Koç’a koç yumurtası atarak devrimcilik yapmaktan Koç götü yalamaya mı döndü iş diye de bayağı meraktayım.

İsveç’teki ırkçılık karşıtı hareket genellikle ateistlerden ve hıristiyan kökenlilerden oluşsa da elbetteki epey müslümanı da kapsar. #hijabupproret’e (türban isyanı: İsveç’te türbanlı gebe bir kadına yönelik ırkçı saldırıya karşı türbanlı portrelere dönüştürülmüş sosyal ağ avatarlarıyla anti-ırkçı sosyal eylem) anarşistlerin ve feministlerin yoğun katılımına, ırkçıların cevabı, alaycı, manipülatif saldırılar bugün. Öte yandan İsveç’te yaşayan kemalist beyaz türklerin yükselen “türban isyanı”na katıldıklarını, umursadıklarını hiç sanmıyorum. Hayat işte!

Devlet, aşağılanmayı kabullendiğin kadar barışacaksın derken PKK de kuşkum kadar güçlenirim mi diyor yani? Barış?!

Sıcak evlerinde cikciklerken çok yakında birkaç milyonumuzun yokolacağı bir savaşın doğmakta olduğunu belli belirsiz sezinleyen insanlarız.

Ne çok insan müsveddesinin karar verici mevkiye sahip olabildiği, yine de sefil köle bir ruh taşıyabildiği bir ülke!

Bienal’in/”Sergi’nin” bütünlükten/bütünlük_imgesinden yana kuşkusu/kaygısı varsa inanılmasa da anlaşılabilir de, niye var?

Şimdi, Bayık’a “Gezi’ye aktif katılmalıydık,” dedirten yazıklanmanın nedeni, “bazen yanyana olan o Atatürk ve Öcalan posterlerinden, çözüm sürecine katılım mesajı çıkarması” olunca, benim bile kafam karışıyor haliyle… Gezi, kemalist darbecilerin çözüm sürecini baltalama girişimiydi diyen zihin fukaraları ve Gezi’ye aktif katılmamayı kemalistlerin varlığına bağlayan kürtler bu işe ne diyecek, hiç bilemedim.

Eylül

Arcayürek’in -Emine Erdoğan’a dair- yazdıkları 85’lik bir kemalistin yalnız, güçsüz sayıklamaları değil hala milyonlarcasının tam da o kelimelerle düşündüğü şeyler. Arcayürek başörtüye sokakta şu ya da bu kadar sessiz kalabilse de o’nun devlet protokol giysisi olabilmesine dayanamayan o milyonların sesi.

Öte yandan yeni olan, aynı kemalist köklerden gelse de bu ayrımcılığa düşman, laik, dindarlıktan uzak milyonlarca dost genç de var ülkede. Birçok yeni, şaşırtıcı yetkinlikte özgürlükçü özelliğinin yanısıra bu ayrımcılıktan da çok uzak niteliğiyle Gezi’nin hakim damarı umudum! Bu ayrımcılığı paradoksal olarak kullanan AKP’nin anti demokrat politikasına özden karşı olan dindarlar Gezi’nin bu damarıyla aslında dost!

Dünya Suriye’ye saldırı karşıtı eylemlerle günü geçirecek. Olası saldırgan, olası hedef, vatandaşlarının çoğu saldırıya karşı ülkede tık yok! Bugün niye Türkiye’nin her şehrinde milyonların katıldığı savaş karşıtı mitingler düzenlenmiyor? Düzenlenemiyor demesin kimse bana…

Umarım bugün Gezi Direnişi’nin kürt düşmanı, darbeci, ulusalcı, ajan kesimlerden, onların provokasyonlarından ayrışmaya başladığı gün olur. Buna yolaçması gereken, bunu dayatan her şey tek tek oluyor. Gezi, kolay gaza gelen, hassas ve öngörüsüz bir yapıdan hızla uzaklaşmalı. Kürt ulusal demokrasi hareketini Gezi Direnişi’nden kovmaya kalkan, AKP’nin iktidardan düşmesini, ordu yanlısı demokrasi düşmanı özleri ve bozulmuş 80 yıllık rahatları gereği isteyen ya da Esad’ın Muhaberat ajanı olmayı devrimcilik diye dayatan hiçbir gücün Gezi’ye hayrı yok.

Gezi, tam da bu aşağılık AKP iktidarına -ya da yerine gelecek benzerlerine- hiçbir yerelde istediğince at koşturamayacağını, ne toprağımız, ne suyumuz, ne yeşilimiz, ne havamız, ne barışımız, ne sokağımız, ne giyimimiz, ne yaşam biçimlerimiz, ne olduğumuz gibiliğe, ne ekmeğimize, ne eğitimimize, ne çocuklarımız, ne bedenlerimiz, ne yarınlarımız hakkındaki kararlara el uzatamayacağını, teker teker, yaygınlaşarak, sakin, usta, kararlılıkla öğreteceğimiz direnişimizin adı olmalı.

Paket, AKPseviciliğini beyansız, utanarak yaşayanlar ve anti-demokrat kemalistlerin, özgürlük mücadelesiyle arasını açacak. Bu iyi bir şey. Beyansız AKPsevicileri hazla “daha ne!” küstahlığını rahatça dillendirirken, anti-demokrat kemalistler ırkçılıklarıyla “and içmeye” başladı. 


Yolcu yolunda gerek! -mış gibi yapmanın ipliğinin çoktan pazara çıktığı bir ülke Türkiye. Demokratik cumhuriyet, özgürlük mücadelesine devam.

Ne kürt ulusu, ne gücünün farkındalığını bu yıl olduğu kadar tatmamış özgürlük ve demokrasi mücadelesi, yetinecek halde değil! Hayvan terli!

AKP, milyonlarca insanın geleceğini, sadece seslendirdiği değil, artık iktidara rağmen kurmaya başladığı ülkede “sadaka dağıtır” hale geldi. AKP artık gündemi belirleme, yönlendirme gücünü yitirdiğinin, milyonların çok gerisinde kaldığının farkında. Son şansını da bugün yitirdi.

Anadilde eğitim! Yerel yönetimlerde özerklik! Kirli geçmişiyle yüzleşen devlet! Suyu, toprağı, kenti, bedeni üzerinde bireyin karar hakkı!

Denetlenebilen, yargılanabilen devlet! Şeffaf, yerinden, katılımcı yönetim! Çokuluslu demokratik cumhuriyet! Barışın sürekliliği! Adalet!

Özel olarak da bu paket [hükümetin demokrasi paketi], kürt ulusal demokrasi hareketine verdiği hem yetersiz, hem belirsiz cevapla barışın sürekliliğine de tehdit…

Umarım kürt ulusal demokrasi hareketi bu düşkırıklığından çıkış yolu olarak savaşın devamını değil, kitlesel yaygın barışçıl direnişi seçer.

Gökçek, Tayyar, Bağış, Tuna’yla ses bulan bu iktidara kimse inanmaz. Deri değiştirmekte olduğunu iddia eden artık bağırsaklarını temizlesin.

Ekim

Verili “ortaya çıkarıcı, farkındalığı artırıcı” edimlere, çabalara, ürünlere sistem karşıtı denmesi kabulünü, ben dahil herkes terketmeli. “Müze Bir Muharebe Alanı mıdır?”‘ı izlemek zihnimi açtı. Gün bence yarattığın işle, “gösterilmek istenmemeyi, yoksayılmayı” hedefleme günü. Dokunduğun, konu ettiğin, “ortaya çıkardığın, farkındalığı artırdığın” şeyin ne olduğu artık olağanüstü önemde. Saf “tehdit” olabilmelisin! Sistemin yürümesini sağlayan şirket, kurum ve onların tüm vitrinlerine karşı değil, “sistemin yürümesini sağlayan şeye” tehdit olmak kastım! Kastettiğim sansasyonel bir tehditkar kimliğiyle, sansasyonel bir tehdit içeriği bulabilmek değil; uzun sürecek, başedilmesi güç emekler… İnsanlara, toplumlara, “yüzleşme”, “arınma” fırsatı ve “şifa” verebilmeyi hedefleyen her sanatsal emeğin, karanlığı, zehri deşmesi gerekiyor. Bu “yüzleşme”, “arınma” fırsatının, “şifa” ile “özgürleşmenin”, bu karanlığın kodları sayesinde yürüyen sisteme tehdit olduğunu düşünüyorum. Bu izlekte akmak, verili -çoğu dile getirilmeyen- kodları gösterecek, sorgulatacak, devreden kaldıracak bir kazıyı, emeği çağırıyor. Zor iş!

Her sanatçının biraz da tarihçi, arşivci, kazıcı, sosyal bilimci olması gereken, daha önemlisi “neden olması gerektiğini bildiği” bir izlek. Varsa güncel aktivist kimliğini sanatının içine doğrudan taşımak kolay çözümünden vazgeçmesi gerektiği, sakin, olgun, meraklı bir uğrak bu. Meraklı, çünkü kimsenin, ondan önce bilmediği, keşfetmediği, bilip, keşfettiyse susturulduğu, yoksayıldığı yoldan yürümeyi seçmekle ilgili.

Demirtaş, Bayık’ın “içsavaş tehditi”ni “barış hayali kırılan türk ve kürtlerin öfkesine ilişkin uyarı” diye tanımlıyor. Yersen! Ben yemedim.

Kasım

AKP – Cemaat gerilimi üzerine ahkam kesen çoğu gazeteci onlarca kişi son on yılda yüzlerce kez AKP’nin Cemaat’in partisi olduğunu yazdıydı. AKP – Cemaat gerilimi üzerine ahkam kesen çoğu gazeteci onlarca kişi “gerekiyorsa” yarın yine AKP’nin Cemaat’in partisi olduğunu yazabilir. Hayır, dün TC’yi “AKP eliyle Feto yönetiyor” diyen indirgemeci solculuk, yarın Cemaat’in CHP ile olası ittifakını desteklerse kıçımla gülcem.

SSÖ, “KCK’dan da, Ergenekon’dan da yargılanan eve gitsin. Toplumsal barış böyle olur” deyince faili meçhul çocuğu KCK’liler çok mu sevinmiş? Ergenekon suçlularının bazıları o cinayetlerin birinci elden sorumlularıdır yine de. JİTEM’in üst komutanları da. Yetersiz, eksik, kimileri hukuksuz yargılanmış olsa da Ergenekon ile KCK’yi aynı terazide tartmak edepsizlik bence. SSÖ, durumdan bir “toplumsal barış” çıkarabilme aymazlığına rehin KCK tutuklularının “özgürlük hakkı”nı masaya sürerek kalkışıyor. Dehşet!

Bence Öcalan – SSÖ/Kürkçü ittifakı “kürt halk önderi”nin en büyük düşünü yaşama geçirmek üzere: “TC sol cephe partisi.”

Nagehan Alçı ile ROK, medyanın içinde ve bu isimlere değer ya da ilgi verenlerin aynasında biriken irinin düzeyini gösteren ciddi örnekler!

Ordu aşığı CHP’nin, Cemaat karşıtı MGK tavsiye kararını imzalayan AKP’yi Cemaat’tan yana eleştirebildiği bir absürd zamana mı geçtik şimdi?

TC tarihinin en çok “diklik, diklenme, dik durma, dikine gitme” sorunu olan, “dikilesi, dik” başbakanıyla karşı karşıya olduğumuz günleri…

Aralık

Bir Numara’nın hala azımsanmayacak düzeydeki gücünün nedeni sadece sahip olduğu arşiv olmamalı. Balbay, ne zaman öpecekmiş Demirel’in elini?

Bu ülkede AKP’nin kıçını çok bir mağdur ve demokrat bulup yalamak, ister istemez küstah sanatçı elitizminden soytarılığa terfi etmenin yolu.

Kendimi bildim bileli karşısında konumlandığım, bu emek, özgürlük, bağımsızlık düşmanı devleti hiç bu kadar “yönetemez” halde görmedim. O bağırsakları birbirine dolanmış haldeyken barış, özgürlüğün demokratik cumhuriyetini kurabilecek örgütlülüğe sahip olmak müthiş olurdu. Boğazına kadar yolsuzluğa batmış otokratik iktidara yaygın başkaldırı, yarınının garantisi için kürt demokrasi hareketinin desteğine muhtaç. Kürt demokrasi hareketiyse, bu otokratik iktidar ve bizzat kendi önderliği eliyle ilkesiz bir barış sürecinin felcine uğradığı günlerde… İpliği her gün yeniden pazara çıkan ve aslında bu otokratik iktidardan daha güçlü ve kara devlet refleksleri olan CHP’yle su içmeye gidilmez. Gezi’dir, CHP’lilerin partilerine inancının pek kalmadığı, AKP’lilerin önderlerine tapmaktan başka yollar aradığı bu günlerin yolunu açan. Temiz, şeffaf devlet, yerinden yönetim, halkların barışı, emek, su, toprak, kent hakkı, geniş demokrasi, özgürlük için başkaldırı olanaklı.

Bu ülke “her kürtaj bir Uludere’dir,” demek aklından geçemeyecek, diyemeyecek filan değil, rahatlıkla diyen bir Başbakan eliyle yönetiliyor.

Bence yakında Erdoğan’ın Putin ve otokrasisine hayranlığından değil Putin’in hayranlığından bahseder olacağız.

PKK kürt gençlerinin kendilerini yakması karşısında net karşı tavır almalı. Öcalan desteklercesine karşı çıkıyor, PKK medyası destekliyor.

Ocak 2014

Öcalan: Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır. Öcalan: 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler değil. Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar.

Öcalan’ın son alıntıladığım cümleleri Sırrı Süreyya Önder’in “sayın başkanına” itiraz etmediği 23 Şubat ’13 görüşme notlarından. Ne değişti? Kemalist kürt solunun kurdurduğu “kemalist değilmiş gibi yapmayı iyi bilmesi gereken kemalist türk solu partisi”nin özgür iradesi mi var yani?

2015’e bir kala ve belki de tam bu zamanlamayla kürt liderleri tarafından -devlete?- deklare edilenler “ırkçılığın milleti yok” dedirtiyor.

Herkesin ses kaydını dinledim. Birbirinden şerefsiz, beş para etmez adamlar hem kanımızı içiyor, hem kanımızı döküyor, salyalı kahkahalarla. Bu her biri birbirinden şerefsiz, kimisi inşallah’lı, kimi .mına koyım’lı milyon dolar sahiplerinin kıç yalayıcıları da bu medya maymunları… Kimi Afrika’da kuyu açarken burjuva besler, savaş başlasın diye konferans düzenler, kimi rüşvet yiyerek belediye, ülke yönetir. Sülük bunlar! Evine ekmek götürebilme, çocuğunu sevindirebilme derdindeki, biraz daha fazla adalet, özgürlük derdindeki milyonların kan emicileri bunlar.

Şubat

[Öcalan’ın] Sorgu videolarına dair KCK-BDP-HDP, önce gladyo montajı, sonra da Öcalan dahil tümü “ne olmuş? baştan beri biz zaten bunları dedik” mi dedi?

“Hükümet istifa”, göbek havası ritmiyle “Hırsıız Tayyiip Erdoğan!” filan diye bağırmak yerine, net hedef ve sloganlara ihtiyacı var sürecin. Milyarlarca doların hesabını, Erdoğan’dan, ülkenin her karışına yayılarak sormak, AKP’ye fark atacak bir barış savaşçısı olmaktan geçiyor. Çok kirli, çok kanlı, çok it izinin at izine karıştığı günler bekliyor üstelik bizi. Hesap soramadan biz, gidecek o milyarlar yerine… Kendi adıma, ne Cemaat denen irinli fıçının, ne de gelişmelerden çok memnun o demokrasi, barış düşmanlarının askeri olmayı hiç düşünmüyorum. Kullanılıyoruz kelimesini daha erken telaffuz etmek, sanki içerde olduğundan daha kolay “dışarda”, bu tuhaf “dışardan gören” perspektifle… “Elimde başka bir olanak yoksa”, demokrasi ve barış için kullanmak istiyorum bu birbirine dolaşan bağırsakların kavgasını. Bok dolu içleri!

Örgütsüzken, kürt ulusal hareketi “barış adına” ikircikli, AKP destekçilerinin kızgın köle soluğu ensedeyken “net” ayaklanmak gerek! Ki zor!

Neden kimse, başta kürt ulusal demokrasi hareketi, Erdoğan’ın elinden barış sürecine dair o yalan silahı “almaktan” sözetmiyor? Bugün Öcalan’ın özgürlüğü, genel af, özerklik için neden salt siyasal, yığınsal, etkin mücadeleden değil de hala silahtan sözedebiliyoruz? PKK, KCK, BDP, HDP, “kürt ulusal demokrasi mücadelesi hedeflerine silahlı değil siyasal, sivil mücadeleyle ulaşacak” dese ne kaybeder? Bu saatten sonra her yeni kürt ve türk gencini öldürecek bir silahlı kalkışmayı sürekli askıda tutmak ne kadar koşullara uygun, anlamlı? Barış sürecine dair üzerine düşen adımları atmayan AKP’ye karşı elde tutulan o tehdit ne kadar kullanılası, ne karşılığı var Kürdistan’da? “Yetti! TC üzerinize düşen adımları atmadı. Tüm gerilla güçleri savaşa yeniden başlıyor!” dese PKK, kim bu barış soluğunu almışken “peki” der? Çok açık değil mi Kürdistan’a yayılan ve gayrıresmi özerkliğe neredeyse karşılık gelen örgütlü mücadelenin, tek tek tüm hedeflere ulaşacağı? Kürt ulusal demokrasi hareketi, kendi geleceğini, bu ülkenin geleceğinden bağımsız mı, onla birlikte mi kuracağına aslında karar verdi mi? Neden HDP’nin türk sol hareketleriyle girdiği ittifakın, kürt ulusal demokrasi hareketini yaymaktan başka anlamı olmadığına inanıyorum? Neden HDP’nin kullandığı tüm genel demokrasi söyleminin “kürdi” bir dudak bükümü ile telaffuz edildiğini düşünüyorum? Bende mi sorun? Yoksa? Kürt ulusal demokrasi hareketine 17 yaşından beri destek veren biri 51 yaşında “sıra sizde aslında” deme hakkına sahip mi? Türkse de…

Mart

Demokratik bir Cumhuriyet! Berkin Elvan, Ceylan, Uğur’un anaları, Cumartesi anneleri, Roboski anaları, Rakel’e, on binlercesine borcumuz…

Biz tüm ibneleri kulağından tutup sikip atacak bu Muammer Güler lümpen ağzı bu ülkede hükümet kaldıkça 10 Gezi az!

Öyle bir ülke ki geleceğine dair gerçek bir umudu verebilecek ve ne yazık ki olmayacak tek şey, 2015’te türklerin ve kürtlerin ortak özrü.

Gezi’nin yerelde hiyerarşisiz karar mekanizmaları yaratma deneyimini geliştirip yeryüzü için muhalefetle birleşmesi umudum hala baki ama zor!

Reel politika ile tüm kanatlarımızı bağlamayı nerede ise başardılar.

Vahim bir komedi: Çok değil bir yıl öncesine kadar Cemaatçi AKP ve ABD’ye düşman kemalist ulusalcılar, üç aydır Cemaat,şimdi ABD ile gülüyor.

Geçende gündeme gelen Yazıcıoğlu’nun elindeki kozmik Dink Cinayeti dosyasını Dink’in kardeşine verdiği açıklamasına aileden cevap geldi mi?

Ben öyle gönülden desteklemiyorum HDP’yi. Gezi potansiyelini kendine kanalize etmeye çalışan, Rıza Altun’un bugün dediği “PKK’nin, Türkiye hareketi olmaya dair kuruluş projesi” olduğunu düşünüyorum, pragmatist ve inorganik buluyorum.

Bileşenlerinin politikasında etkin, eşit yeralamadığını , batıbedepesi olmaktan öteye geçemediğini düşünüyorum. Ötesi, PKK’yi, bu barış sürecinde, silahlı mücadeleden vazgeçmesi gerekirken vazgeçmemesi, gerilla saldırıları tehdidini sürekli gündemde tutmasıyla, kendilerine tanıdıkları savaşma hakkını benim artık tanımadığım, yığınsal, sivil, özerkliği bile koparıp alacak bir halk ayaklanması hedeflemediği yerden paradoksal olarak barışı bitirebilecek en olası güç olarak görüyor ve eleştiriyorum.

Tüm bu düşüncelerime rağmen PKK’yi haklı istemler için karanlık bir önderlikle, maşist, stalinist bir örgütle, binlerce yiğit, gerilla, yonetici, entelektüel muhalif kürdün katili bir örgüt gördüğüm günlerde nasıl yine de BDP’ye -anarşistliğimle- oy vermişsem, şimdi de HDP’ye verirdim, verebilsem.

Egemen, işgalci ulusun entelektüelinin muhalif konumu (sadece “muhalif”) bunu gerektiriyor.

Üstelik Gezi ayaklanmasının reel politikanın çok dışında yayılma, karar alma, uygulama, mücadele etme zeminleri yaratacağına umudum varken ve bu umut zemini seçimleri çok umursamayacak diye içim rahatken…

Kürt ulusal demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ve biçimsel de olsa onla ittifak kuran Türk muhalefetinin her artacak oyu, mücadeleyi yükseltecek. Kürt ulusal sorununu çözmeyen ve kendi katliamcı ve yağmacı tarihiyle yüzleşmeyen bir Türkiye geleceği yok.

Türkiye ne görmedi, yaşamadı! Artık gerçek kurşun görmesi zor, askerin gölgesinde olmayan, barışı soluyan bir ülkenin kuşakları ise ilk kez “var” ve ne iyi ki onlar savaşmayı seçti, sokaklarda öğreniyor savaşmayı.

AKP’ye gerçek cevap bu bence. Yenilgiyi buradan hisseder o. İstanbullu bir sahtekar hırsız, Ankaralı bir faşist onu geçerse bilir ki o oyları verenlerin bir kısmı hala kazanabileceği türden insanlar.

Reklam

"Bu kez, belki hep birden yeniden atlamamız gereken uçurumlar var!"



Cihan Aktaş’la İsveç, hayat ve sanat üzerine bir ay yazıştık. 
Kısaltmadan, olduğu gibi yayınlamaya karar verdi. 
İki bölüm olarak Dünya Bülteni’nde yayınlandı: 

Söyleşinin tümünü buradan da yayınlıyorum…


Cihan Aktaş/ Dünya Bülteni
Sanat olgusu ve sanatsal etkinliğin çok belirgin bir şekilde tanımlanamaz olduğu zamanlardayız. Sanatsal etkinlikler galerilere ve tuvallere sığmıyor, sokaklara, meydanlara taşıyor. Belki bunu talep eden giderek daha acıklı bir şekilde mana, ruh ve ebediyet arzusu talep eden hayat, hayatlar. Atölyesini mabed gibi gören Baltuslar’ın çizgilerinin yetersiz kalacağı bir iklime sürükleniyor dünya, dış ve iç göçlerle, şehirleşmeyle, toplumsal, ekonomik ve siyasal kırılmaların getirdiği uyanışla birlikte, başka türlü bir kişi, bir kul olmayı talep eden sessiz yığınların çığlıklarıyla.
Güncel sanata yoğunlaşmış bir sanatçıyla söyleşmek hep aklımdaydı. Stockholm’de yaşayan güncel sanatçı Hakan Akçura’nın Adalar Müzesi’nde geçtiğimiz Aralık ayından bu yana gösterimde olan Göç Bağlantıları sergisi, iyi bir vesile oldu. Bu sergiye 3 işiyle katılan Akçura Haziran ayında İstanbul’a gelerek sergi kapsamında bir sunum da yapacak.
Sanatçı olarak Akçura benim ilk olarak 2007’de Stockholm’de açılan, ırkçılığı eleştirdiği “Ben, sahibimin köpeği” adlı sergisiyle dikkatimi çekmişti. Okuyucularımız İsveçli bir ressamın bir “meydan köpeği heykeli ” önerisi olarak peygamberimizin (sav) suretini içeren bir çizim yaptığını hatırlayacaklardır. Yollanılan sergi tarafından geri çevrilen çizim bir yerel gazetede yayımlanmıştı. Elbet kışkırtıcı bir eylemdi bu. İsveç’te son yıllarda bir şehir sanatı olarak kimi meydanlara farklı köpek heykelleri tasarlanıp uygulanıyor. Kışkırtıcı çizimin ressamı üzerine şu değerlendirmeyi yapmıştı Akçura, verdiği bir röportajda: “…Müslümanların mundar bulduğu “köpek kavramı” ile çizilmesi bir tabu olan peygamberlerinin, üstelik çirkin ve önyargılı bir suretini birleştiren bir tasarım, bu yaygın, hoş meydan heykelciliğine masum bir öneri eklemek demek değildi ve sözkonusu sanatçı bunu en başından beri çok iyi biliyordu.”
Akçura, Sockholm’de sadece güncel sanat çalışmaları yapmıyor, aynı zamanda ağır işçiliklerle bir geçim kavgası mücadelesi veriyor. Kendisiyle göçmenlik, güncel sanat, İsveç’te göçmen bir Türkiye vatandaşı olmak, bakıcı olarak çalıştığı kurumda edindiği izlenimlerin etkisiyle sürdürdüğü derin tarih araştırmaları ve çeşitli tasarıları etrafında söyleştik. 
(Uzun söyleşiyi sıkılmadan okuyacağınızı umuyorum. Yayına hazırlarken herhangi bir bölümünü çıkartmak içimden gelmedi.)
Cihan Aktaş: Hakan Bey, çalışmalarınızda göç ve göçmenlik teması bir hayli ağırlık kazanıyor. Siz de bir göçmen olduğunuzu dile getiriyorsunuz. Göçmeniz gerekiyor muydu? Daha doğrusu kimdir göçmen sizce? Muhacir ve mülteciyle hangi bakımlardan benzeşir ya da ayrılır?
Hakan Akçura: Ben 2005’ten beri İsveç’te yaşıyorum. Göçmem bir zorunluluk değil seçimdi. Sonuçta sevdiği insanla yaşamak için göçen bir insanın, zorunlu göçmenler ya da sığınmacıların yaşantıladığı bir dizi tatsız, acılı süreçten uzak olduğu aşikar. Ama söz konusu süreçlerden sonra oturma, çalışma iznini alabilmiş zorunlu göçmenler ve sığınmacılarla, benim gibi bir gönüllü göçmenin yaşantıladıklarının ise çok benzer olduğu bir kıta artık Avrupa. Sonuçta, dert ortak, koşullar ortak: Yükselen ırkçılığın her gün beslediği ve artık daha cesur bir pervasızlıkla günlük yaşama boca ettiği bin tür ayrımcılıkla boğuşarak çalışmaya, geçinmeye, yaşamaya uğraşan yabancılarız, ötekileriz, karakafalarız.
İsveç toplumu sizin gibi gönüllü ve eğitimli “göçmen”leri daha ılımlı bir şekilde karşılamıyor mu?
İsveç’te göçmen kelimesinin karşılığı “invandrare”dir. “Yürüyerek içeri gelenler” anlamına gelir. Bu ülkede, yeni bir göçmen de olsan, bir göçmen ailenin üçüncü kuşaktan çocuğu da olsan, yani anadilin İsveççe, vatan, ülke bildiğin tek yer bu topraklar da olsa sen hâlâ “yürüyerek gelmektesin”.
Kelime gündelik hayatta göçmenlere karşı tamamen bu şekilde anlaşılarak mı kullanılıyor?
Evet. Bu sadece sözün etimolojisinde değil her has İsveçli’nin zihninin ardında taşıdığı kodlarda da böyle. Değil biz gibi yeni gelenlerin, ikinci kuşak, üçüncü kuşak göçmenlerin de sadece taşıdıkları isimler, soyisimler yüzünden iş başvurularında, görüşmelerinde şansının çok azaldığı yıllar, bu yıllar. Böyle ve etkisi artarak süreceğe de benzer… Çünkü yakın geçmişten farklı olarak, İsveç’in artık parlamentoda sandalye sahibi, son ayların kamuoyu yoklamalarına göre de artık ülkenin üçüncü büyük partisi olan bir ırkçı partisi var: İsveç Demokratları. Böyle bir yasallaşma, giderek meşrulaşma, ırkçı partinin en başta göçmen karşıtı politikalarına destek veren, aslında içinde sakladığı, dile getiremeyip savunamadığı ırkçılığını artık açıkça diline, eylemine geçirebilen yeni on binler, yüz binler yaratıyor bugünlerde.
Türkiye gibi ülkelerden yola çıkan sizin gibi nitelikli, sanatçı bir “invandrare”ın hiç mi avantajı yok?
Aslında gelirken şansım daha fazla sanıyordum ben de… Yayıncılık, reklamcılık alanında tasarımcı ve teknik koordinatör olarak çok güçlü olduğunu sandığım bir CV’ye, referanslara, çalışma deneyimine sahip olmanın hiçbir anlamının olmadığını ise çok kısa zamanda öğrendim. Verili mesleki kariyerim ne kadar zengin olursa olsun hiçbir yeni iş başvurusunda zerre kadar etkilemedi, yaygın bir göçmen ayrımcılığıyla karşılaştım. Bir yandan İsveççe dil kurslarına devam ederken bir yandan da bu zor yolculuğun her yeni adımı, sorunu, sanatsal yaratımımda karşılığını bulmaya başladı:
Oturma iznime dair yaşadığım sorunlardan “Hakan Akçura’nın aşkına ve kişiliğine dair” adlı kitap sanat nesnem, “İsveç Göçmen Bürosu’na Açık Mektup” video performansım, aylarca çalıştığım göçmen işlerinden “Asansörler, asansörler…” foto düzenlemem, “Günaydın” video performansım, devam ettiğim İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun zorunlu bedava işgücü kurslarından da “İşyeri İsveççesi Sınıfında İsveç Kültürü ve İşsizlik Üzerine Bir Tartışma” videom ortaya çıktı.
Aradığım işlerin çoğunda kullanacağım ve çoğundaki gelişmelerin çok gerisinde kaldığım tasarım ve uygulama programlarına dair kurslara ücretsiz katılmamı sağlayacak, İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne dahil olmak için dört yıl arayla iki kez başvurdum. Gerekli tüm koşullara fazlasıyla sahip olmama rağmen sadece yeni bir göçmen olduğum için başvurularım reddedildi. 2007’deki ilk başvurumun ardından bu ayrımcılığa dair olup bitenleri kamuoyunu ilettim. İsveç Sol Parti, bu ayrımcılığı Meclis’e taşıdı ve bir gensoru verdi. Gensoru, Bakanlık tarafından geçiştirilen bir cevapla karşılandı. Konuyu bu kez ayrımcılıkla ilgili en üst karar kurumu olan Ayrımcılık Ombdusmanlığı’na taşıdım. Ayrımcılık Ombdusmanlığı, başvurumu, “ayrımcılığın niteliğinin etnik olduğuna kanaat getirmediği” yerden reddetti.
İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne ikinci kez, bu sefer gerekli koşulların çok daha zengin bir biçimde karşılandığı bir belge, kanıt yığınıyla, üstelik bir İsveç vatandaşı olarak 2010 yılında başvurdum. Yine reddedildim ve ayrımcılığın sürekliliğini “Cehennemin dibine gidin!” başlığıyla yayınladığım bir basın açıklamasıyla teşhir ettim. Bu çabamdan tümüyle vazgeçtim.
Ancak karşılaştığınız size tuhaf gelen ayrımcılığı “Göç Bağlantıları Sergisi Projesi’ kapsamında yer alan “Göç Esintileri” bölümündeki çalışmalarınıza da yansıttınız. Göçmenlikle sanatçılığınızı buluşturan tecrübeleriniz bana çok çarpıcı geldi. Sayısız iş için başvurmuş ve geri çevrilmiş olmanız ve buna rağmen ağır işlerde çalışarak direnmeyi sürdürmeniz…
Direnmeme şansım yoktu ki! İsveç’teki ilk yıllarımda yukarda da söylediğim gibi, çok az ücret karşılığı alışıldık göçmen işlerinde, gece ev kapılarına gazete dağıtımı, gündüz metro ve tren çıkışlarında bedava gazete dağıtıcılığı, engellilere yönelik kişisel asistanlık gibi işlerde çalıştım. Genellikle ırkçı bölüm şeflerim tarafından, bedenimi çok zorlayan güzergahlara yönlendirildim. Belimin iki omurunda disk kayması oluştu.
Geçen yıl ilk kez bir iş sözleşmesi imzaladım. Kadrolu elemanların hasta ya da tatilde oldukları günlerde çağrıldığım ve çalışabildiğim, süresiz, güvencesiz bir işe dair: 25 kadar –çoğu şizofren– ağır psikiyatrik hastanın birlikte yaşadığı üç apartmanlık bir komplekste, onların gündelik hayatı götürebilmelerine destek veren belediye sağlık bakım görevlisiydim.
2005’ten bu yana başvurduğum iş sayısı bini geçmiştir. Sadece ikisinde, sonuç vermeyen görüşmelere çağrıldım.
İsveç uzaktan sanatçılara özel bir müsamaha gösteren bir ülke gibi algılanıyor. Sanatçı birikiminiz ve kimliğinizle yaptığınız başvurularda yaşadığınız zorluklar bu açıdan dikkate değer… 
Her yıl, sanat kültür alanında varolan tüm kamu ve özel destek fonlarına genellikle birbirinden farklı ve yeni projelerle sürekli başvuruyorum. Kimisi sanatsal projeyi, kimisi sanatçı atölyesini, kimisi ise sanatsal yaşamı kısa ya da uzun süre boyunca desteklemeyi hedefleyen fonlar bunlar.
Herhalde başvuru sıklığımdan dolayı aracılarla bana “gizli ve egemen kural” iletildi: “İsveç’te bir göçmen sanatçı on yıl geçmeden hiçbir fondan destek alamaz.” Benim başvurularımın reddedildiği her yeni fon döneminde destek alabilen göçmen kökenli sanatçı sayısı asla % 5’i geçmedi. Oysa, ülkedeki göçmen oranı beşte bire yakın.
Tüm bu işsiz ya da yarı işli İsveç yıllarımın atmosferi, içeriği, tek tek sonuçları, burada ürettiğim ve çoğu sergilenen tüm işlerimin temel konusu. Burada açtığım tek kişisel sergim “Dikkat: Sıkışma Riski!”, katıldığım karma sergiler “Labirent” ve “Ben, sahibimin köpeği” tümüyle bu işlerimin sergilendiği zeminler oldu. “Günaydın” ve “İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık mektup” Zagrep’te de sergilendi.
Hâlâ bakıcılıkla geçiniyorum. Bu kez 4 yaşlı, her anlamda -konuşma, zeka, bedensel- engelli dört insana 24 saat hizmet veren bir özel sağlık şirketi bakımevindeyim. İş ağır. Daha ilk haftasından bana işkazasına ve yeni bir boyun fıtığına mal oldu. Hâlâ kadrolu değilim, ücretim çok düşük. Baktım olmayacak, yeni bir eğitime de başladım ve Stockholm’un Türkçe konuşan az sayıdaki turist rehberinden biri olup en azından daha iyi kazanayım ve daha sık atelyeme gidebileyim derdindeyim. Durum bu!
Şifa diliyorum. Direnmeyi sürdürdüğünüz açık. Bir sanatçının ille de kırılgan olduğu ya da somut hayatla ilgilenmediği düşünülür. Siz ağır şartlarda geçim kavgası veriyor, bir yandan da “kavramsal” ve “performans” olarak nitelendirilebilecek sanatsal çalışmalar yapıyorsunuz. Video performanslarınız, “Günaydın”da olduğu gibi, Müslüman Türk kimlikli bir göçmenin Stockholm çevresinde sürdürdüğü hayat mücadelesinden hem ilham alıyor, hem de bu mücadeleyi belirliyor gibi geliyor bana. Sanatın yeniden hayatla buluşması, bu şekilde buluşması, planladığınız bir şey miydi?
“Günaydın” videoperformansım, metro çıkışlarında bedava gazete dağıttığım zamanlarda -ki bu o zamanlar her yeni göçmenin nadiren kolay bulduğu üç kuruşluk işlerdendi- bir ilişki kurma denemesiydi. İşverenim gazeteyi dağıtırken bize iki şekilde seslenmemizi dayatmıştı: Ya gazetenin ismini kullanacaktık ya da “buyrun” anlamına gelen bir işveççe sözcüğü: Varsågod! (Varşogut!) Bense genellikle cevapsız karşılanan bu seslenişler dışında bir kelime seçtim, basit ama cevapsız kalınması zor bir kelime: Günaydın!
Gördüm ki, orta sınıf hiçbir İsveçli, hatta İsveçli’leşen göçmen, sabahın köründe, onlardan hiçbir şey talep etmeyen, hatta isterlerse üzerine bir gazeteyi bedava verecek olan, gözlerinin dibine gülerek bakan, orta yaşı geçmiş, göçmen mi, değil mi anlaşılmayan, ama belli ki göçmen işi yapan bir adama hazırlıklı ve donanımlı değildi. Çoğu seviniyor, renk değiştiriyor, cevap veriyor ve gazeteyi ister istemez alıyor, ardından neden yaptığını pek anlayamayarak beni, yani arkadan gelene de aynı sıcaklıkla “günaydın” dediğim halimi izleyerek metroya giriyordu.

Hasbelkader aynı yerde ikinci kez yine benim gazete dağıttığımı görürse, ertesi ya da bir sonraki gün, sıraya giriyor, donanımlı “günaydın”ı ile karşılıyordu beni. Ödülünü elimden alıp gidiyordu. Gelen, bir önceki gün, olanca sevimsizliği ile yüzüme bile bakmaz, gazeteyi almaz, yanımdan geçerken, ona ve arkasından gelenlere yönelik “günaydın”ımı fark edip, garipseyerek geçen bir başkasıysa, bu kez beni izleyerek ama daha yavaş yaklaşıyordu kapıya.

O başkalarını genellikle hatırlıyordum. Bakıyor, gülümsüyor ama “saygım bir yana, gazete almayacağını biliyorum” dediğim bir beden diliyle diğerlerine dönüyordum elimdeki gazeteyi uzatmak ve “günaydın” demek için. Bu tanınma, hiç bekledikleri bir şey değildi. Aralarından bazıları hafif utanarak, bu kez “talep ediyordu” gazeteyi. “Sevindiğimi anladıkları” bir beden diliyle ve bu kez “günaydın”ımla uzatıyordum. Ödülleri gibi alıyorlardı.
Monoton güne ilişkin klişeleri tek güzel kelimeyle dağıtıyor ve karşılığını alıyorsunuz…
Hem öyle, hem de birçoğu için ne zaman ne yapacaklarını ya da isterlerse hiçbir şey yapmayabileceklerini onlara emreden hakim kodları kullanamaz hale getirdim sanki… Bu bir çıplaklaşma. En azından onlar yeni kodlar arayıp bulana kadar.
Neyse… Dağıttığım gazete sayısı şaşkınlık vermeye başladı işverenlerime. Değişik değişik yerlere yollamaya başladılar beni. Genellikle sıkıcı bulunan otoban altı metro girişleri, uzak banliyölerin tren istasyonları… 

Üç hafta boyunca aynı yerde, Stockholm’un uzak bir banliyösü olan ve adı Türkçeye “Yakup’un dağı” olarak çevrilebilecek Jakobsberg’de dağıttım gazete. Sonra bu videoyu yapmaya karar verdim: Üç haftanın ve bu yazlık geçici işim bittiği gün, gazete dağıtan kendimi ve yolcuları, yani müşterilerimi sabit kamerayla belgeledim. Yüzlerce “günaydın”ımla… Belki de birçoğu için o gün kendisine söylenmiş tek “günaydın”la.
Önceki sorunuza dönersem, sanatım her zaman hayatımdan beslenmişti. 2001’de “Aynalarımı İsterken”, yaşantımın ulaşabildiğim her öznesine, benle ilgili yansısını yollaması için davet yollarken, beklerken, iletilenleri kendimden hiçbir şey katmadan sergilerken de konu “yaşantım”dı.
Ebette ki, İsveç’e gelirken buradaki günlük yaşam mücadelemin hemen her cephesi ile sanatsal yaratımımın bu kadar içiçe olacağını hiç tahmin edemez ve planlayamazdım. Az çok tanınmış bir sanatçı ve deneyimli bir tasarımcı, çalışkan bir kültür işçisi olarak işimin çok daha kolay olacağını sanırdım.
Ama bugünden baktığımda, İsveç’teki göçmenlik serüvenimden beslenen işlerim, bir yandan da yaşantımın sürdürülebilir olmasını sağlayan “dengeyi / dengemi /r uh sağlığımı” bulabilmeyi hedefliyordu. Bir atelye kiralayamadığım, resmedemediğim, yaratım adına harcanacak zamanları altından kalkmak için savaştığım yaşam gailesine dahletmeyi neredeyse şımarıklık olarak adlandırdığım yıllardı. Aynı zamanda, gözlediğim, verili hakim haline ciddi itirazlarım olan bir yeni ülke ve onun vatandaşlarıyla karşı karşıyaydım. Ne kadar oraya -ya da buraya- ait olup olmadığımı tartışmam pek sözkonusu değildi. Yertsizyurtsuzluğu uzundur içkin yaşayan biriyim. Aitlik sorunumu da daha çok dönüp baktığım kendi yurduma dair yaşadım bu süreçte. Bu ayrı bir tartışma konusu ve İstanbul’daki gelecek sergimin içinde akacağı kanal zaten.
Yersizyurtsuzluk ve göçmenlik sanatçılara özgü bir ruh haliyken sizde ayrıca bir hayat tarzı olarak da görünüyor. Yerleşememe üzerinden bir faaliyet, üretim…
Burada bir hususun altını çizmek istiyorum. Yukarıda bir soruda “Müslüman Türk kimlikli göçmen” derken, sizin kendinize dönük tanımınızı değil, İsveç kanunları ve toplumu nezdinizdeki göçmen kimliğinize atıfta bulunmak istedim.
Ben de öyle düşünmüştüm zaten. “Müslüman Türk kimlikli bir göçmenin Stockholm çevresinde sürdürdüğü hayat mücadelesi” tanımı, benden yana ya da İsveç kanunları ve toplumu nezdinde birçok açıdan doğru bir tanım değil.
Öncelikle hayatımda kendimi “Müslüman Türk” hissettiğim, ötesi “olduğum” hiçbir dönem yok. Kendimi bildim bileli ateistim, çok uzundur da milliyetçiliğe -kapitalizme, savaş kışkırtıcılığına, ırkçılığa- karşı konumlanmış bir aktivistim. Ama elbette ki, İsveçlilerin bana baktığı, beni gördüğü açıdan “Müslüman Türk kimlikli bir göçmen” olarak algılanmam da mümkündü. Ona da fiziksel görünüşüm hiç izin vermedi. Birçok has İsveçli’den daha İsveçli sanılabilecek bir adamım.
Dillerini kullanmaktan nefret ettiğim, öğrenmek için zorlandığım, faydacı bir dizgeyle nefretimi rafa kaldırabilip altından kalktığımda da mükemmelliyetçiliğim yüzünden kendimi tutuk, kekeme hissettiğim çoğu zamanda birçok diğer yeni göçmen gibi onların “hayran oldukları” dili kullanmayı seçtim: İngilizce. Hele bir de az da olsa ABD aksanı katabilirseniz İngilizce’nize çoğu ağızları açık, hayran ve sizin aksanınızla konuşabildiğini gösterme meraklısı İsveçli bulmanız çok kolay buralarda…
Daha çok sanatçı, her türlü ayrımcılığa karşı sesini yükseltmeyi ve yasal haklarını bilen savaşçı kimliğimi saklamaya çalıştım iş başvurularımda ve görüşmelerimde. Buranın gizli yaşam ve çalışma hayatı kodları, varlıkları daha çok da soyları ve kariyerleri, güçleri ile bir “efendi” olarak kutsanmamışsa, ancak sessiz, zorlamasız, verili her şeye kabulle yaklaşan köle ruhlara yer açan bir nitelikte.
Bu son cümleniz çok anlamlı. Sanırım postmodern ırkçı söylemlerle bir tür görünür görünmez olanlar en fazla hırpalanıyor. Başörtülü kadınlar, Müslüman imajını uyandıran sakallı erkekler…
“Müslüman Türk” kimliği önde olan biri olsaydım elbette daha da zorlanırdım. Her ne kadar müslüman kadınların, takıyorlarsa başörtüleri, türbanları, hatta neredeyse çarşafları ve burkalarıyla kamusal alan da içinde olmak üzere kendilerine en yaygın ve rahat yer bulabildikleri Avrupa ülkelerinden biriyse de İsveç, aynı şey giyimi ve ne bileyim, örneğin sakallarıyla “ben müslümanım” bilgisini dışavuran erkekler için pek geçerli değil.
Bu çok ilginç, yani kadınlardan çok erkeklerin rahatsızlık uyandırması…
Metrolarda, diğer kitle ulaşım araçlarında, taşıdıkları sırt çantalarına dikkatle bakılan, sayıları birden çoksa polis ya da diğer özel güvenlik elemanlarına “tehdit içeren” varlıkları ihbar edilenler onlar. İş başvuruları ve görüşmelerinde şanslarının da çok olduğundan elbette sözedilemez.
Sizin yaşadığınız zorluklar “Müslüman Türk”e benzemeyen Türkiyeli göçmenin zorlukları olarak özelleşiyor galiba…
Her şey daha karmaşık, genelleştirilemeyecek biçimde, hatta bazen tekil değerlendirmelerle ele alınmalı bence. Mesela ben ve benim gibiler, birçok müslüman Türk’ün, daha buralara yola çıkmadan yararlandığı bir tür ilişki-dayanışma ağının dışındayız. Onlar, aracılığıyla buraya geldikleri eski göçmen aileleri, akrabalarının onlara sunduğu yasal ya da yasadışı -vergisi ödenmeyen- iş koşulları sayesinde birçok zorluğu daha çabuk atlatıyorlar. Tüm sosis, döner büfeleri, lokantaları, pizzacılar, göçmen marketleri, kasiyer, garson, bulaşıkçı, tezgahtar olarak çalışan “Müslüman Türkler” -ve Kürtler’le, Araplar’la- dolu ve çoğunun işi daha buraya varmadan belli.
Sanata bakışınız üzerine konuşalım mı yine… Sizin benimsediğiniz türde hayatla buluşan, stüdyo ve galerilerden taşan bir sanat, “yüksek sanat” açısından, Bourdieu’cu estetik açısından problemli, bir tür sapma ya da yozlaşma olarak görülüyor. Siz kavramsal sanata yoğunlaşırken, bu tür eleştirilerle karşılaşıyor musunuz? Bu bağlamda Türkiye ve İsveç’i karşılaştırabilir misiniz?
2008’de NY Arts Magazine dergisinde yayınlanması için kaleme aldığım manifestomun cümlelerini aktarmam gerekiyor okurlarınıza:
“Ben bir open flux sanatçısıyım. Kaygı ve sorumlulukla yaratmaktan geri duramayan günümüz sanatçılarının sahip olmaları gerektiğine inandığım şu nitelikler, benim yaratımımın da hedefidir: ‘Zamanın ruhu’na (zeitgeist) bir kez daha tanıklık etmek yani giderek daha boka batan bu yerkürede daha muhalif ve radikal olmak. Yaratımlarının mülkiyet sorunlarından daha çok, yaygın dolaşım ve paylaşımını önemsemek. Bağımsız olmak. Yol gösterici, zihin açıcı, sorunlara yeni tanımlar önerebilen bir sanatçı olmanın yanısıra, her türlü etkileşim ve iletişime açık, gerektikçe oyun kurucu olmayı becerebilen bir sanatçı da olabilmek. Elitizm batağına da, popülizme de düşmeyen bir cesareti, özgünlüğü ve niteliği varetmeye, ötesi hep korumaya çalışmak.”
Dolayısıyla bağımsızlığa yazgılı bir sanat, değil mi… Ya da şöyle sorayım: Eserini merkeze alan sanatçı bağımsızlığa yazgılı değil midir?
Sanırım… Tabii ki yolu böyle çizince, verili sanat mekanlarının genelgeçer kabul cümleleri, hakim sanat ve kültür ilişkiler ağı, o ağın hiyerarşik kuralları, tabii ki çok önemsediğim şeyler olmuyor. Ya da tam tersine onların hiç ummadığı, beklemediği, istemediği yerden bir umursamayı yaşayabiliyorum. Mesela, İsveç’teki sanat kültür fonlarına destek almak için başvurmamış olmasına rağmen kendilerine -yasadışı, ayrıcalıklı- destek verildiğini öğrendiğim birkaç sanatçının varlığından raslantıyla haberdar olunca, işin ötesini merak edip araştırmaya başladım. Bu araştırmanın varabileceği sonuçlar, yıllardır sürdürdüğüm, bir iki insanı vitrinden gösterip kendini saklayabilen sanat kültür mafyasının derin, kirli bir vadide akan yapısına dair sonuçlarla birleşecek gibi… Bu sonuçlar sivri dilli yüzleşmeci sanatişlerine mi dönüşür, skandalı duyuracak bir gazete haberine mi bilemiyorum henüz. Ama bu emekyoğun, hedefine odaklanmış girişimlerimin tümü de Open Flux manifestomdan bağımsız değil.
Ben artık, eşitsiz bir çıkar ilişkisi içinde oldukları güç sahibi sanat aktörlerince popüler olmaları karar verildiğinde gözönüne çıkarılan, bazen yoktan varedilen, bazen dönüştürülen, artık onlara ne kadar ait olduğu sorgulanabilecek “şeylerle” ülke ülke gezebilen onur fukarası kimi sanatçıları anlayamıyorum. Bu sözüm tabii her biri için geçerli değil. Samimiyetin, bağımsızlığın -en çok da bağımsız ruhun-, yeterli bilgi ve yetinin olmadığı yerde güçlü sanat olmaz. Tüm bu niteliklere ek olarak, varolana, sürüp gidene, alışıldığa, kuraldan sayılana karşı her anlamda müdahil olmak isteyen, yeni önermesiyle, bağlamıyla, dönüştürücü gücü ile bunu becerebilen dokunuşlar ise öncü sanatı beraberinde getirir. Yeni tartışmalar, itirazlar, direnişler başlar, akan şey değişe, dönüşe güçlenir, giderek belirleyici olmaya başlar. Birileri bu yeniye de “eskisin” diyene kadar… Gerisi hikaye!
Sizin gibi avangard çalışmalar yapan bağımsız sanatçıların uluslararası sanat ortamlarında yer bulma ve performanslarını sergileme şansını merak ediyorum?
Tümüyle kişisel çabalarımıza bağlı, diyebilirim. Eminim ki beni ve benim gibileri tanıyan, bilen, izleyen, hatta gizli ya da açık beğeni cümleleri kuran küratörler, galeristler, sanat seçicileri vardır. Ama çoğu “niye risk alayım ki,” der geçer. Çünkü kendi seçimlerinin koordinatları da bence kendi asal beğenilerinden geçmiyor. Pazarı tanıyan, pazarın ne istediğini bilen, pazara yeni bir “şey” önerecekse o önerisini önceden alabildiğince “şekilleyen” aktörler çoğu.
Öte yandan, uluslararası sanat ortamı, bir yanda gücü elinde bulunduranların, pazara sahip olanların, diğer yanda son yirmi yılda çağdaş sanat ortamına davet edilen ve kavram, izlek, dizge, mekan, ortam, sanatçı belirleyici güçleriyle sahip oldukları etkin rolün, edindikleri payların üzerine kalkmamacasına çöreklenen yeni sanat aktörlerinin arasında kendini sürekli yineleyen bir bunalım içinde.
Bir yanda hızla yeni sanat yıldızları ve onların satılacak değerli malları yaratılıyor, pazara sürülüyor ve iş koleksiyoncuları iknaya kalıyor. Öte yanda, yeni, farklı, öncü hiçbir şeyi yaratamayacak yorgunlukta, iç geçmişliğinde, simbiyoz bir kalabalık için yeni fonlar, etkinlikler, sahneler, sergiler bulunmaya çalışılıyor. Her dönüştürülmesi zor “yeni” kişi ve yaratımdan korkuluyor. Her gerçek etki gücüne sahip girişim baştan evcilleştiriliyor. Kirin bu kadar yoğun, katmanlı, çirkin, hiyerarşik, acımasız, hoşgörüsüz, mutsuz, doyumsuz aktığı az sektör vardır.
Sektörün ana yapıtaşları, sanata hayran ama yaratamayan sefil ruhlardan oluşur; kurulan egemenliğin keyfi o seçilmiş sanatçılarla paylaşılır. Birbirleriyle sürekli dayanışma içinde olan, kendilerini kültür seçkinleri olarak niteleyen bu kalabalık, uluslararası ağları ve konforları içinde, hiç adını açıkça koymasalar da biliyorlar ki, ağır bir güvenlik sorunu yaşıyorlar, yaşayacaklar.
Bu anlattığınız şartlar altında bienal, trienal veya başka zeminlerde süren performans sanatları, güncel sanat nereye gidiyor sizce?
Güncel sanatın neye evrileceğinin ipuçları alabildiğine belirsiz. Bu ‘yarınsızlık’, sektörün sürdürücülerini buz gibi bir paniğe sürüklüyor, hissettirmemeye çalışıyorlar.
Cihan Aktaş: Siz sanat adına yerleşmiş bir ilişkiler ağının hegemonyasına karşılık sanatla hayatı bütün olarak gören, bir bakıma sanatı hayata, hayatı da sanata katmaya çalışan bir çabayı önemsiyorsunuz. Nasıl karşılanıyorsunuz peki? Anlaşıldığınızı, anlamlı bir şekilde eleştirildiğinizi düşünüyor musunuz?
Hakan Akçura: 20 yıldır sanat ortamındayım, yapılan röportajların haddi hesabı yok ama sanatım hakkında sadece tek eleştiri yazısı var, o da itibarsızlaştırmak için. Ama o bile bir şey…
Danışıklı olmayan, baştan şu ya da bu şekilde ücreti ödenmemiş, vaadi verilmemiş kaç yazı var ki yazılan, sanat eleştirisi olan! Birileri hep “Hakan ya, çok önemli bir yerde akıyor sanatın, senin hakkında yazmayı hep düşünüyorum,” diyor, ama yazmıyor. Bunu deme ihtiyaçları niye var o halde, bilmiyorum açıkçası.
Ben sanat ortamında, şu ya da bu güç sahibinin, o güçle belirleyenin yolunda, suyunda, isteğinde, kabul görmek için yazana “anaakım yazarı” derim. Türkiye’de bu tanımın dışında kalan sanat yazarı bir elin parmaklarını geçmez. O yüzden ne özgün, ne derin, ne de yeni ve zihin açıcıdırlar. Oysa yazıları özgün, derin, nitelikli olmayan yazarlar, bağımsız yazma geleneğinin varolduğu yerlerde okunmaz, sektörün reklam yazarları olarak anılır. Ben, hakkında tonla yazı yazılan kimi sanatçıların bile, eğer kendilerini umursuyorlarsa, hakkında yazılanları özgün, derin bulduğunu sanmıyorum.
Oysa her doğru sanatçı, sanat felsefesi, kuramı, tarihi, eleştirisinde zihin açacak yeni, özgün, derin cümlelere açtır. Sanat adına diğer düşünen ve yazanların yazma saikleri ise farklıdır. Doğru sanatçı, o yazarlarda, eleştirmenlerde, en iyi anlatıcıyı, yansıtıcıyı, göstericiyi, kazan kaynatıcıyı, kafa karıştırıcıyı, can sıkıcıyı, hatta düşmanı bulmak ister. Ben Türkiye’de bunu hemen hiç bulamadım.
Sonuçta biz sanatçılar her şeye rağmen “görülmek için” bu sektöre muhtacız. Ne yaparız? Sanat ortamında çok az da olsa bulunan kimi farklı özneleri, bağımsız galerileri arar, buluruz, onlar eliyle “yollar ararız”. Ya da iletişmek istediğine aracısız ulaşmanın yeni yollarını bize veren yeni medya ve internette soluk alır, üretir, kendimizi tanıtıp duyururuz.
Geçtiğimiz günlerde Stocholm’de “Yeni fikirler, buluşlar fuarı”nda fotoğraf serginiz vardı. Başlığı çok hoş: “Ne şans! Gökyüzü hepimizi sarıyor!” Sohrab Sepehri’nin şiirini çağrıştırdı bana: “Her nereye gidersem gökyüzü benimdir.” Üç mevsim boyunca çalıştığınız bakımevinin balkonundan seçtiğiniz gökyüzü kareleri… Sergiye nasıl hazırlandınız, nasıl karşılandı?
Bu serginin benim için en hoş özelliği, ilk kez, aslında sergilemeyi hedeflemeden yaptığım bir eylemin ve sonuçlarının bir sergiye dönüşmesiydi. Daha önce sözünü ettiğim son işyerim bakımevindeki sigara molalarında çıktığım balkonda, gökyüzünün panoramik fotograflarını çekme alışkanlığım vardı. Aylarca atelyeme gidecek zaman bulamadığım yoğun iş temposunda yaptığım tek “yaratıcı iş”ti bu, bana iyi geliyordu, aldığım “nefesi” genişletiyordu. O fotografların birçoğunu, çeker çekmez, sosyal ağlarda paylaştım. Fotografları balkonun ortasından, en geniş panoramaya sahip noktadan, yani hep aynı noktadan çektim.
Bu eski bir alışkanlıktı aslında: 1995’de 4. İstanbul Bienali için yaptığım “Pencere” adlı işim de evimin balkonundan beş ay boyunca aynı noktadan, değişik zaman ve ışıkta, değişik halleriyle belgelediğim bir başka evin fotograflarından üretilmişti.
Neyse… Bu gökyüzü fotografları biriktikçe hoş bir toplam oluşturdular. İşverenim, aslında mesleki gelişmelerin, yeni fikirlerin tartışılacağı bu fuarda bir sanat sergisi arzulayıp, bana fikrimi danışınca, yarı şaka, yarı ciddi bu fotograf serisinin sergilenebileceğinden bahsettim. Havada kaptı bu fikri, üretim, baskı sürecine destek verdi ve sergilendiler…
Sergi o sadece bir günlük kısa varlık süresinde, bir sanat sergisiyle karşılaşacağını hiç ummayan binlerce insan tarafından gezildi ve çok ilginç, hoş, keyif aldığım tepkilerle karşılandı. Konuşmaktan, anlatmaktan yoruldum. Mesela aslında haliyle meslektaşım da olan bir ziyaretçi şunu dedi: “Kaçımız on yıllardır her karışını ezbere bildiğimiz işyerimizdeki o balkona çıkıp da hiç görmediğimiz bir şey gibi gökyüzüne bakacağız yarın, biliyor musun Hakan?!” İyi geldi tabii…
Mutlaka bütün performanslarınızı önemsiyorsunuzdur. Bazılarını okuyucularımızla paylaşmak ister miydiniz? Fikir nasıl doğuyor, eser nasıl gerçekleşiyor, sunum hemen mümkün oluyor mu?
Bir videoperformansımdan, fikrinin doğuşundan, sürecinden daha önce bahsettim: “Günaydın.” Sunumu üç karma sergide oldu. İlki Stockholm’de. İkincisi Zagrep’te. Sonuncusu ise nihayet bu yıl boyunca sürecek bir sergide, İstanbul Adalar Müzesi’nde. İlk iki sunumumun sonuçlarından çok hoşnutum. Umarım İstanbul’da da ilgiyle karşılanır.
Aynı izlekte, yani İsveç göçmenlik sürecimde yaptığım daha erken tarihli bir videoperformansım da sergileniyor Adalar Müzesi’nde süren “Göç Bağlantıları” sergisinde: “İsveç Göçmen Dairesi’ne açık mektup”.
2006 yılında, İsveç Göçmen Dairesi’ne oturma ve çalışma izni almak için ikinci kez başvurdum. Onların görüşme davetini aylarca bekledikten, ben gibi bekleyen 10 bin kadar başka insanın da olduğunu öğrendikten sonra, bu videoperformansı yapmaya karar verdim. 50 dakikalık tek taraflı bir görüşme kaydı. Videoperformansımda Göçmen Bürosu’nun soracağını bildiğim soruları cevaplamakla kalmayıp, onların asla sormayacağı, bence çok önemli başka soruların cevaplarını da vermek, aslında İsveç’e, ülkenin göçmen politikasına, bizzat Göçmen Dairesi’ne, günlük tanıklık ve izlenimlerime dair düşüncelerimi iletmek, paylaşmak derdindeydim.
Videoperformansın kaydını Göçmen Bürosu’na yolladığım gün içeriğini kamuya da açıkladım ve diğer binlerce göçmenle paylaştığım bu ortak sorunumu medyaya taşıdım. İsveç’in en çok satan ikinci gazetesi Svenska Dagbladet’te, hemen ardından Türkiye’de Radikal gazetesinde, İsveç’te devlet TV ve radyo kanallarında geniş yer buldu. Yaptığım işin ne kadar olumlu etkisi oldu bilmiyorum, ama hem ben süresiz oturma ve çalışma izni alma, ardından vatandaşlığa kabul edilme süreçlerimi sorunsuz ve hızlı yaşantıladım, hem de genel olarak söz konusu bekleme süreleri çok kısaldı.
Bir de “Sazak’ın Dikenleri”ni konuşalım istiyordum…
2009 yılında, İzmir’in Karaburun ilçesinde yeralan, öldürülüp, sürülüp, göçe zorlanan eski sakinlerinin Yunanistan Patras’taki torunlarının 87 yıl sonra ilk kez ziyarete gelecekleri bir Rum köyünde, Sazak’ta bir performans yaptım. Bu performansı videoyla belgeledim ve yaygınlaştırdım.
Yaptığım performans şuydu: Onların ziyaret tarihinde, köyün terkedilmiş yıkıntılarının arasında, yollarında, kilisesinde büyüyen, adım atmayı zorlaştıran devedikenlerini bahçıvan makasıyla, gündoğumundan günbatımına kadar kesmek. Yapabildiğimce… Bir simgesel arınma, temizlik, hoşgeldin eylemi olarak… Bu kadar! Performansıma o günlerde misafirim olan dostum Dror Feiler de iki notası kırık eski bir yöresel klarnet ve doğaçlama müziğiyle katıldı. Dror Feiler, bir besteci, sanatçı ve Gazze’ye üçüncü seferini geçtiğimiz yıl düzenleyen İsveç “Ship to Gaza” girişiminin kurucu ve sözcüsü.
Performans belgeselim, Patras’tan gelen torunların Sazak’ın silüetiyle karşılaşmasının, iki ayrı köyde düzenlenen karşılama yemeklerinin görüntülerini, en önemlisi köyün eski sakinlerinin bulabildiğimiz fotograflarını da kapsıyor ve internet üzerinden yayınlanıyor. Karaburun Şenliği, Ankara Film Festivali, Portekiz Temps D’Images Film Festivali, Londra Distance Festivali’nde gösterildi. Her birinde, eski sakinlerin fotografları ve benim performansımın, öncesi, sırası, sonrasıyla tüm sürecini belgeleyen fotograflarla… Henüz Yunanistan’da gösteremedim, sergileyemedim. Ona yanarım.
Çok etkileyici… İnşallah Yunanistan’da da sergilersiniz. Refahiye’de çocukluğumun geçtiği ev, mübadele sırasında Yunanistan’a giden bir aileye aitti. Yıllar sonra ailenin gençleri kasabaya geldiler ve o evde yaşayan büyükleri için fotoğraflar çektiler, toprak götürdüler. Ellerini kapılarda pencerelerde gezdirerek bir geçmişi avuçlarında toparlamaya çalışıyorlardı sanki. Çok hüzünlendirmişti beni izlediklerim o yaşta, siz anlatırken o günlere gitti aklım.
“Güncel sanat” Türkiye’de çok iyi bilinmiyor, kimileri de onu sanattan saymıyor. 1960’lar Amerikası’nda Claes Oldenburg, sokağa sahip çıkan sanatı gündeme getiren sanatçılardan biri, şunları söylemiş: “Size saatin kaç olduğunu, aradığınız sokağın nerede olduğunu söyleyen sanattan yanayım. Yaşlı bayanların karşıdan karşıya geçmesine yardım eden bir sanattan yanayım.”
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırarak “sanat” kılan nedir? Hayatın sanatlaştırılması güncel sanat yoluyla ne ölçüde olası dersiniz...
Güncel sanatı gündelik hayat performanslarından ayırıp “sanat” kılmak, yaratıcı, gerekiyorsa aynı zamanda araştırıcı, biriktirici, düzenleyici, yeniden kimlik katıcı edimlerin, eylemlerin, üretimin sadece “niyetiyle” ilintili. Bu niyetle, yani bir sanat nesnesi, edimi, etkinliği, düzenlemesi, müdahalesi hedeflenerek varedilmeleri “sanat” olarak tanımlanmaları için yeterli.
Ama elbette ki güncel sanat örnekleri içerdiği ya da içermediği özgünlük, samimiyet ve derinlikleriyle, etkileyici ya da sıradan, zamana yayılan ya da genelgeçer niteliklerde olabilir. Yani, eğer sorunuz, niteliği güçlü güncel sanatı bulmayı, ayırt etmeyı hedefliyorsa, sorularımız da değişir: Dönüştürüyor mu, dönüştürmüyor mu? Farkındalık veriyor mu, vermiyor mu? İzleyicisi ya da katılımcısıyla birlikte yeniden üretiliyor mu, üretilmiyor mu? Tek ve benzersiz mi, türev mi? Yaşamı -zihinde, algıda, bellekte ya da gerçeklikte- farklılaştırma gücüne sahip mi, değil mi?
Oldenburg’dan bu yana çok sular aktı. Bana sorarsanız, güncel sanat ortamlarının bugün en büyük zaafı, kendi içinde kolaycılığa, türevciliğe verdiği geniş yaşam olanağı. Birbirine çok benzer, birbirinin türevi, “ben yaptım oldu”cu, sığ güncel sanat örneklerinin yaygın varlığı, onların sanat ortamlarında daha önce sözünü ettiğim kirli ilişkilerin iç yasaları gereği çok rahatlıkla ve devamlılıkla yer bulabilmesi…
Söyleşimiz uzayıp gidecek galiba, aklımda daha çok soru var. Türkiye’de Fazıl Say’ın söylemleriyle tartışmaya açılan “çoban ve sanat” konusunu da konuşalım isterdim. Çobanların sanattan anlamayacağını, sanatın her zaman çok daha “yüksek” bir yerde durması gerektiğini sanatçılarımıza düşündürten nedir dersiniz?
Geleneksel sanat tarihi, her sanatçının “kendini seçkin hissetme hakkı” tarihidir de… Dada’dan bu yana akan ve sanatın, sanatçının geleneksel kibrinin burnunu sürten yüz yıllık tersine süreç ise Fazıl Say gibileri elbette hiç etkilemez. Çünkü onların kibri katmerlidir. Kemalist ırkçı beyaz türk seçkinciliğiyle, geleneksel sanatçı seçkinciliği elele, yanyana aynı ruhta, bedende varolur.
Sanatın işlev ve amaçlarından biri, alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak da… Günümüzde güncel sanatın elbet sanatsal kuralların içinde kalarak bu işlev ve amaçları gerçekleştirebildiğine inanıyor musunuz? Daha önemlisi özellikle şaşırmaz hale gelen izleyici üzerinde etki oranını artırmak üzere kavramsal veya performans sanatları alanında devreye sokulan irkiltici çirkinlik ve teşhir edilen “yaraları” nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Günümüzde güncel sanat” derken çok geniş bir toplamdan sözetmiş oluyoruz. “Alışkanlığı kırmak, yadırgatmayı sağlamak, en azından izleyenleri alımladıkları temlerle belki sarsmak” işlev ve amacının, bu çok geniş toplamın ortak hedefi olmadığı ise kesin. Ne iyi ki böyle!
Böylesi bir işlev ve amaç, özü gereği yaratıma dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki, güç ekleme çabasını, arayışını gerekli kılar. Bu etkinin ve gücün kısa erimli olacağı ve herkes ve her şey tarafından hızla eskitilip, normalleştirileceği bir zamanda yaşıyoruz oysa. Yine de sektör bu tür yaratımları hızla tanımlayıp, uygun bir biçimde kendi içinde kategorize etti, ediyor.
1997’den 2000’lerin başına kadar Londra, Berlin, Canberra ve New York’a, neredeyse dünyayı dolaşan Saatchi’nin “Sensation” isimli uluslararası sergisi tam da buydu. Marcus Harvey’in minik çocukların el izleriyle yaptığı/yaptırdığı, İngiltere’de çok sayıda çocuğu öldüren bir çocuk bakıcısı Myra Hindley’in dev portresi de (“Myra” / 1998) vardı o sergide, Tracey Emin’in iç yüzüne 1995 yılına kadar birlikte olduğu erkeklerin isimlerini yazdığı kamp çadırı da (“Everyone I Have Ever Slept With 1963 – 1995” / 1995) vardı.
Yapıldıkları dönemde yoğun tartışılan, adı üzerinde sansasyonel bu işlerin, zaman içinde sanat tarihinde nasıl konumlanacağı meçhul. Bana kalırsa, gelecekte, “güncel sanatın 1900’ların sonuna, 2000’lerin başına denk gelen derin kriz döneminde -ki Damien Hirst’ün o dönemin en ünlü ve en çok kazanan sanatçısı olmasından da anlayabileceğiniz gibi- bir çok sanatçı, derinliği, katmanlılığı çok kuşkulu sansasyonel işlerle geniş kitlelerin verili önyargılarını, toplumsal, cinsel, ahlaki, dinsel kodlarını sarsmayı seçti” deyip geçecekler.
O günlerin geleceğine, yani bu yerkürenin bizlerle birlikte bir iki yüz yıl daha döneceğine ilişkin umudum pek olmasa da, “dönse böyle denirdi” diye tahminimi söyleyebilirim nasılsa. Sıradışı bir sanat eleştirmeni olan Ben Lewis’in “Sanat tarihinin çöp tenekesi” başlıklı makalesi sürece ilişkin bakışımı özetler aslında. Size ve okurlarınıza öneririm.
Bir kenara not ediyorum hemen.
Peki, ürperten, bizde güzel duygulara yol açmayan çirkin ve tiksindirici araçsallık sanatın amacı olabilir ve sanatı var kılabilir mi…
Bazen evet, bazen hayır.
Yakınlarda, tanınmış, ötesi sadece sanat eliti olarak değil soyadının verdiği güçle aristokrat da sayılan bir İsveçli sanatçı, Carl Michael von Hausswolff, yeni sergisinde “farklı” bir resim sergiledi. Resminde, 1943 ile 1945 arası 80 bin insanın öldürüldüğü Polonya Lublin’deki Majdanek Nazi Ölüm Kampı’na 1989’da yaptığı ziyaret sırasında çaldığı kurban küllerini kullandı. Polonya’da savcılık, hakkında, insanlığın temel değerlerine saygısızlıktan ve hırsızlıktan ceza davası açtı, İsveç’teki Yahudi dernekleri sergiyi protesto etti. Sergi kapanmak zorunda kaldı ve soruşturma başlatıldı. O ise özetle, yıllarca karşısında duran ve artık onu bir şeyler yapmaya zorlayan küllerle yaptığı bu resimle soykırım kurbanlarının anılarına saygısını gösterdiğini açıkladı.
Benim gözümde, daha yıllarca benzer durumlarda örnek gösterilecek, alabildiğine kolaycı ve soykırımı anlamaktan, kurbanlarına saygı göstermekten ne anlaşılamayacağını gösteren ama yarattığı sansasyonla hedefine ulaşan bir işin altına imza attı.
Ben de örneğin “Bir eksik (İsveç ikilemi: Steril ya da değil)” başlıklı işimde bir başka insanlık suçu, İsveç’teki geçen yüzyıldaki kısırlaştırma politikası ile kağıtsız göçmenleri sağlık hizmetlerinden uzak tutan bugünün devlet politikasını birlikte hedefime aldım ve irkiltici bir sanat formu kullandım: Sabundan pastalar…
Kağıtsız göçmenlere gönüllü hizmet veren yasadışı sağlık ocaklarından topladığım kanlı, irinli çöpleri pastalardan birinin içine yerleştirip sergileyebilmem, onların izni ve desteği ile olanaklıydı benim için.
Herhangi bir sanat işinin sizler üzerinde yarattığı etki eğer sadece tiksindirmek, ürpertmekse, ötesine bir yolculuğa çıkamıyorsanız onun hakkında kuşkulanmakta haklısınız bence… Ama o yolculuğa sadece önyargılarınız ve alışkanlıklarınız, damak tadınız yüzünden çıkmayı istemiyor ve işin tiksindirici, ürpertici niteliğine bir özür olarak sarılıyorsanız, kuşkulanmanız gereken daha çok kendinizsiniz.
Her iki ülkenin de sanat faaliyetlerini yakından izliyorsunuz. Türkiye ve İsveç izleyicilerinin eser ve performanslarınıza yaklaşım ve tepkileri örneğinde bu konuda bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
Bu soru diğerinin ardından gelince, beni de mi “dudak uçuklatan, şaşırtıcı bir etki peşinde koşan” sanatçılardan biri olarak görüyorsunuz diye kuşkulandım. Umarım değildir.
Hiç olur mu? O şekilde görseydim sizinle söyleşi yapmayı istemezdim.
İyi, sevindim o zaman.
Benim “gerilla sanat işleri” dediğim ve genellikle üretildiği dönemdeki hakim verili gündeme karşı konum belirleyen işlerim yok değil. Ama onlarda bile katmanlılığı, derinliği, zaman yayılabilirliği, izleyicisi -göreni, bakanı, okuru, tüketicisi- tarafından yeniden üretilebilirliğini hep dert edindim. Umarım başarabilmişimdir.
Genel olarak ise benim yaratımımın geri dönüşleri genellikle, tam da merak ettiğim, önemsediğim biçimde, izleyicilerimin kendilerini o işimle birlikte kendilerini kendi yaşantıları içinde yeniden konumladıkları yerden gelir. Bu bazen, benle yaratımımın bağlamını, öznesini, derdini tartıştıkları, bazen de yaratımımın onlarla birlikte eksilen ya da zenginleşen yeni niteliğini bana öğrettikleri bir etkileşimdir.
Ben aynı zamanda izleyicilerinden öğrenmek için, aslında onlara tuttuğu aynanın sonuçlarından nasiplenmek, merak gidermek için üreten bir sanatçıyım. Her gerekli nedenle, her gerekli anlamda, her biçimde “yüzleşme” o yüzden dönüp dönüp çevresinde yolaldığım ana izleğim, ana derdim belki de.
Siz eseri “yaratım” olarak adlandırmayı tercih ediyorsunuz. Müslümanlar açısından bu kullanım tartışmaya açık. “Yaratım”da, Tanrı’ya öykünmede, çok bütüncül bir iddia varken, mesela “eser” daha mütevazı.
Bu notu takiben size şu soruyu da sormak istiyordum: Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebildiniz mi, Türkiye dışında?
Ben kendi inancımın tersine eğer bir yaratan varsa, tek yaratanın kendisi olmasını hiç istemezdi diye düşünenlerdenim. Onun milyarlarca insanda nasıl taşınabildiğini gördüğüm imgesiyle aşık atmak, onla yarışmak derdim hiç olmadı. 
Hayır, Müslüman dünyada güncel sanatı karşılama pratiği ve potansiyelini izleyebilme şansım hemen hiç olmadı. Oysa güncel sanatın uluslararası platformlarına taşınan İran, Irak, Mısır ve diğer Müslüman yoğun ülkelerin sanatçılarının işlerinin kendi ülkelerinde nasıl karşılandığına dair merakım hep oldu.
Mesela, uluslararası sanat ortamlarının gediklisi, yıllardır oryantal hazla işleri tüketilen kimi muhalif Müslüman sanatçıların o artık hiçbiri pek de yeni olamayan işlerinden çok, Kuzey Afrika’daki ayaklanma ve isyan günlerinde gelişen sokak sanatı ilgimi çekti.
Kimi dağınık örneklerle devam etmek isterim:
Düzenlediği HEP Iran karma sergisine, şahsen gidemesem de videomla katıldığım, Sazmanab Platform’un sürekli haberlendiğim Tahran’daki ilginç sergilerinin nasıl karşılandığı da merakımdır.
Bir tek, neredeyse yalın kılıç tüm Avrupa Birliği’ne karşı oldukça ilginç bir müslüman sanatçı duruşu sergileyen arkadaşım Damir Nikšić’in Saraybosna sergilerinin geri dönüşleri hakkında bilgilenebilme olanağım oldu ve oradaki ortamın aslında İstanbul’dan pek farkı olmadığını anladım.
Saraybosna hakkında çok az fikrim var ama İran’da güncel sanatın sokaklara taştığını, metro istasyonlarında olağan bir şekilde sergilendiğini görüyorum.
Ne hoş! Tahminimin dışında bu gerçeklik… Umarım bir gün yolum düşer İran’a.
Belki sorunuzun doğrudan hedefi değil ama, Stockholm’deki sergilerimin sürekli galerisi Tegen 2’nin her yeni açılışında, gerek galerinin muhalif politik, hatta bazen bizzat aktivist sanat çizgisi, gerekse sahiplerinden Dror Feiler’in “Ship to Gaza” girişiminin öncü isimlerinden olması dolayısıyla İsveç’te yaşayan müslümanların yoğun ilgisini görmeye çok alışık olduğumuzu söyleyebilirim.
Açıkçası İsveç’te, sadece müslümanlar değil, ama içinde onlar da olmak üzere, sanat kültür seçkinlerinin o sahte, hazır cümlelerini kullanmadan güncel sanatla ya da sanatımla karşılaşıp, üzerine tartışabilen sahici insan gruplarını fazlasıyla yeğliyorum.
2010 yılında Beral Madra Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’ndayken Tophane 5 Nolu Antrepo’da açılan “Sanat Limanı” sergilerini gezerken, İstanbullu, genellikle de genç dindarların, güncel sanata, hem yoğun katılımını, hem de ilgisini görmüş, şaşırmış, çok sevinmiştim. Daha sonra, “Sanat Limanı”yla açılan bu kapının mekanla birlikte kapandığını düşünürken, geçen yıl son İstanbul yolculuğumda en bilinir güncel sanat mekanlarının en görünür ziyaretçilerinin de aynı kesimden insanlar olduğunu görünce o kapının belki de artık hiç de kolay kapanamayacağını düşündüm, sevindim.
Doğrusunu isterseniz ben de sizinle söyleşi yapmayı, sizin performanslarınızı incelerken özellikle “selam” konusundaki ısrarınız üzerine düşünmüştüm. Söyleşimizi de bu bağlamda bir soruyla bağlamak istiyorum. Sizin selamda ısrarınız… İnsanlar pekâlâ ihtiyaçları olduğu halde niye selamı sabahı kesmekte bu denli hevesliler? Ben kendimi yeniden Müslüman olarak tanıdığım ilk yıllarda, sokakta gördüğüm ve buna açık olduğunu düşündüğüm insanlara selam vermeye çalışırdım ve özellikle başörtülü olduğum için çok ters karşılıklar aldığımı hatırlıyorum. 1980’li yılların başları… Siz de Avrupa’da yeni ırkçılığın kol gezdiği ortamlara kendi selamınızı taşımaya çalışıyorsunuz. Selamı sabahı sohbeti yeniden hayata katma konusunda niyetli insan başka neler yapabilir?
Selamı yeniden hayata katmak, “nasıl bir selamı hayata katmak istediğime dair” sorunun cevabıyla birlikte tartışılıyor artık benim sanatımda.
Epey bir süredir İsveç’in, aslında tüm İskandinavya ve İzlanda’nın saklı, dile getirilmeyen, hakkında cümle kurmak gerektiğinde de dönüştürülen, söylenti kılınan gizli tarihinin kökleri üzerine çalışıyorum. Bu topraklar birkaç yüzyıl öncesine kadar, toplum tarafından artık beslenmemesi gerektiğine inanılan yaşlı, güçsüz ve engelli insanların, önce penceresiz bakımevlerine tıkıldığı, ardından özel uçurumlardan atıldığı topraklar. O zamanlardan ve başka toplumsal yaygın suçlarla da derinleşen ortak utancın, bugün günlük yaşantıda sıklıkla kullandıkları ve önemli bir bölümü yeni ırkçılıklarını da besleyen davranış, düşünüş, eyleyiş kodlarının nedeni olduğunu düşünüyorum. Bulup, biriktirip, seslendirip, uygun bir sanatsal formda karşılarına çıkaracağım o yüzlerce kodun görünür, duyulur halleriyle yüzleşmelerini sağlamak temel derdim. Aslında bu sayede, onların hangi selamlarına benim de karşı bir selamım olmadığını dışavurmuş, açıklamış olacağım.
Yaşlılar gerçekten mi özel uçurumlardan atılmış, yoksa metafor olarak mı kullandınız uçurumu… Çok korkunç bu!
Evet, gerçekten… Sadece yaşlılar değil, güçsüz ve sakatlar da. O uçurumların adı “ättestupa”:
ätt = soy, aile / stup = uçurum / stupa = ansızın ya da direnerek ölmek / ättestupa = ailelerin ansızın düştükleri, atıldıkları uçurumlar.
Bu gelenek, yaşlılarını genellikle kendi başlarına ormanlara yollayan Japonya hariç bir tek İsveç ve İzlanda’da var. Resmi söylem bunun bir söylenti olduğunu, hiçbir kanıtı olmadığını söylüyor ve kelime sadece emeklilere, yaşlılara yönelik kötü devlet politikalarını haber yaparken kullanılan bir metafor olarak geçiyor.
Yaşamın ilginç bir tesadüfü olarak neredeyse üç yıldır da, dün olsa o uçurumlardan atılacak ilk kurbanlarla, hasta ve engelli yaşlılarla, onların bakımı, korunması için çalışıyor ve benle birlikte aynı işi yapan onlarca insanı izliyorum. Çok öğretici bir dönem benim için…
Böylesine bir kalkışmanın bu toprakların sadece sekiz yıldır tanığı olan bir göçmene düşmediğini, haddimi bildirerek bana öğretmek isteyecek çok kişi olacak. O yüzden kalkışmamın çok sakin, çok “içerden”, yeni bir vatandaşın diğerlerini özgürleştirme çabası olarak inşa edilmesi gerekiyor. Yorucu ama her adımı kelimenin her anlamıyla yeni bir selamı çağıran bir uğraş içindeyim anlayacağınız…
Sonuçta ben yeniden hep beraber gözlerimizin içi gülerek selamlaşabilmek için, bu kez, belki hep birden yeniden atlamak gereken uçurumlar olduğunu düşünen, hala iç rahatlığı ve sevinçle selamlaştıklarımla buna yolu açmaya çalışan bir sanatçıyım.
Çok teşekkür ederim. Uzun bir söyleşi oldu ama güncel sanat hakkında ve İsveç’te Türkiyeli bir göçmen sanatçı olmak nasıldır, bu tecrübe üzerine çok şey öğrendim. Okuyucularımız da eminim aynı şekilde düşünecektir. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Sağolun. Ben de size başarılar, selamı, sıhhati bol günler diliyorum.
Hakan Akçura kimdir?
1995’de katıldığı 4. İstanbul Bienali’nden bu yana dört kişisel, İstanbul ve Stockholm başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında çok sayıda karma sergide işleri sergilenen, 2005 yılından bu yana İsveç’te yaşayan ve üreten ressam, şair, video ve performans sanatçısı, tasarımcı.
Sanatçı, son yıllarda milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı, kürt sorunu, göç ve zorunlu göç kavramlarıyla sıklıkla haşır neşir olduğu, barışı ve birçok coğrafyada toplumsal yüzleşmeyi çağıran işlerini blogu Open Flux’tan yaygınlaştırdı. 3,5 saatlik videosu “Gerçekler Bilinsin Yeter” (Abdülkadir Aygan’ın ya da Türkiye’nin karanlık 22 yılının portresi) ve görsel tasarımları “Kemalizm bir ibadet biçimidir”“Şahmeran: Ceylan’dan bize kalan”, “Türk ırkçılığıyla yüzleşme yazıtı“, “Kürtçe dersleri“, “Türkiye linç haritası” ile adından sıkça sözettirdi.

"Meslekler Kitabı" ve benim cevaplarım…

Oda Projesi’nin Meslekler Kitabı yayınlandı. Projeyi gerçekleştirenler Meslekler Kitabı hakkında şunları yazıyor:

Oda Projesi, sanatçıların, sanat çerçevesinde ve çevresinde eyleyen kişilerin ekonomik olarak ayakta kalabilmek için neler yaptıkları, ne tür yöntemler geliştirdikleri ve bunu sanat alanındaki pratikleriyle nasıl ilişkilendirdikleri üzerine bir proje gerçekleştiriyor. Sanatçı emeğini farklı mecralarda nasıl yaşatıyor ve dönüştürüyor? Bu proje kapsamında iki yıldan bu yana özgeçmişler topluyoruz. Davet edilen kişiler kendi kaleme aldıkları özgeçmişlerle projede yerlerini alıyorlar. İki temel sorudan hareket ettik:

– Yaşamınızı idame ettirmek için ne tür işler yaptınız, yapıyorsunuz?
– Bu işleri sanat üretiminizle nasıl ilişkilendiriyorsunuz? 

Bu projenin başlangıç niyeti bir kitap yayınlamaktı. Bu niyeti hâlâ taşıyoruz, ancak özgeçmişler daha fazla eskimeden paylaşıma açmayı istedik ve bu blogu oluşturduk. Burası açık bir alan olacak, davet ettiklerimiz ve katılmak isteyenler özgeçmişlerini burada paylaşabilecek. Böylece “bir hayatını idame ettirme yöntemleri bankası” oluşacak.

Kişisel ya da kolektif olarak 74 katılımcının yeraldığı Meslekler Kitabı’nda bu soruları benim verdiğim cevaplar da yeraldı:

Hakan Akçura

621127

Çalışmaya 17 yaşında başladım. Yıl 1979. İlk işim İzmir’in en çok satan iki kitapçısından birinde çıraklık. Ben liseyi yeni bitirmişim. Bu zaten bir yaz işi. Yanısıra yaptığım işlerden biri oyuncak, diğeri ansiklopedi pazarlamacılığı. Bir yaşlı, yoksul amca, aslında içeriği hemen hemen aynı olan iki ansiklopediyi birden almaya kalkınca, ona gerçeği söyleyip de terkettiğim iş pazarlamacılık. İzmir yıllarımdan hatırladığım bir diğer işim İzmir Fuarı’ndaki Elektrik Mühendisleri Odası Pavyonu’nda gece bekçiliği. Bu işten para alıyor muydum, yoksa sadece örgütsel (TİP – TKP) bir görev miydi, hiç hatırlamıyorum. Ama 1980 yılı 12 Eylül sabahını o pavyonda karşılayışım dün gibi gözlerimin önünde.

1980-1982 arası benim İzmir’deki son iki yılım. Önce bir yıl Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, ardından 9 Eylül Hukuk Fakültesi öğrencisiyim. Siyasal gözaltı, tutukluluk aylarım da bu yıllar içinde. Beni gönülsüz serbest bırakan İzmir Emniyeti 1. Şube polislerinin sürekli takibi ve gözdağından usanıp İstanbul’a göçmeye karar veriyorum. En az dört yıl, yani 1986’ya kadar, kendini İzmir’de yaşıyor ve okuyor gösteren, sıkıyönetimin yasadışı gözetim uygulaması gereği İzmir’deki aile evinde polisçe yoklandığını annesinden öğrendiğinde otobüse atlayıp İzmir’e giden, karakola uğrayıp, ben buradayım, diyen, sonra da yeni kentine dönen bir garip İstanbulluyum.

O yıllarda Cağaloğlu’nda muhabirlik, foto muhabirlik, pikajörlük, montajcılıkla başladığım yaygın basın işçiliği kariyerimi sayfa sekreterliğine doğru yönlendiriyorum. Ekin Yazın Merkezi’nde birçok sendikal, turizm, sağlık periyodik yayının ve İletişim Yayınları’nda ansiklopedinin sayfa sekreterliğinden geçiniyorum.

(Hatırlıyorum: Maaşım 50 bin, ev kiram 30 bin TL.) TÜRSAB, Petrol-İş, Tıp ve Sağlık, Toplum ve Hekim, Abstract dergileri ve Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye, Çağdaş Liderler, Devrimler ve Karşı Devrimler Tarihi ansiklopedileri, bünyesinde çalıştığımı hatırladığım yayınlar. Yarı kaçak konumumdan dolayı o dergilerin künyelerinde ismim farklı yayınlanıyor. Tüm bu süreçte, artık hukukçu olmamaya karar versem de askerliği ertelemek adına sürdürdüğüm öğrenciliğimin girilmesi zorunlu sınavları için İzmir’e gidip gelmeye devam ediyorum. Son sınıfta devamsızlıktan atılıyorum.

1986’da, yine ve sadece askerliği ertelemek adına, bir yandan çalışırken en rahat devam edilesi okul olarak MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’ni gözüme kestirip, sınavlarına girip, kazandım. Sanatı ve sanatsal kaygıları daha içkin cümlelerle yaşantıma eklemlemem, daha ilk iki yılda beni okuldan atmaya çalışan temel sanat öğretim üyeleri sayesindedir. Öğrenciliğim sekiz yıl sürdü ve 1994’te diploma projemin kabul edilmemesi ile olaylı bir biçimde sona erdi. Aynı yıl 4. İstanbul Bienali’ne çağrılı sanatçı olarak katıldım. Yeni bir diploma projesi vermeyi reddederek okuldan atıldım. Bol olaylı, dilekçeli, dergilerde yazılan polemiklerle akan bu sürecin öyküsünü şuradan okuyabilirsiniz.

Tüm bu öğrencilik yılları boyunca yine periyodik ve çoğu sendikal içerikli dergilerin muhabirlik, yazarlık, sayfa sekreterliğiyle, serbest ya da ücretli grafik tasarımcılıkla geçindim. TÜRSAB,Petrol-İş (gazete ve dergisi), Kristal-İş, Otomobil-İş, Laspetkim-İş, Cönk, Genç İnsan, bünyesinde çalıştığımı hatırladığım yayınlar. Bu dönemde Uygarlıklar Tarihi ansiklopedisi için harita da ürettim ve galiba ilk kişisel sergim olan “Kentresimleri”ne varan harita aşkım böyle başladı.

Öğrenciliğimin ardından, 2000 yılı ekonomik krizine kadar bir dizi yayıncılık şirketinde (İnterpress Yayıncılık / Mimarlık dergisi, İnterpro Yayıncılık / BT-Haber dergisi, Hayal Mahsulleri Ofisi / Resimli Roman dergisi, Bisiklet Yayınları, Dalga Yayıncılık / Bilim-Scientific American dergisi, Sinema Gazetesi) yazar, sayfa sekreteri ve grafik tasarımcı olarak ve küçük bütçeli reklam ajanslarında (GİFT Ajans, Ring Ajans) sanat yönetmeni olarak çalıştım ve geçindim. En uzun süre çalıştığım işyeri ise birbirinin devamı olan Güzel Sanatlar/Bates ve Güzel Sanatlar/Saatchi&Saatchi reklam ajansı. Bu ajanstaki işim, basılı tüm malzemeden sorumlu teknik koordinatörlük ve trafikerlikti. Bir büyük reklam ajansında sanat yönetmeni ya da yaratıcı yönetmen olarak çalışmayı hiçbir zaman seçmedim.

1998 yılında kuruluşundan itibaren gönüllü destek verdiğim Dulcinea Çağdaş Sanatlar için Özgür Mekan’da ikinci solo sergimi açtım. Bu yıllar birçok resmimin oldukça iyi fiyatlara alıcı bulduğu, neredeyse her sinema günlerinde işi bırakıp, onlarca filmi izleyip, ardından aynı işe ya da bir başkasına rahatlıkla dönebildiğim, geçim derdimin beni pek sıkıştırmadığı yıllar…

2000 yılı ekonomik krizi, bulabildiğim her ufak tefek işe atladığım uzun işsizlik yıllarımın da başlangıcı. 2005 yılına kadar kısa sürelerle, Roll Reklamcılık’ta lentiküler baskı tasarımı, Kesişim Yayınları’nda görsel yönetmenlik, Herşey Yayıncılık’ta sayfa tasarımı (Turkishtimedergisi) yaptım. Bu yıllar aynı zamanda İxir, Paralax ve Superonline’da sanata ve hayata dair ücretsiz yazılar yazdığım yıllar. Yine Dulcinea’da açtığım Türkiye’deki son solo sergim “Aynalarımı İstiyorum”, bu yarı işsizliğimle de katmerlenen depresif yıllarımın iyi bir yansıması.

“Aynalarımı İstiyorum” çağrı posteri / 2000

2004 yılında İsveç, Stokholm’e göçmeye karar verdim, 2005 yılı Ocak ayında da göçtüm. Önceki sergilerden elimde kalan birçok resmin, daha çok da bu kararıma destek olmak adına birçok dostum, arkadaşım tarafından ardı ardına satın alındığı yıllardır aynı zamanda 2004-2005. Borçlarımın hemen hepsini ödeyerek yola çıkmamı sağladılar, sağolsunlar.

Yeni bir ülke, yeni bir kent, yeni bir dile yolculuğa dair seçimim, verili mesleki kariyerimin ne kadar zengin olursa olsun hiçbir yeni iş başvurusunda zerre kadar değerinin olmadığı bir göçmen ayrımcılığını da beraberinde getirdi. Bir yandan İsveççe dil kurslarına devam ederken bir yandan da bu zor yolculuğun her yeni adımı, sorunu, sanatsal yaratımımda karşılığını bulmaya başladı: oturma iznime dair yaşadığım sorunlardan Hakan Akçura’nın aşkına ve kişiliğine dair kitap sanat nesnem, İsveç Göçmen Bürosu’na Açık Mektup video performansım, aylarca çalıştığım göçmen işlerinden Asansörler, asansörler… foto düzenlemem, Günaydın video performansım, devam ettiğim İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun zorunlu bedava işgücü kurslarından da İşyeri İsveççesi Sınıfında İsveç Kültürü ve İşsizlik Üzerine Bir Tartışma videom ortaya çıktı.

 Asansörler, asansörler… / 2007

Aradığım işlerin çoğunda kullanacağım ve çoğundaki gelişmelerin çok gerisinde kaldığım tasarım ve uygulama programlarına dair kurslara ücretsiz katılmamı sağlayacak, İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne dahil olmak için dört yıl arayla iki kez başvurdum. Gerekli tüm koşullara fazlasıyla sahip olmama rağmen sadece yeni bir göçmen olduğum için başvurularım reddedildi. 2007’deki ilk başvurumun ardından bu ayrımcılığa dair olup bitenleri kamuoyunu ilettim. İsveç Sol Parti, bu ayrımcılığı Meclis’e taşıdı ve bir gensoru verdi. Gensoru, Bakanlık tarafından geçiştirilen aslında cevap olmayan bir cevapla karşılandı. Konuyu bu kez ayrımcılıkla ilgili en üst karar kurumu olan Ayrımcılık Ombdusmanlığı’na taşıdım.  Ayrımcılık Ombdusmanlığı, başvurumu, “ayrımcılığın niteliğinin etnik olduğuna kanaat getirmediği” yerden reddetti. İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü’ne ikinci kez, bu sefer gerekli koşulların çok daha zengin bir biçimde karşılandığı bir belge, kanıt yığınıyla, üstelik bir İsveç vatandaşı olarak 2010 yılında başvurdum. Yine reddedildim ve ayrımcılığın sürekliliğini “Cehennemin dibine gidin!” başlığıyla yayınladığım bir basın açıklamasıyla teşhir ettim. Bu çabamdan tümüyle vazgeçtim.

İsveç’teki ilk yıllarımda yukarda da yazdığım gibi, çok az ücret karşılığı alışıldık göçmen işlerinde, gece ev kapılarına gazete dağıtımı, gündüz metro ve tren çıkışlarında bedava gazete dağıtıcılığı, engellilere yönelik kişisel asistanlık gibi işlerde çalıştım. Genellikle ırkçı bölüm şeflerim tarafından, bedenimi çok zorlayan güzergahlara yönlendirildim. Belimin iki omurunda disk kayması oluştu. Bir kez ev temizliğine gittim.

2007-2009 arası iki yıl, İnteraktif Enstitü isimli, IT temelli yaratıcı uygulamalar üreten bir kurumda grafik tasarımcılık ve proje asistanlığı yaptım. İsveç İş ve İş Bulma Kurumu’nun destek programıyla bulduğum ve asgari ücrete denk gelen maaşımın % 80’ini işveren yerine kurumun ödediği bu işin bana sağladığı en büyük olanak, artık işsizlik sigortasına sahip olmaktı. Ailemin geçim yükü tüm bu yıllar boyunca ağırlıklı olarak aşkımın, karımın omuzlarındaydı. Geçen yıl ilk kez bir iş sözleşmesi imzaladım. Kadrolu elemanların hasta ya da tatilde oldukları günlerde çağrıldığım ve çalışabildiğim, süresiz, güvencesiz bir işe dair: 25 kadar –çoğu şizofren– ağır psikiyatrik hastanın birlikte yaşadığı üç apartmanlık bir komplekste, onların gündelik hayatı götürebilmelerine destek veren belediye sağlık bakım görevlisiyim. Genellikle yaz aylarında ve noel tatillerinde iki hafta, diğer aylar ayda 3-5 gün çağrılıp, çalışıyor ve artan günlerde asgari ücretle eşit düzeyde işsizlik sigortası alıyorum. Olağanüstü sevdiğim, istekle kadrolu çalışabileceğim bir iş. Her birisi sevilesi, çok özel bir iç zenginliğinde varolan, ben gibilere çok ihtiyacı olduğunu bildiğim insanlara hizmet…

Hâlâ kadrolu, sürekli bir işim yok anlayacağınız. Hâlâ aradığım işlere dair skala aslında çok geniş: sanat yönetmenliği, grafik tasarımcılık, tişört baskı tasarımcılığı, grafik uygulamacılık, dijital görsel rötuş işçiliği, sayfa sekreterliği, dijital baskı işçiliği, fotoğrafçılık, trafikerlik, matbaa koordinatörlüğü, engelli insanlara kişisel asistanlık, gençlere ya da göçmenlere yönelik proje liderliği, uygulamacılığı, görsel veri bankaları ya da görsel arşivlerde işçilik… 2005’ten bu yana başvurduğum iş sayısı 1000’i geçmiştir. Sadece ikisinde, sonuç vermeyen görüşmelere çağrıldım. 

Ayrıca her yıl, varolan tüm sanat kültür alanındaki kamu ve özel destek fonlarına genellikle birbirinden farklı ve yeni projelerle sürekli başvuruyorum. Kimisi sanatsal projeyi, kimisi sanatçı atölyesini, kimisi ise sanatsal yaşamı kısa ya da uzun süre boyunca desteklemeyi hedefleyen fonlar bunlar. Herhalde başvuru sıklığımdan dolayı aracılarla bana iletilen, bilmem istenen, İsveç’te bir göçmen sanatçının on yıl geçmeden hiçbir fondan destek alamayacağına dair varolan “gizli ve egemen kurala” uygun olarak hiçbir başvurum kabul edilmedi. Benim başvurularımın reddedildiği her yeni fon döneminde destek alabilen göçmen kökenli sanatçı sayısı asla % 5’i geçmedi (ülkedeki göçmen oranı üçte biri geçti, yarıya ulaşmak üzere) ve birçok has İsveçli zanaatkâr (mücevher, takı, tekstil, örgü satıcısı) “ticari dükkan”, toplam yüz binlerce İsveç Kronu destek aldı. 

Tüm bu işsiz ya da yarı işli İsveç yıllarımın atmosferi, içeriği, tek tek sonuçları, burada ürettiğim ve çoğu sergilenen tüm işlerimin temel konusu. Burada açtığım tek kişisel sergim “Dikkat: Sıkışma Riski!”, katıldığım karma sergiler “Labirent” ve “Ben, sahibimin köpeği” tümüyle bu işlerimin sergilendiği zeminler oldu. Günaydın ve İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık mektup Zagrep’te de sergilendi

Çoğunlukla yaygın paylaşımını önemseyip, herkesle paylaştığım videolarımın sınırlı sayıdaki DijiBeta kopyalarını kurumlara, müzelere satmayı, bunun yolunu, bunu becerebilen sanatçı arkadaşlarımdan öğrensem de hiç başaramadım. 

Ayrıca “Yerdeki Yığın” başlıklı karma sergide yer alan “Bir eksik (İsveç ikilemi: Steril ya da değil” işim, İsveç devletinin geçmiş kısırlaştırma politikası ile yasadışı göçmenlerin yasal sağlık hizmeti almasını engellendiği bugünkü ırkçı politikası arasındaki paralelliği gösterdiği yerden, çevremde her gün soluduğum bir haksızlığın teşhiriydi. 

Bir eksik (İsveç ikilemi: Steril ya da değil“) / 2008

Yeni ve çok önemli olan, altı yılın ardından ilk kez bir atölyem var. Beş aydır orada çalışıyor ve ürettiğim diğer her şeyin yanı sıra, satabileceğimi sandığım resimler de yapıyorum. Geçim derdini resim satarak çözmek diye, belki de çok hayalci olmayan bir yeni hedefim var. İlk yaptığım resim ise, İstanbul’daki dişçime, çeneme çaktığı üç implant ve yerleştirdiği bir köprünün ücreti olarak sözverdiğim resim. 

Bu yedi yılın her gününde, dakikasında, anında soluduğum, üzerine düşündüğüm, yazdığım ve İsveç gündelik hayatının dibinde gürül gürül, kapkara akan binlerce “gizli kodun” teşhir edileceği bir sergi hazırlıyorum. Onlara, yani artık vatandaşlık bağıyla da yanlarında olduğum ve esareti içinde yaşadıkları bu kodlardan kurtulup, özgürleşmeyi önermek isteğim kodları kulaklarına fısıldayacağım. Birkaç yüzü hazır. Birkaç yüzü kaldı. Bakalım…

14.01.2012

Meslekler Kitabı’nı amaçladığı hedefe ulaşan, başarılı ve etkileyici bir proje olarak alkışlıyorum. “Kitap” yayınlandıktan sonra Oda Projesi’ne merak ettiğim iki şeyi sordum: 
Yeni katılımlara açık mı “kitap”? 

Kaç kişi çağırdınız da katılmak istemedi?



Oda Projesi adına Özge Açıkkol şöyle cevapladı sorularımı:

Açıkçası çok net bir sayım yapmadık bu konuda aklımıza geldikçe davet ettik, dolayısıyla tam sayı bilemiyorum ama yazacağını söyleyip yazamayanlar oldu, ki bunların sayısı, bloga katılanlar kadardır. Zaman zaman yazışıp yeniden biyografilerini istiyoruz. 

Bir gerekçe ile reddedenlerin sayısı ise yaklaşık 10 kişidir. 

Blog şu an yeni katılımlara açık, yani tabii kriter ne olacak, o önemli … Bunun üstüne düşünüyoruz. Ama açık tutmak istiyoruz ki canlı ve beslenen bir yer olsun, katılabilecek kişiler dışarıda kalmasın ve mümkün olduğunca geniş bir yelpazede  olasılıklar çıksın ortaya. 

Meslekler Kitabı’nın katılımcıları -şimdilik- şunlar: Ahmet Öğüt, Ali Taptık, akcg, Åsa Sonjasdotter, Aslı Çavuşoğlu, Aykan Safoğlu, Ayşe Orhon, Banu Cennetoğlu, Berin Golonu, Bijari, Boba Mirjana Stojadinović , Burak Delier, Camille Louis, Canan, Claire Bishop, Danny Kerschen, David Cuartielles, Deniz Erbaş, Dilek Winchester, Dirk Van Lieshout, Dmitry Vilensky, Elmas Deniz, Erik Göngrich, Esra Aliçavuşoğlu, Etcétera…, Fatoş Üstek, Ferhat Özgür, Florian Zeyfang, Gözde İlkin, Gülçin Aksoy, Güneş Savaş, Güneş Terkol, Hakan Akçura, h.arta, Heidi Hove, Heman Chong, Işıl Eğrikavuk, İnci Furni, İnsel İnal, Javier Rodrigo, Julie Upmeyer, Katleen Vermeir & Ronny, Heiremans, Leyla Gediz, Libia Castro, Mika Hannula, Minna Henrikkson, Murat Morova, Mustafa Kaplan, Mürüvvet Türkyılmaz, Nadin Reschke, Nalan Yırtmaç, Neriman Polat, Nico Dockx, Nina Wöhlk, Nikusha Chkhaidze , Nis Rømer, Otto von Busch, Özge Açıkkol, Piero Passacanatando, Pilvi Takala, Ricardo Valentim, ROS-KA, Seçil Yersel, Selim Birsel, Serkan Özkaya, Shane Munro, Stéphane Bauer, Şener Özmen, Temporary Services, Ursula Biemann, Yasemin Nur Toksoy, Yasemin Özcan Kaya, YNKB, Zeyno Pekünlü

İstanbul Modern’in sansürüne karşı akan kampanya sürecinin şerhleri, "ama"ları, "hayır"ları




İstanbul Modern’in Gala gecesi için koşulsuz sipariş ettiği Bubi’nin Oturak adlı eserine şef küratörü Levent Çalık eliyle uyguladığı sansürün ardından, 94 sanat-kültür insanının imzaladığı bir basın açıklaması yayınladık.


Bu basın açıklaması ayrıca bir imza kampanyasına dönüştürüldü ve ben bu yazıyı yazarken toplam imzacıların sayısı 338 kişiye ulaşmıştı.


Bu basın açıklamasını evet, ben kaleme aldım. İki kanalda yaygınlaştırdım: Kendi e-mail listem, her katılanın yaygınlaştırıyorsa kendi listesiyle oluşan bir zincir ve Facebook’ta açtığımız bir çok katılımlı mesaj alanı.


Basın açıklaması yayınlanmadan önce imzasını kimi şerhlerle, “ama”larla veren kimi katılımcıların varlığından sözetmeli ve onların bu şerh ve “ama”larını onlara sözverdiğim gibi sırasıyla yayınlamalıyım. Ardından da, basın açıklaması yayınlandıktan sonra imzalarını çekenlerin gerekçelerini yayınlayarak bu blogumu sonlandıracağım.


Basın açıklamasının ilk metni yazılmadan önce:


Barış Mengütay:

Konuyla ilgili yazıları okudum da,

1. İğneden ipliğe her şeyin paralı olduğu, kımıldamanın bile ücretsiz olmadığı bu kurumun, arkasındaki devasa holdinge rağmen bağış eser isteyip satışa çıkarmasına icabet etmek doğru mudur?

2. İlgili yazılarda kurumun bu sansür uygulamasına gerekçe olarak eserlerdeki muhalif ya da sıradışı yapı ya da unsurlar sıralanmış. İyi de, kurum bu sanatçıların tarz ve duruşlarını bilmiyor muydu? O kadar orta yolcu ya da sistem yanlısı sanatçı dururken anılan kişileri seçmesi, meselenin onların tarzlarıyla ilişkisini zayıflatıyor. Sistem kültürü, muhalif görünümlü çalışmalarla besleniyor. Kimse kendisini kandırmasın. Birinci cumhuriyet sonlandırılıp ikincisi kurulurken anarşizan birinci cumhuriyet eleştirileri ikinci cumhuriyetçilerin değirmenine iyi su taşıyor. Yan etki olarak da müttefikleri olan “mütedeyyin” kesimlerin “manevi” duyarlılıklarını işaret ediyorlar, o kadar. İkinci cumhuriyetin organik aydın ve sanatçıları bu “küçük” yan etkiyi görmezden gelivermelidirler (!).

3. Bu etkinlik bazında ; sansür gündeme gelmese sanatın piyasalaştırılması yine gündeme getirilecek miydi?

[İlk] UPSD bildirisi demiş ki;

“Sansür”, sanatçı ve onun eserini topluma taşıyacak mecranın, yani müze, galeri, yayın, görsel “sunum anlaşması” yürürlüğe girip, yapıt halkla doğal akışında buluşacakken yapılan dış müdahalenin adıdır. Yani “bir hükümet, bir içişleri bakanlığı, bir kültür bakanlığı, bir belediye bir esere müdahale edip ‘sakıncalı’ yargısı ile toplumda buluşmasını engellediği zaman bir sansürden söz edilebilir.”

Bu durumda, siyasi ve ekonomik geleceği kaygısıyla, hükümetleri rahatsız edebilecek eserlere müdahale eden ya da bu eserleri ortaya çıkaranları işten çıkaran şirketlerin yapıp ettiklerine sansür diyemeyecek miyiz? Bu bağlamda, idari erkin ve koleksiyonerliğe merak sardığı bilinen muhafazakar kesimlerin “duyarlılıklarını” tehdit olarak görüp eserlere müdahale eden piyasa aktörlerinin davranışlarına ne diyeceğiz?

Basın açıklamasının ilk metni yazıldıktan sonra:


Barış Mengütay:

Ben de Hakan Akçura’nın oluşturduğu metne imzamı atıyorum ancak küçük bir şerhi sadece buradan paylaşmak istiyorum: 

Metnimizde belirttiğimiz gibi, adı geçen kurumun ve küratörün çağrı yaptığı sanatçıyı tanıyor olduğu varsayımında bulunmak zorunda olduğumuz gibi, sanatçıların da ilgili kurumu ve belki de küratörü tanıyor olduğu varsayımında bulunmak zorundayız. Bu durumda sanatçıların Ezcacıbaşı Holding’in bir iştiraki olan ilgili kurumun topluma, sanata ve sanatçıya bakışını da dikkate almaları bir sanatçı sorumluluğudur. İş bu noktaya geldikten sonra sansür ve de sanat alanının piyasalaştırılmasını hatırlayıvermek eleştiriyi hak eden davranışlardır.  

Özgür bir sanat mücadelesi, o hedefe çok uzak olsa bile, sanatın metalaştırılmasına karşı verilen mücadelenin yolunda olabilmektir. Bu bağlamda, ilgili kurumun bu çağrısına icabet etmemek de bu olaydan çıkarılacak en önemli derslerden biridir. 
Ama imzam sabittir. Teşekkürler.

Ekmel Ertan:

“Ticaretin doğası olabilir mi?” bir soru değil bir işaretti, elbette. Söz konusu kurumun ve benzerlerinin aslında hangi zeminde durduğuna, dolayısı ile onlarla kurulacak ilişkinin hangi protokollere dayandırılabileceğine işaret ediyordu. 
Son yıllarda uluslararası kapitalizmin hormon etkisiyle kafaca değil ama bedenen gelişme gösteren kültür ve sanat dünyamızın nadide dükkanları olan bu kurumlardan ne bekliyoruz, demek istemiştim. Ama bu ticaretse de ticaretin özel bir alanı ve bu alanın etiği ticaretin genelinden farklı olmak zorunda! 

Bugün Türkiye’de sanat alanı bağımsızların dışında tamamiyle özel sektöre teslim edilmiş durumda. Bağımsızların etkisinin görünür olamadığını hesaba katarsak, bugün Türkiye’de sanatın tarifini yapan kurumlar tam da bu özel kurumlar. Tarif ettikleri sanat da -tüm modern, batılı veya alternatif imajlarına karşın- bu piyasada değeri olan ve piyasaya saygılı sanat. Dolayısıyla elbette her esnaf gibi kendi dükkanlarına sokacakları mala bir bakacaklar! Değiş tokuş edilen şey kavramlar ve düşünceler değil de objeler oldukça yani sanat dünyamızın kafası bedensel gelişimini yakalayamadığı sürece böyle.

Bu nedenle, kamu parası olmadan veya özel sektörün sanata aktardığı para kamusallaştırılmadan sağlıklı bir sanat ortamına sahip olmanın mümkün olmayacağını düşünüyorum. Özel sektörün sanata yatırdığı paranın kamusallaştırılması, iste ancak bu kurumlara toplumsal ve evrensel sorumlulukları olduğunu öğretmekle, bu -farklı- dükkanların esnaf kafasıyla ve etiğiyle işletilemeyeceğini öğretmekle mümkün. Dolayısı ile elbette beni de ekle lütfen Hakan!

Aykan Özener:

“Koltuğun iktidarı temsil etmesi, iktidarın “lazımlık” metaforuyla ilişkilendirilmesi radikal bir eleştiri olarak İstanbul Modern’in şef küratörünü telaşlandırmış olmalı… Hatta belki de bu yapıtın sunulacağı alıcı adayın iktidara yakın muhafazakâr sermaye olması da Bubi’nin yapıtının sakıncalı bulunmasını gerektirmiş olmalı” demiş bir arkadaş. 

Ben de olayın tam da bundan olmuş olabileceğine olan inancımdan dolayı, imzamın eklenmesini istiyorum.Teşekkür ederim.

“Burada sorgulanması gereken bir müzenin sanat yapıtını ticari bir mal gibi düşünüp ben bunu nasıl satabilirim? Müşteri (koleksiyoner) bunu alır mı? Müşteri bunu beğenir mi? yaklaşımı. Ancak şef küratörün bu yaklaşımını yadırgamamak gerekir. Çünkü İstanbul Modern’i kuran sermaye sahibi şirketin üyelerinden ve yakın zaman öncesi Fransa’dan Legion d’Honneur nişanı ile onurlandırılan koleksiyoner ve müze işletmecisi Oya Eczacıbaşı’nın şu sözü, müzenin sanata ve sanat yapıtına bakışını yeterince özetliyor. “Sanat işletmesinin herhangi bir işletmeden farkı yok aslında. Sadece ürün olarak sanat yapıtları var.”(3) 

Bu yüzden sanata ve sanat yapıtına endüstri ürünü olarak bakan bir müzenin işletmecisi ile çalışan bir küratörden bu tavrın gelmesi de yadırgatıcı olmamalı.”

Altına aynen imza atacağım başka bir görüşten alıntıdır.

Orhan Taylan:

Sanat alanının ve tüm ‘bigshow’ ların sermaye gruplarına devredilerek kamuoyunun demokratik denetiminin dışına çıkartılması, sanatçıların serbestçe sansür edilebilmesi için değil midir? 

O halde, bir sermaye grubuna ait bir sanat kurumunun sanatçıya sansür uygulaması, ‘normal’ değil midir? Elbette kurum, bağlı olduğu sermayenin mantığı ile davranacak, işine gelmeyene hayat hakkı tanımamaya çalışacaktır. Açık ya da kapalı olarak, ekonomik sistemin özneleri olan hepsi -müzeler, banka-sigorta kurumları, müzayedeciler- bunu yapmıyor mu? 

Pekiii, bu tür kurumların kendisini sansür etme hakkı ve yetkisi olduğunu bile bile eser veren bir sanatçının durumu, bizleri neyi tartışmaya yönlendirir?

Burada tartışılması gerekeni, tekil olarak Müze-Bubi olayı olarak görürsek, daha çok yılımız böyle bildirileri boşuna imzalamakla geçebilir.

İmzamı, Ekmel Ertan ve Barış Mengütay’ın görüşlerine de aynen katılarak eklediğim bu ‘şerh’ in tatışmalarımızı orta sahadan kurtarıp karşı onsekizin içine yaklaştıracağını umarak atıyorum.

Lebriz Rona:

Bir sanatçını ne yapıp, yapmaması gerektiğine karar verme cüretinde bulunan zihniyet içimi ürpertir. Bubi davet edilmiştir, bunu unutmamalı. Bunun şartı olamaz. Tek şartı olabilir o da eserini bağışlamasıdır. Sonra eserine bahsi geçen müzayedede yer verilmemiştir. Ortada büyük bir ayıp var ve değişiklik önerileriyle uygulanmaya çalışılan bir de, sansür var. Bubi Hayon da gerekeni yapmıştır. Hem yaptığı nüktedan eserden, hem de göstermiş olduğu tavrından dolayı Bubi’yi alkışlıyorum. Sanatçı kimsenin adamı olamaz!! Sanatçı sadece kendine hizmet eder. Beğenen takdir eder. Beğenmeyen beğendiği yönde eserleri tercih eder. Bu da onun özgür seçimidir. Tabi beğenilerin üstünde, günümüzde sanat eserinin katlanan bir meta değeri söz konusu. İstanbul Modern eseri kendi doğal akışına bırakmalıydı, hem davet edip, hem de sansürcü olmamalıydı. Metinde Bubi Hayon ve İstanbul Modern dışında başka bir isme yer verilmesinin, konuya vurgu yapmak adına daha doğru olacağını, ben de düşünüyorum. Dikkat çekilmesi gereken bu kurum ve yapılan muamele olması, bana da doğru geliyor. Ben de imzalıyorum.

Ali Akay:

Ben de metni beğenmemekle birlikte sansür açısından aynı fikirdeyim.

Bu şerh ve “ama”larla basın açıklamasının metni tartışılırken, benim yazdığım ilk metinde Levent Çalıkoğlu isminin fazlaca kullanıldığı, esas muhatabın İstanbul Modern’in olması gerektiğine dair -Genco Gülan ve Ferhat Özgür’den- eleştiriler gelince, şu cevabı verdim:

Levent [Çalık], sözkonusu olayda İstanbul Modern kurumunun edim-eylem-tavır-politika belirleyicisidir. O yüzden kurum adı her geçtiğinde ismi yazıldı. Son bölümde adının iki kez geçmesi ise çok açık ki Levent’ten çok kurumu uyarmak ve gelecekte şef küratörü kim olursa olsun, kurumsal sorumluluğunu hatırlatmak nedeniyle… Hedefin saptırıldığını ve bu kadar imzanın ardından metnin “bu yüzden” gözden geçirilip değişmesinin çok mümkün ve olanaklı olmadığını düşünüyorum. (…) Metnin ana vurgusunun Bubi ve Levent isimlerinden öte bir yere yapıldığı ve imzaların da bu vurguyu paylaşmaya dair olduğu kanısındayım.

Ama ardından sözünü ettiğim son bölümü değiştirerek, artık benden çıkıp imza atan herkese malolmuş ilk metindeki düzeltmeyi genel onaya sundum. Şu satırlarla:

Son bölümde yeralan, 

özrünü dilemeden ve “verili niteliğini değiştirmeden” aynı “Oturak”ı belki de bir başka gün sergileyebilecek Levent Çalıkoğlu’lu ya da Levent Çalıkoğlu’suz bir İstanbul Modern’de artık hiçbir sanatsal düzlemde yeralmak istemediğimizi açıklıyoruz. 

bölümünü,  

özrünü dilemeden ve “verili niteliğini değiştirmeden” aynı “Oturak”ı belki de bir başka gün aynı ya da farklı bir şef küratörle sergileyebilecek bir İstanbul Modern’de artık hiçbir sanatsal düzlemde yeralmak istemediğimizi açıklıyoruz.

diye değiştirmeye itirazım yok. Hiçbir imzacının da itirazı olacağını sanmıyorum.

Genco’nun [Gülan] ve Ferhat’ın [Özgür] problemini bu değişiklik çözüyorsa imzacılara sorup, onlar da aynı fikirdeyse, yaparım. Artık onlarca kişinin metni bu, tek başına karar veremem.

Genco Gülan, Ferhat Özgür ve onlarca ilk imzacı bu değişikliği onayladı ve ardından basın açıklaması en son haline geldi. Koyduğum zaman sınırının ardından, 26 Aralık 2011 günü de yayınlandı. Birbirimizden habersiz olarak Bubi de aynı gün bir basın açıklaması yaparak UPSD’den istifasını açıkladı.


Metnin yayınlanmasının hemen ardından üç katılımcı şu itirazları iletti:


Ekmel Ertan:

Hakan’ın düzelttim demesi ile metnin, Genco’nun [Gülan] uyarısı doğrultusunda duzeltildiğini sanmıştım. Bu güvenle metnin son halini okumadım. Ancak gördüm ki metnin sadece bir kısmı düzeltilmiş ama benim de katıldığım uyarının özü metne yansıtılmamış. Bu haliyle kurumu hedef alması ve kuruma seslenmesi gereken metin oldukça kişilelleştirilerek Levent Çalıkoğlu’na yönelmiş. Bu benim açımdan taktik ve teknik bir hatadır ve yapılan işi gereksiz ve kişisel bir saldırıya dönüştürerek etkisini ve netliğini kaybetmesine sebep olmuştur. Bilinsin istedim.

Başak Şenova:

Hakan, benim Ekmel’e katıldığım ve canımı sıkan kısım, metnin Levent Çalıkoğlu’na dair kişisel bir boyut almış olması, oysa benim de hedefim kurum ve meşrulaşmaya başlayan bu tür hareketler idi. Ama sen de haklısın, kimse bize zorla imzalayın demedi, imzalamadan doğru düzgün okuyup, tartmamız gerekirdi. Ben de bu konuda kendimle tüm gün hesaplaştım. Sonuçta ben de imzaladığım halde, bu şekilde düşünüyor olduğumun bilinmesini isterim.

Orhan Taylan:

Bir metne imza atarken şerh koymak, ‘sansüre hayır ama, bu tartışma biçimine katılmıyorum’ demektir ve eğer bu tür imzaları şerhsiz olarak yayınlarsan, imzacıları kontrpiye’ye düşürmüş olursun. Bana kalırsa, bu tür imzalar ya şerhleriyle birlikte yayınlanmalı ya da –metinde şık durmayacaksa- hiç yayınlanmamalıdır.

Bu üç katılımcı bu açıklamalarına rağmen metinden imzalarını çekmediler.


Basın açıklamamızı ilk Radikal ve Cumhuriyet sayfalarına taşıdı. Ardından UPSD, hem Bubi’nin istifasına, hem de bizim basın açıklamamıza cevap olarak iki basın açıklaması yayınladı. Her satırıyla Bedri Baykam’ın bağırsağından çıktığı rahatlıkla görülebilecek iki bildiri de, küstah dili, kişiselleştirilmiş saldırıları ve -örneğin imzacılar arasında sanat öğrencilerinin de olmasını küçümseyen tonuyla dışa vurduğu- sakil seçkinliğiyle, İstanbul Modern’in sansürünü yeniden onaylayan bir niteliğe sahipti.


UPSD bildirisinin hemen ardından ise üç sanatçı imzalarını geri çekti. Açıkladıkları gerekçeleri şunlardı:


Gül Çağın:

İmzayı attığımda amacım bir önemli bir kurumun küratörünün sanatçıya uygunsuz davranışına dikkat çekmek ve bu konuda organizasyonu sorumlu tutmaktı. 

Maalesef, bazı cevapları okurken kendimi geçmişten kaynaklanan çözülmemiş bazı  sorunların  çapraz ateşi ortasında buldum ve bu durumdan rahatsızlık duyuyorum. Bu imza kampanyasının hedefi sadece İstanbul Modern ile ilgili olmalıydı ve masaya başka çelişmelerin getirilmemesi gerekirdi. Kuşkusuz diğer sorunların ve sorgulamanin başka bir platformda cevaplandırılması ve sorgulanması gerekir. Her ne kadar hala Istanbul Modern’in  sanatçıya uygunsuz davranışını protesto ediyorsam da ismimim değişik çatışmaların parçası haline gelmesini istemiyorum.

Dolayısı ile adımı geri çekiyorum. Ortaya çıkan durum gerçekten benim için üzücü.

Ferhat Özgür:

Bu mektupla mesele beklemediğimiz ölçüde kişiselleştirildi, başka noktalara kaydı. Bir konuyu paylaşmak istiyorum. Birkaç gün önce her nasıl olduysa, son metnine yaptığım düzelti önerisini içeren mektubum, Facebook’tan bana ‘mesajiniz facebook alıcılarına iletilemedi’ gibi bir uyarı geldi. Bu durumda kimse o uyarıyı okumamış oldu. Yanlış anlaşılmayı gidermek için beklentimi yineliyorum. 

Hareket doğrudan doğruya sansürün kendisine ve müzenin bu yöndeki tutumuna olmalı/ olmalıydı. Levent Çalıkoğlu ismine vurgu yapılmaması gerekiyordu. Bir de bağlayıcı son cümleye katılmadığımı iletmiştim: Hiçbir sanatsal düzlemde İstanbul Modern ile aynı zeminde olmak istemiyoruz, gibi bir ifade. Ben derslerimi orada yapan, öğrencilerimi oraya götüren birisiyim. Tıpkı diğer mekanlara götürdüğüm gibi. Bu mail ne yazik ki iletilemedi. 

Kararım şudur: Ben sansürü protesto ediyorum, kurum olarak burada rol alan müzeyi protesto eden bir metne imza atıyorum, ama kişi ismine vurgu yapmamak kaydıyla. Hatta o mailimde ‘bu mailden yarası olan gocunur’ diyordum. Isim vurgusunun gereksizliğini hatırlatıyordum. Bunu samimiyetimle paylaşmak isterim. 

Dolayısıyla ingilizce duyuru ve yeni duyurularda bu duzeltinin yapılmasını isterim.

Özgür Erkök:

Hazırlanan metni tartışıldığı haliyle, yaşanan sansür durumuna ve tartışmalara karşılık hızlı ve toplu bir tepki vermek adına imzaladım. Ne var ki bu tepki UPSD’ninki kadar hızlı olamadı. Çünkü  metnin hazırlanma süreci durumun aciliyetine rağmen karmaşık bir hal aldı.

Yine de Hakan Akçura’nın girişimiyle hazırlanan metni imzaladım. Çünkü, metin grubundaki tartışmalar doğrultusunda, metindeki “İstanbul Modern”, “Bubi” ve “Levent Çalıkoğlu” isimlerine yapılan vurgunun giderilmesiyle, konunun  kişiselleşmesinin ve amacından sapmasının önüne geçileceği taahüdü verilmişti.

Kanımca mesele bu vakadaki tarafların ötesinde, daha geniş bir çerçevede sanatçı- kurum ilişkisi bağlamında değerlendirilerek, geçmiş sansür ve müdahale deneyimlerinin hatırlanmasıyla ve böylece gelecekte yaşanabilecek durumların da önüne geçilmesi amaçlanarak ele alınabilir. Birçoğumuzun sanat kurumlarına tabi olma üzerinden yaşadığı benzer ya da farklı ama tatsız tecrübeler var. Ne var ki bu gala olayına kadar bugünkü gibi böylesine bir insiyatif ortaya koyulmuş değil.  Bubi Havron da başına gelen sansürle ilgili kararsız bir tavır sergilemekteyken, taraflar suskunken ve olayın içeriği kulaktan kulağa, resmi bir açıklama, bir diyalog olmadan tartışılırken, şu anki haliyle durum çoktan başlangıç noktasının ötesine geçmiş durumda.

Bu sebeple -son yazışmalarda da geçtiği gibi- bu durumun “kişiselleşmesinin kaçınılmazlığına” katılmam mümkün değil. Çünkü bizlerin kolay kolay biraraya gelemeyip gerektiğinde ortak bir tepki veremeyişimizin, gecikmelerimizin önemli sebeplerinden birinin, yine bu kişiselleşme meselelerinden  kaynaklandığını düşünüyorum.

İstanbul Modern ve yetkilileri (müzede mesele üzerine yapılan tartışmaya bile katılmamışlarken) sanat ortamını belirleyici, yönlendirici bir iktidar merci değildir. Bir sanat kurumu iddiasındayken, sanatçıyla ve kamuyla ilişkisinin önemini gözardı etmiştir. Tartışmalarda diyalog kurucu, şeffaf bir tavır göstermemiştir. Bu nedenle “Hayal ve Hakikat” sergisinden işlerini çekme kararı alan sanatçıları sonuna kadar destekliyorum.

Bununla beraber metnin yayınlandığı şeklinde -tartışılmış olmasına rağmen-  bu düzeltmenin yapılmamış olması beni şaşırttı.

Ferhat Özgür’e ve Gül Çağın’a katılıyor ve metinde düzeltme yapılmasını talep ediyorum. Düzeltme yapılmadığı taktirde, metinden imzamı geri çekmek istiyorum.

Artık basına ve tüm muhataplarına yollanmış, kampanya linkinde yeni imzacılarını bekleyen, zaten uzundur benim olmaktan çıkmış bir metinde yeniden düzeltme isteyen bu üç katılımcının ismini blog sayfamdan ve kampanya linkinden çıkarmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Çıkardım, ilettim kendilerine…


Bu dökümü yayınlamak bu tür başarılı, çok katılımlı kampanyaların çok sık yaşanmadığı sanat kültür ortamımızda hem şeffaf duruşumun, hem de kayıt düşme sorumluluğumun gereğiydi. Ayrıca birçok katılımcıya sözümdü. 


Olabildiğince kendi düşüncelerimi katmadığım bu yazıyı, alabildiğine düşüncelerimi aktaracağım başka yazılar izleyebilir.


Son cümle niyetine, tüm katılımcılara ve hala katılanlara yeniden teşekkür ederek, sanatta sansüre karşı mücadelemizin gelişerek sürdüğünü, süreceğini yazmak isterim.

İstanbul Modern’in sansürüne tepki basın açıklamamız ardından yayınlanan basın bültenleri, haber, makale ve cevaplar

(sondan başa sıralanmıştır.
devam edecektir…)


Fırat Arapoğlu
31.12.2011 – BirGün
Sanatçılar, küratörler, eleştirmenler ve sanat tarihçilerinin belki de uzun zamandan sonra ilk kez bir olay etrafında kinik bir tavır sergilemedikleri, görüşlerini ifade ettikleri ve saflarını belirginleştirdikleri bir süreçteyiz. İstanbul Modern’in eğitim atölyelerini desteklemek üzere bazı sanatçılardan yapıt istemesi ve 10 Aralık’taki galada Bubi’nin “Oturak” isimli yapıtını sergilememe kararı alması; Leyla Gediz’in yapıtlarını İstanbul Modern’den çekme kararını açıkladığı basın açıklamasında belirttiği üzere, müzenin “bağış günlerinde ne tip eserlerin “rahat satıldığına” istinaden bir “örnek eser listesi” yollaması, bu süreci etkiledi ve güncel sanat dünyasındaki birçok ismin de şoke olmasına neden oldu.

FARKLILIKLAR

Genel olarak bakıldığında ortada altı farklı grubun gözüktüğü görülüyor: a) AICA –  Türkiye (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği) b) UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) c) Hakan Akçura’nın öncülüğünde yazılan “sansür” metnine imza atanlar -ki aralarında bulunmaktayım- d) Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Neriman Polat, AtılKunst’un aralarında bulunduğu, olayı yine “sansür” olarak isimlendiren, ama Akçura’nın metnine katılmayan bir sanatçı grubu e) Tüm bu sürece dair hiçbir örgütlenmeye gitmeyen ve olaya katılmayan sanatçılar f) Bu olaya girmeye çekinenler – gölgesinden korkanlar – ya da hiçbir fikri olmayan sanatçı müsveddeleri.
Sansür kavramı, “demokrasi” kavramı gibi problemli ve rahatlıkla manipüle edilebilen bir kavram – ki bunun da izdüşümleri günlük yaşamda fazlasıyla hissedilmekte. Bir yayının ya da yapıtın “iktidarca” denetlenmesi ve gösterimine izin verilmemesi olarak tanımlanan sansürün işte bu bağlamda sanatçılar, sanat dernekleri, müzeler gibi kurumlar ve eleştirmenleri bir tartışma ortamına getirdiği muhakkak. Bu noktada basın bildirileri birbirini takip etti ve ortaya tam anlamıyla bir kaosun çıkmasına neden oldu ki; ben bu kaosun verimli bir sürece ön ayak olacağını ummaktayım. Peki, Bubi ve İstanbul Modern arasında yaşanan bu süreçte şu an elimizde olanlar neler?

SANAT ELEŞTİRMENLERİ

Öncelikle benim de üyesi olduğum dernek olarak AICA Yönetim Kurulu’nun süreci iyi değerlendiremediğini, taraf olmamayı seçtiğini zannederken, büsbütün UPSD gibi bir kurumla – birazdan değineceğim –  yan yana algılandığını düşünmek gerekiyor. AICA homojen bir kitle değil, monolitik düşüncelere de sahip değil – Akçura’nın başlattığı imza sürecindeki ilk imzacılar arasında AICA’dan Ali Akay, Beral Madra, Pelin Derviş, Ferhat Özgür ve bu metnin yazarı bulunuyor. Bildiri metinlerinde nominal olmamaları – metinde İstanbul Modern’in ve Bubi’nin adının geçmemesi başlı başına bir fecaattir – da işin cabası. UPSD her zamanki gibi Bedri Baykam’ın kişiliği üzerinden olaya dâhil olmuş, sözde yönetim kurulu olarak isimlendirilebilecek bir biçimde basın bildirileri kaleme almıştır. Şu açık ki, UPSD’nin ulusalcı yaklaşımını tasvip etmek olası değil ve metinleri Baykam’ın yazdığını anlamak için, onun yazılarına biraz aşina olmak yeterli. UPSD’nin kendisini aklama sürecinde AICA adını kullanması da pozisyonlarını sağlama adına net ortada.

KRİZİ YÖNETEMEDİ

27 Aralık’taki İstanbul Modern’deki konuşma sonrasında AtılKunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol, “Hayal ve Hakikat” sergisindeki çalışmalarını geriye çektiler. Bubi Hayon’un duruşunun “ikircikli” olduğunu belirtirlerken, olayın tam anlamıyla bir “sansür” olduğunun net altını çizdiler – UPSD’yi anlamak zor değil ama işte AICA’nın bu “netliği” sergileyememesi iyi bir sınav olmadı. İstanbul Modern’in olaya kesinlikle dâhil olmaması ve şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun da bu sessizliği sürdürmesi krizi iyi yönetemediklerine ve zan altında kalmalarına neden olmuş durumda. Bundan sonraki süreçte ne gibi bir açıklama yapacaklarını bilemem –ki Levent Çalıkoğlu’nun da bir AICA üyesi olduğunu belirtelim.
Sonuç  olarak, bence, alınması gereken karar Bubi’nin çalışmasının satılmama riski olsa bile yine de gala gecesine alınması ve müzayedeye katılmasıydı. İstanbul Modern’in gala gecesinde sergilenmesi için ürettiği  “Oturak” adlı işinin sergilenmesinin sakıncalı bulunması, kelimenin tam anlamıyla sansürün alasıdır. Yapıt açık bir biçimde sansüre uğramıştır. Hayal ve Hakikat Sergisi’nden işlerini çeken sanatçılar ve AICA’nın burada gözden kaçırdığı nokta, Bubi’nin bu yaklaşımı net bir biçimde sansür olarak adlandırması ve imza kampanyası için Hakan Akçura’nın nezdinde imza atanlara teşekkür etmesidir. Sonuca bağlamak gerekirse –ki bu ertelenen bir “geçici” sonuçtur– bu tartışmanın, güncel sanatta yarattığı kırılmanın verimli bir kanala akacağı muhakkak. Öncelikle dernekler bir özeleştiri sürecine girecekler –UPSD’den bunu beklemek mümkün değil-, sanatçılar ve küratörler kurumlar ile olan ilişkilerini gözden geçirecek ve son olarak zaten sayıları adam akıllı az olan eleştirmenler de hızlı karar alma ve uygulama noktasındaki zamanlama hataları için bir ders almış olacaklar. Kinik tavır sergileyenler içinse verimli bir gelişme yok, politik-miş gibi davranmaya ve piyasaya entegre davranmaya devam edecekler, sanat tarihinin onları asla bir “öncü” olarak anmayacağını bilmeden.


Hakan Akçura’nın İstanbul Modern Açıklaması’na cevabı
(iletilmiştir)

Ben hayatımda kendini bu kadar sanatın ağababası, “lütfen açıklama yapan” küstah efendi, karşısındaki sanatçıları ise ancak “hayretle” izlenecek ve kanı sağılacak böcekler olarak gören, “Benim oğlum bina okur, döner, döner gene okur” bir açıklama görmedim.

Yaptığını, ettiğini savunmanın bile bir adabı vardır, karşısındakileri, karşısındakilerin dediğini, eylediğini eşitin saymayı, görmeyi, umursayıp, dikkate almayı gerekli kılan…

Utanmalısınız. 

30.12.2011

Bahadır Baruter’in İstanbul Modern Açıklaması’na cevabı
(iletilmiştir)

Sayın Çalıkoğlu,

Bizi hayal ettiğiniz niteliklerde biz de sizi hayal edebilmek için, biz birkaç kendini bilmez, bir gölge ‘kırotör ekibi’ kurduk ve aramızdaki konuşmalarda bir süreliğine ‘Ç’ harfinin soyadınızda “yer almamasına karar verdik”… ama aslında “tüm etkinliklerimizde sansürün karşısındayız”. 

30.12.2011


Sanata ve sanatçıya destek veren, yapıtları koruyup sergileyen bir kültür-sanat kurumu olarak, Gala Modern gecesini takiben ortaya çıkan tartışmayı hayretle izledik. Daha önce bu konuda açıklama yapmamıza rağmen, tartışmaların yapıcı bir diyaloğun önüne geçtiği bu noktada ek bir açıklama yapma ihtiyacı hissettik.

 Ziyaretçileri ve destekçileriyle ayakta kalmaya çalışan bir kültür-sanat kurumu olan İstanbul Modern’de, eğitim programlarımıza destek sağlamak amacıyla Gala Modern gibi etkinlikler düzenliyoruz. Bu tip etkinlikler tüm dünyada benzer kurumlarca gerçekleştirilmekte ve tamamen gönüllülük esasına dayanmaktadır. Kamuya kapalı bu özel gece, herhangi bir sergileme amacı taşımamakta, İstanbul Modern’in eğitim programlarına kaynak yaratmak için gerçekleştirilmektedir. Gecenin amacı, etkinliğe bağış yaparak destek veren sanatçılara da ifade edilmiştir. Burada hedeflenen, davetliler arasındaki destek yarışıyla müzenin eğitim programının geliştirilerek daha ileri bir noktaya taşınmasıdır. 

Bu konudaki diyaloğun başlangıcında diğer tüm sanatçılarımıza olduğu gibi sanatçı Bubi’ye de gecenin niteliği ve önemi ayrıntısıyla açıklanmış ve sanatçının yapacağı bağışın gecede eğitim programına destek amacıyla destek yarışına sunulacağı ifade edilmiştir. Sonrasında ise küratör ekibimiz sanatçı tarafından yapılacak bağışın gecede yer almamasına karar vermiştir. Kaynak yaratmak için düzenlenen ve kesinlikle bir sergi niteliği taşımayan bu özel etkinliğe katılan tüm yapıtlar küratör ekibimizin seçimi neticesinde belirlenmektedir; buradaki seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma aittir.

Her zaman özgür bir sanat ortamının arkasında olan İstanbul Modern, tüm etkinliklerinde sansürün karşısında durmuştur. Bu açıklamamızın yaşanan olayın yanlış yorumlanmasının önüne geçeceğini ümit ediyoruz.

30.12.2011

Sanatçılardan çağrı: Bakan istifa etsin

Sibel Oral

Taraf – 30.12.2011

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Şiirle, makaleyle, resimle terörü haklı gösteriyorlar” sözlerine Barış İçin Sanat Girişimi’nden tepki geldi. Dün sabah Barış İçin Sanat Girişimi birçok sanatçının da destek verdiği bir basın açıklaması metnini okuyarak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’i kınadı.

Gaf değil, tehdit

Kardeş Türküler’den Fehmiye Çelik’in okuduğu metinde söz konusu olan açıklamaların “gaf” değil; sanatçılara dönük tehdit, baskı ve hedef gösterme olarak tanımlanması gerektiği belirtildi. Çelik “Üç yıldır devam eden KCK operasyonlarının son dalgasında haberciler ve muhalif basın hedef alınmış; kâğıtları, kalemleri, bilgisayar çıktıları ‘suç’ unsuru olarak kaydedilmişti. Sanatçılara yönelik yapılacak operasyonlarda ‘ele geçecek’ sahne, perde, bendir, gitar, tuval, fırça, boya, kalem gibi ‘suç aletlerini’ toparlamak için oldukça çok çalışmaları gerekecek” dedi.

“Bizler, barış çizen, barış yazan, barış oynayan, barış söyleyenleriz” diye devam eden açıklamada İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’i kınadıklarını ve iktidar sahiplerini akıl tutulmasından kurtulmaya davet ettiklerini ifade eden sanatçılar Şahin’i istifaya çağırdı.

Hitler’in söylemiyle aynı

Basın açıklamasından sonra söz alan sanat eleştirmeni ve küratör Beral Madra ise İstanbul Modern’de sanatçı Bubi’nin yapıtının sansürlenmesinin de altını çizerek muhafazakâr politikaların sadece devletten değil, özel kurumlardan da geldiğini söyledi. Madra sözlerine şöyle devam etti: “Uluslararası sanat ortamı İstanbul’u dünyanın en canlı, en enerjik sanat ortamı olarak gösteriyor: Festivaller, bienaller, galeriler, konserler…

Uluslararası basından İstanbul’daki sanat ortamına dair müthiş bir övgü var. Burada bir çelişki var. Tüm bunları uluslararası basına taşımamız gerek. Şu andaki söylem tamamen Hitler’in 1938’de modern sanatı yok etmek üzere sarf ettiği cümlelerdir. Görsel sanatlar alanında radikal işler yapılıyor, ama darbe de alıyor. Mesela Hafriyat kapandı. Neden? Çünkü sergi iki kere baskına uğradı. Görsel sanatlar alanı çok darbeler yedi. Bu söylem bu darbelerin devam edeceğini gösterir. Kararlı ve disiplinli bir şekilde sanat ortamı birleşerek çok büyük bir gürültü çıkarmalıyız.”

Sanatçı halkın savaşçısıdır

Toplantıda söz alan sanatçılardan Pınar Sağ ise Türkiye’de yaşananların faşizm olduğunu, sanatçıların da toplumsal muhalefete her şekilde destek olması gerektiğini ifade ederek “Yılmaz Güney’in söylediği gibi ‘Sanatçı halkın savaşçısıdır’ bu yüzden işçilerin ve ezilenlerin yanında olmalıyız” dedi.

Sanatçılar ayrıca bugün saat 19:00’da Taksim Tramvay Durağı’nda biraraya gelerek Bakan Şahin’i istifaya davet etmek üzere bir eylem daha yapacak.

Destek veren bazı isim ve kurumlar

Ahmet Telli, Orhan Aydın, Cüneyt Ceneboyan Ferhat Tunç, Ali Akay, Babazula, Bajar, Murat Meriç, Kenan Çimen, Canan Şahin, Züleyha Orhan, Pınar Sağ, Kazım Öz, Şebnem Sönmez, Derya Alabora, Özcan Alper, Yusuf Çetin, Celal Çimen, Erbatur Çavuşoğlu, Tiyatro Boğaziçi, Koray Çalışkan İlkay Akkaya, Tolga Sağ, Türkiye Yazarlar Sendikası, Önder Kızılkaya, Mehmet Güreli, Nur Sürer, Harun Tekin, Tülin Özen, Derviş Zaimoğlu ve Grup Yorum.




‘Hayal ve Hakikat’ten eserlerini çeken Leyla Gediz’e İstanbul Modern’in başküratörü Levent Çalıkoğlu da bir mektup yazdı


Fisun Yalçınkaya

Sabah / 30.12.2011

Sanatçı Bubi’nin sipariş üzerine yaptığı Oturak adlı eserinin İstanbul Modern’de düzenlenen Gala Modern gecesine kabul edilmemesi sonrası yaşanan ‘sansür’ tartışmalarıyla ilgili, dün hem müze bir açıklama yaptı hem de müzenin başküratörü Levent Çalıkoğlu, ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden eserlerini çekeceğini açıklayan sanatçı Leyla Gediz’e yazdığı mektubu SABAH’la paylaştı. Çalıkoğlu, Gediz’e hitaben yazdığı mektupta, Gediz’in ‘sansür ile ilgili’ önceki tutumunun farklı olduğunun altını çiziyor: “İstanbul Modern’e ve bana karşı şu ana kadar hangi tavizi vermek durumunda kaldın? Bu ne haksız bir itham. Müze olarak, senin haklarını ne zaman ve hangi örnekte yok saydık? Keşke ilk gün gerçek fikirlerini söyleseydin. Çok net bir şekilde ‘Sergime hazırlanıyorum, beni gelecek yıl düşünün’ demedin mi? Kaldı ki tıpkı senin gibi daha önce bu teklifin götürüldüğü ve kabul etmeyen sanatçılar oldu, elbette samimi gerekçelerini açıklayarak. Bundan daha doğal ne olabilir ki? (….) Cumartesi günü telefonda ‘Bubi gibi bir gerzeğin oyununa gelmemek gerek’ diyen sen değil miydin? Telefon konuşmamızda söylediklerinle tam tersi sözler sarfediyorsun. ‘Tüm dünyada müzelerin bu tür özel uygulamalar gerçekleştirdiğini, bunu bilmemenin cahillik olduğunu, insanların artık dünyaya bakması gerektiğini’ sen söylemedin mi? Tavrını gerçekten büyük bir haksızlık olarak görüyorum.” 

‘Sansürün karşısındayız’ 

İstanbul Modern de yaptığı yazılı açıklamada ilk yaptığı açıklamanın arkasında durarak yaşanan olayların sansür olmadığının altını bir kez daha çizdi ve müzenin her zaman sansürün karşısında olduğunu vurguladı: “Yaşanan tarşımaları hayretle izliyoruz. İstanbul Modern’de, eğitim programlarımıza destek sağlamak amacıyla Gala Modern gibi etkinlikler düzenliyoruz. Bu konudaki diyaloğun başlangıcında diğer tüm sanat- çılarımıza olduğu gibi sanatçı Bubi’ye de gecenin niteliği ve önemi ayrıntısıyla açıklanmış ve sanatçının yapacağı bağışın gecede eğitim programına destek amacıyla destek yarışına sunulacağı ifade edilmiştir. Sonrasında ise küratör ekibimiz sanatçı tarafından yapılacak bağışın gecede yer almamasına karar vermiştir. Buradaki seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma ait. Her zaman özgür bir sanat ortamının arkasında olan İstanbul Modern, tüm etkinliklerinde sansürün karşısında durmuştur.” 




İstanbul Modern’in, Bubi’nin sipariş üzerine hazırladığı “Oturak” adlı eserini uygun bulmamasıyla başlayan tartışmalar sürüyor. Bubi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nden istifa ederken, sanat dünyasının önemli isimleri de Bubi’yi destekleyerek İstanbul Modern’i protesto etti

HThayat – 30.12.2011

Sanatçı Bubi’nin İstanbul Modern’in müzeye gelir amaçlı olarak düzenlediği Gala Modern gecesi için hazırladığı “Oturak” adlı eserin küratör Levent Çalıkoğlu tarafından uygun bulunmamasıyla başlayan tartışmalar dinmiyor. Bubi, oturağın lazımlığa benzeyen bölümünün kaldırılması ya da üzerinin örtülmesinin istendiğini belirterek, bunun bir sansür olduğunu söylemişti. Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) yaptığı açıklamada, olaya üzüldüklerini ama eserin geri çevrilmesinin bir sansür olarak kabul edilemeyeceğini belirtti. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) de benzer bir açıklamayla olayın sansür olarak nitelenemeyeceğini ifade etti.

Bubi, kendisine destek olmadığını düşündüğü UPSD TürkiyeMerkezi’ndeki üyeliğinden istifa etti. Bubi yaptığı basın açıklamasında derneği ve başkanı Bedri Baykam’ı zor durumda bırakmamak için istifa ettiğini söyledi. UPSD, Bubi’nin istifasını hayret ve üzüntüyle karşıladıklarını ve kararını gözden geçirmesi için kendisine 7 Ocak’a kadar süre tanıdıklarını belirtti. Bu arada, içlerinde Ali Akay, Burak Arıkan, Bahadır Baruter, Fulya Erdemci, Genco Gülan, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, BeralMadra, İrfan Okan, Ferhat Özgür, Necla Rüzgar, Başak Şenova, Orhan Taylan, Yeşim Ustaoğlu ve Adnan Yıldız gibi isimlerin bulunduğu bazı sanatçılar, Hakan Akçura tarafından yazılan “Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!” başlıklı bir bildiriye imza atarak hemİstanbulModern’i hem UPSD ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’ni (AICA) hemde olay karşısında sessiz kalan sanatçıları kınadı.  

Gediz, sergideki eserlerini geri çekti

İstanbul Modern’e olan tepkiler önceki günmüzede “Hayal ve Hakikat” sergisi kapsamında düzenlenen söyleşi sırasında da sürdü. Konuşmacılardan Mürüvvet Türkyılmaz, gündem dışına çıkarakmüzenin tutumuyla ilgili fikirlerini belirtti ve söyleşi kısa sürede bir protestoya dönüştü. Mürüvvet Türkyılmaz, Leyla Gediz ve Ceren Oykut gibi sanatçılar sergi alanına giderek kendi eserlerinin de yer aldığı salona “İstanbulModern sansürcüdür” yazılarının bulunduğu afişler astı. Bubi, dün bir açıklama daha yaparak Oturak’ın sakıncalı bulunmasının sansür olmadığını savunan UPSD’nin şaşkın bir tavır içine girdiğini ifade etti. Bu arada sanatçı Leyla Gediz de İstanbul Modern’i protesto ederek “Hayal ve Hakikat” sergisindeki eserlerini geri çekti.



Birgün – 30 12 2011

Bubi’nin oturaklı taht yapıtına İstanbul Modern’in uyguladığı sansüre tepkiler hızlı bir şekilde büyüyor. Geçen gün bizzat Modern’in kalbinde, konferans salonunda sanatçılar ve eleştirmenlerin katılımıyla büyük bir protesto düzenlendi. Başta küratör Levent Çalıkoğlu olmak üzere muhatapların olmadığı tartışma benim açımdan çok önemli. İlki bizzat müze ve galeriler dahil sanat dünyasının-sistemin tam kalbinde yer alan sanatçıların hoşnutsuzluklarını dillendirmesiydi. Ben sistemin dışında ya da “bıraktırılan” sanatçıların sitemlerine fazlasıyla alışığım; ama ilk defa bizzat içeri’de olan insanlardan fazlasıyla politik sözler duymak, hatta yapıt çekme eylemine gitmek üzerinde düşünmeyi hakkediyor. Yaklaşık 20 yıldır fazlasıyla görünür olan, hatta rezidans programlarıyla sanatçıların kıyasıya rekabet ettiği şirket-müze-sanat merkezi ilişkileri ilk defa bu kadar sert bir dillendirilmiş oluyor. Üstelik Eczacıbaşı’nın tam Emek Sineması’na niyetlendiği (eylemi biz yapalım o konsun) bir aşamada SANAT A.Ş. de böyle bir çatlak ses gelmesi bence önemli… Elbette bu çekilme ve protestoları abartmıyorum, ya da buradan şirket-sanat ilişkilerinin ciddi bir yara alacağını da umut etmiyorum. Ama yine de “içerden” bu kadar görünür bir hoşnutsuzluk duymak önemli geliyor. Özellikle 4-5 yıldır İstanbul, Dubai endeksli çağdaş-güncel sanat dünyasında çok önemli bir yere oynuyor; elbette bu alandaki yoğun spekülasyon ve rekabet ilişkileri son on yıldır sanat ve kültür endüstrisini yöneten kadroları dönüştürüp-değiştirecek; bu bekleniyordu zaten… Ben bu protestoları biraz da buradan okumak yanlısıyım. Çünkü var olan yapı, genç kuşak sanatçılar da dahil var olan potansiyeli tümden kuşatamayacak, oturmuş networklarla çalışıyordu. Bu talepler biraz da yetersiz networklara bir itiraz tonu taşıyor… Müzenin baş küratörü Levent Çalıkoğlu’na dönük hoşnutsuzluk, son on yıldır bir sanatçı portföyünü yöneten, iktidarının marjinal faydasını yaşayan bir isme dönük de aynı zamanda…

Müzede gerçekleşen protestoda vurgulanan en önemli yönlerden biri de, bir sosyal sorumluluk ve destek vitriniyle sanat alanında aktif olan şirket mantığının şeffaflık, sorgulanabilirlikten uzak bir profil vermeleriydi. Tartışmalarda ortaya çıkan diğer bir ihtiyaç ise, Türkiye sanat dünyasında mutlak bir “dışarı”nın olması ihtiyacıydı… Yani hiç bir zaman içeriye alınmayı kabul etmeyecek bir bağımsız alanına ihtiyacı… Çünkü biliyoruz ve defalarca da yazdık ki, sistem en sert politik unsurları bile çok hızlı bir şekilde kendine eklemleyebiliyor… Hatta var olan bienaller ve güncel sanat nerdeyse kendini radikal politik bir yüzey üzerinden örgütlüyor… Apolitik bir politizm yani. Berlin ile karşılaştırıldığında İstanbul güncel sanat dünyası kendilerini bir an içeri atmaya hevesli, fazlasıyla sistem karşıtı dile sahip genç sanatçı nüfusuna sahip. Mutlak bir dışarı olabilse eğer, o içerisine ya da içeriyi içerden (!) değiştirmeye çalışanlara da büyük bir ivme katacaktır eminim. Ama en azından son Bubi ve İstanbul Modern vakası neyin olmayacağını göstermesi açısından önemli… Temenni bu protestonun, hoşgörü altında çabucak içeri alınmaması olacak.



İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin “Oturak” eserine sansür uygulaması sanat dünyasını karıştırdı. Sanatçılar konuyla ilgili muhatap bulamadıklarını söylüyor 

Serdarhan Aksoy
Taraf – 29.12.2011


İstanbul Modern Müzesi Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun sanatçı Bubi Hayon’un Oturak adlı eserini geri çevirmesine tepki yağıyor. İstanbul Modern Gala Modern gecesi için Bubi’ye
müzayedeyle satılmak üzere bir eser sipariş etmiş, fakat eseri konsept dışı bularak koleksiyonerlere sunmama kararı almıştı.
Oturak ’ın sergilenmesi için Bubi’den eserdeki “lazımlığa” benzer kısmı kaldırılmasını ya da üstünü örtmesini talep etmişti.
Taraf gazetesinde yer alan habere göre; önceki gün İstanbul Modern’deki Hayal ve Hakikat sergisi kapsamında düzenlenen bir söyleşide, aralarında sanatçılar Mürüvvet Türkyılmaz ve Neriman Polat’ın da bulunduğu konuşmacılar Bubi’ye uygulanan bu sansüre tepki gösterdi. Mürüvvet Türkyılmaz sergi bağlamında konuşmadan önce, İstanbul Modern’in Bubi’nin eserine yaklaşımı konusunda açıklama yaptı. Protestoya dönen toplantıda sanatçılar, kendi eserlerinin de bulunduğu salona “İstanbul Modern Sansürcüdür” yazılı afişler astılar ve hatta Mürüvvet Yılmaz ve Leyla Gediz gibi önemli isimlerin dâhil oluduğu beş sanatçı sergiden eserlerini çekti.

Küratörlü bir alan olduğu için sansür değil

Bubi’nin kendisine destek olmadığı gerekçesiyle üyelikten istifa ettiği Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği ise “Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasındaki ilişki, davet üzerine gerçekleşen bir küratörlü alanın, sipariş iş sergisi konumundadır. Bilindiği gibi, sanat eserini, düşünceyi halka, sanatsevere ulaştıran aracı kurumların bu yapıtları seçme ve sunup sunmama hakkı vardır. Bu nedenle küratörlü sergilere seçilmeyen sanatçıların yapıtları, yayınevlerinin basmadıkları kitaplar, gazetelerin yayınlamadıkları makaleler/haberler, tiyatroların sahneye koymadıkları eserler, galerilerin sergilemeye seçmedikleri yapıtlar sürekli olarak gündemde olan uygulamalardır” ifadeleriyle uygulamanın sansür olmadığını savunmuştu.

Hayır, bu bir sansürdür

Öte yandan altında sanatçılar, küratörler, bienal yönetmenleri, tasarımcılar, müzisyenler, sanat eleştirmenleri, sanat öğrencileri ve sosyal bilimcilerin imzası bulunan “Sansürün Koşullu’suna da Ticarî Yaşama Uyanı’na da Hayır” başlıklı bir bildiri yayımlandı.

Sansür tartışmasıyla ilgili olarak Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin Türkiye Şubesi’nin ve Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin aynı gün yapmış olduğu birbirine benzer iki açıklamaya katılmayan imzacılar bildiride, “Unutulmamalı ki, Bubi Hayon, verili biçim ve bağlamıyla, hepimizin bildiği yaratım çizgisinin devamı, olgun bir örneğiyle, kendi ifadesiyle ‘sanat yapıtının bir tabu olmadığını, kutsal olmadığını, müzelerin birer mabet olmadığını vurgulamak için’ altın ve bronz karışımı bir Oturak ’la İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu’nun karşısına ‘çıktığı için’ sansürlenmiştir. (…) 

Devlet ya da özel sektörce kurulmuş, işletilen bir ‘modern’ sanat kurumunun kendi etkinlikleri için gereksindiği paranın miktarı ne, koleksiyoner muhatapları kim olursa olsun, sanatsal yaratım özgürlüğünü katletme hakkını, sanatsal yaratım sürecinin niteliğini dönüştürebilme özgürlüğünü -üstelik bu kadar sınırsız ve kaba bir biçimde- savunmak, bizce olanaksızdır” ifadeleriyle Bubi Hayon’un eserine uygulanan sansürü sert bir dille eleştirdi. Biz de yaşanan süreci eserin sahibi Bubi ve sanat alanındaki yetkin isimlerle konuştuk.

Politik bir mesajım yok

İstanbul Modern’in Gala Gecesi’nde sergilenmek üzere benden bir eser istendi. Levent Çalıkoğlu bu süreçte hiçbir öneri de sunmadı. Ben bir buçuk ay çalıştım ve Oturak eserimi yaptım. Sonra bir müze görevlisi geldi ve Oturak’ın sergilenmesinin sakıncalı olduğunu söyledi. Ben de istedikleri değişiklikleri yapmayacağımı söyledim. Çok şaşkınım.

Ama asıl şaşkınlığım kurucuları arasında yer aldığım Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin kraldan çok kralcı tavrınadır. Çünkü sansürün yanında yer aldılar. Ben bunun kişisel olarak Levent Çalıkoğlu ile de alakalı olduğunu sanmıyorum. Oturak çağrışımının koleksiyonerleri rahatsız edebileceğini düşünmüş olabilirler. Fakat benim işlerime bakılırsa politik şeyler yapmadığım görülür. Hiçbir politik mesajım yok. Sanatın taşıyıcı olmasına da karşıyım; ben farklı şeyler düşünüyorum. Öte yandan eserimin sergilenmesini engelleyerek koleksiyonerlerin yerine de karar vermiş oldular. Bu da çok yanlış.

Kral olduğunu sanan bir deli

Vasıf Kortun – Küratör İstanbul Modern açıldığı 2003 yılının sonundan beri ilk kez kamusallığa kavuştu, hem de istemeden. Bu da kötü bir durum değil, sanatçıların terk ederek sahiplendiği; kültür ve sanat cemaatlerinin imza kampanyasıyla protesto ettiği kurum bundan sonra operasyonlarını kendi keyfine göre sürdüremeyecek ve umursamaz davranamayacak.

Bu ilk değildi. İstanbul için olağanüstü büyük bir kazanım olabilecek Batıcıl sanat tarihine yamuk bakan çok değerli müze insanı David Eliott, yönettiği müzenin tacizine ancak sekiz ay tahammül edebildi. Doug Aitken gibi bir sanatçıyla adeta dalga geçildi. İstanbul Modern’in bunlar gibi örneklerle bezenmiş bir geçmişi var, ama hiç umursamıyor, kurumsallığın en basit protokollerine kayıtsız kalıyor. Kurumların güçleri sanatçıların ve hitap ettikleri cemaatlerin onlara verdikleri izinle, güvenle sınırlıdır.

Kurumlar bunu hak etmek zorundadır, kurumlar kamuya borçlu başlarlar. İstanbul Modern adı konulmayan o toplumsal mütabakata hiçbir zaman riayet etmedi, belki de öyle bir kontratın farkında bile olmadı. Finans, güç, halkla ilişkiler, basın, devlet desteği… Tüm bunlar yetmiyor. Yola başka yerden çıkmak lazım. Zor değil, İstanbul Modern varoluş yetkisini aldığı sanatçılara kulak verirse toparlanır, kent kazanır. Aksi takdirde geçen hafta Jacques Lacan üzerinden Jerry Saltz’dan twitlediğim gibi “Kral olduğunu sanan deli, kendini kral sanan kraldan daha deli değildir. Kral olmak için insanların kral olduğunuza inanması lazım. Kral olmak bir ilişkidir. İstanbul Modern kral olduğunu sanan, bir deliye dönüşmektedir.” Vasıf Kortun’un konuyla ilgili facebook hesabında paylaştığı metindir.

Suya sabuna dokunmasın

Ali Şimşek – Eleştirmen Bubi’nin eserinin sansürlenmesi üzerine İstanbul Modern’de yapılan eylem, kurumun içinden gelen ilk tepki olması bakımından çok önemli. Eylemde Leyla Gediz, Levent Çalıkoğlu’nun “suya sabuna dokunmayan” işler istediğini itiraf etti ilk kez. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin Türkiye Şubesi de çuvalladı bu konuda.

Çünkü İstanbul Modern’le aralarında organik bir bağ var. Bunun sanatın şirketleşmesinin patlama noktası olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bir müzenin fon oluşturmak için müzayede düzenlemesi kabul edilebilir değil. Sanatçılardan bağış istiyorlar, sonra eseri satıp para kazanıyorlar. Müzeler sanatçıları desteklemek için vardır, soymak için değil. Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği yaptığı açıklama da yersiz. Bir küratörün bir sanat eserine bu şekilde müdahale etmesi de kabul edilemez. Küratör eseri korur.

Artık sanat alanından şirketlerin çekilmesi gerekiyor. Bu alanda olmaları sosyal sorumluluk gibi, sanata destek gibi gösteriliyor; ama sanatçıların üzerinde baskı oluşturuluyor bu şekilde.

Levent Çalıkoğlu’nun istifa etmesi gerekiyor.

‘Sanatçılardan özür dilenmesini bekledik’

Mürüvvet Türkyılmaz – Sanatçı Yaptığımız eylemin en büyük amacı, sanatçıların ortak sorunlarını dile getirmekti. Bunun içeriden gelmesi müzeyi olumlamak gibi değil, hesap sormak anlamına geliyor. Eylemle bir diyalog zemini yaratmaya çalıştık, ama muhatap bulamadık. İstanbul Modern’in Hayal ve Hakikat sergisi sanatçılarından ve genel olarak sanatçılardan bir özür dilemesini bekledik.

Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin açıklamasından da tatmin olmadık. Ben sergideki işimi çektim. İlk aşamada beş sanatçı eserlerimizi sergiden çektik, ancak bu sayının arttığını biliyoruz.

Müze bir açıklama yapmalıydı

Neriman Polat – Sanatçı Ben bunun bir sansür olduğunu düşünüyorum. İstanbul Modern bizi mutahap almadı. Bunun sansür olmadığını düşünüyorlarsa, açıklama yapmaları gerekiyor. Biz oradaydık, onlar yoktu. Bubi’ye de büyük saygısızlık yaptılar. Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin açıklaması konusunda ise böyle durumlarda her zaman bir kılıf uydurabilirsiniz. Zaten biz Plastik Sanatlar Derneği’ni tanımıyoruz, o dernek bizi temsil edemez; çünkü Bedri Baykam doğrultusunda hareket eden bir dernek.

İstanbul Modern’in açıklaması

İstanbul Modern’in sanatseverlere sunduğu eserler, müzenin sanat uzmanları, küratörleri ve ilgili kurulları tarafından özgürce seçilir. İstanbul Modern, eser seçimlerini, dünyadaki başka müzelerde de geçerli olan uygulamalar paralelinde, sanatsal değerin yanı sıra, müzenin vizyonu ve amaçlarına ilişkin çok » Neriman Polat – Sanatçı Ben bunun bir sansür olduğunu düşünüyorum. İstanbul Modern bizi mutahap almadı. Bunun sansür olmadığını düşünüyorlarsa, açıklama yapmaları gerekiyor. Biz oradaydık, onlar yoktu. Bubi’ye de büyük saygısızlık yaptılar.

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin açıklaması konusunda ise böyle durumlarda her zaman bir kılıf uydurabilirsiniz. Zaten biz Plastik Sanatlar Derneği’ni tanımıyoruz, o dernek bizi temsil edemez; çünkü Bedri Baykam doğrultusunda hareket eden bir dernek. çeşitli ölçütlere göre yapmaktadır. Eğitim programlarımızı desteklemek amacıyla düzenlendiğimiz Gala Modern gecesi için sanatçıların ürettikleri çalışmalar da bu ölçütler doğrultusunda değerlendirilir. Gala Modern’de yer alacak sanat çalışmalarının seçim kararı İstanbul Modern’e aittir.



İstanbul Modern’in, Gala Modern bağış gecesi için sanatçı Bubi’ye sipariş ettiği Oturak adlı eseri kabul etmemesi sansür mü yoksa küratör tercihi mi? Sanat dünyası bunu tartışıyor. ‘Sansür’ diyenler Hayal ve Hakikat’ten eserini çekiyor

Fisun Yalçınkaya 
29.12.2011 / Sabah

İstanbul Modern tarafından sanatçı Bubi’nin sipariş üzerine yaptığı Oturak adlı eserinin Gala Modern gecesine kabul edilmemesi, sonrasında kimi sanatçıların, derneklerin de konuyla ilgili tavır alması ‘sanat dünyasında sansür tartışmasını’ ateşledi. Tartışmalar yaşanan olayın ‘Küratörün tercihi mi yoksa sansür mü?’ sorusu ekseninde gelişiyor. Bazı sanatçılar olayı sansür olarak nitelendiriyor, kimi sanatçı dernekleri ve eleştirmen derneği ise olayın üzücü olduğunu ama sansür olmadığını açıklıyor. İstanbul Modern ise olay ilk ortaya çıktığında yaptığı açıklamanın hâlâ arkasında: “İstanbul Modern’in sanatseverlere sunduğu eserler, müzenin sanat uzmanları, küratörleri ve ilgili kurulları tarafından özgürce seçilir.” Fakat, konuyla ilgili tartışmalar bu yılın gözde sergilerinden ‘Hayal ve Hakikati’i de yakından ilgilendirmeye başladı. Çünkü önceki gün ve dün bazı sanatçılar olayın sansür olduğunu düşünerek sergiden eserlerini çekeceklerini açıkladı. 

Dün yedi sanatçı ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden eserlerini geri çekeceğini belirtti. AtılKunst sanat grubu, sanatçılar Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol “Bubi Hayon’un ikircikli sanatçı duruşunu desteklemediğimizi açıklıyoruz” diyerek Bubi’nin tavrını eleştirdiler. Ama “Sansüre karşı duruşumuzu ortaya koymak için çekilmeye karar veriyoruz,” diyerek de İstanbul Modern’nin tavrının sansürcü olduğunun altını çizdiler. Eserini geri çeken bir diğer sanatçı da Leyla Gediz. Gediz müzenin başküratörü Levent Çalıkoğlu’na hitaben yazdığı mektubunda kendisinin de Gala Modern için davet edildiğini ama reddettiğini, çünkü sanatçılardan eser sipariş edilen Gala Modern organizasyonunu onaylamadığını, olayın da sansür olduğunu belirtti. 

İstanbul Modern ilk yaptığı açıklamayı aynen tekrar etti. Ancak sergi için sanatçılarla müze arasında anlaşma yapıldığı biliniyor. Sanatçıların eserlerini geri çekmeleri durumunda nasıl bir prosedür uygulanacağı belli değil.

Önceki gün müzede gerçekleşen eylem hakkında ise Bubi SABAH’a “Türkiye’de halen yürekli sanatçılar olduğunu bilmek çok güzel. Eylemden haberim yoktu. Gazeteden okudum ve çok duygulandım” dedi.

Sanatçı Bubi’nin de kurucuları arasında olduğu Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) olayla ilgili ilk açıklamasında Oturak eserinin İstanbul Modern tarafından kabul edilmemesine üzüldüklerini ancak ortada sansür olmadığını belirtmiş, bunun bir tercih olduğunu vurgulamıştı. Bubi, üyesi olduğu derneğin kendisini korumadığını düşünerek, dernekten istifa etti. Bubi’nin istifa ettiği UPSD’nin başkanı sanatçı Bedri Baykam, Bubi’ye yönelik bir açıklama yaparak “İstifa mektubunuzu hayret ve üzüntüyle karşıladık. Sizin gibi değerli bir sanatçımızın UPSD’den ayrılmasına razı olmamız kolay değil,” diyerek ek süre tanıdı. UPSD, ikinci bir basın açıklaması yaparak, kendisine Bubi konusunda yöneltilen eleştirilere yanıt verdi ve ilk açıklamasının arkasında durdu.

Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA da önceki gün basın açıklaması yaptı. Dernek açıklamasında ortada bir sansür olmadığını belirtti.
Bu arada sanat dünyasının önde gelenlerinden Fulya Erdemci, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, Beral Madra, Ferhat Özgür, Necla Rüzgar, Başak Şenova, Yeşim Ustaoğlu, Adnan Yıldız gibi isimler sanatçı Hakan Akçura’nın kaleme aldığı “Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!” başlıklı bir bildiriye imza atarak olayın sansür olduğunu savundu. 




İstanbul Modern’in 10 Aralık’taki Gala Gecesi’nde satışa sunulmak üzere sanatçı Bubi’nin yaptığı bronz – altın görünümündeki “Oturak” adlı çalışmasının geri çevrilmesine sanat çevresinden tepkiler büyüyor

Yasemin Bay 
Milliyet – 29.12.2011

Bubi’nin iddiasına göre İstanbul Modern, “işin sergilenebilmesi için oturağın lazımlığa benzeyen bölümünün kaldırılması ya da üzerinin örtülmesini istedi.  Bu olayın ardından Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD)22 Aralık’ta “Davet üzerine gerçekleşen bir küratörlü alanda kurumların bu yapıtları seçme ve sunup sunmama hakkı vardır” açıklamasını yaptı.

Metinler savaşı

Bu açıklama üzerine Bubi, UPSD’den istifa etti. İstanbul Modern’de “Hayal ve Hakikat” sergisi kapsamında önceki gün düzenlenen söyleşide müzenin tutumu tartışmaya açıldı. Mürüvvet Türkyılmaz, Atıl Kunst, Güneş Terkol, Gözde İlkin, Leyla Gediz ve Ceren Oykut’un “Hayal ve Hakikat” sergisindeki işlerini çektikleri açıklandı. Söyleşiye katılan bir grup sanatçı da müzenin tutumunu destekleyen UPSD ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’ni (AICA) kınadı. Aynı gün sanatçı Hakan Akçura, İstanbul Modern’in tutumunu eleştiren bir metin hazırlayarak, internet üzerinden imzaya açtı. Aralarında Ali Akay, Vasıf Kortun, Beral Madra, Hakan Gürsoytrak‘un da bulunduğu isimler metne destek verdi.  Bu gelişmelerin ardından UPSD, hem Bubi’nin istifası hem de Akçura’nın metniyle ilgili bir açıklamada bulundu. Bubi’nin istifa kararını üzüntüyle karşıladıklarını ifade eden UPSD, tüm dünyada, siparişle gerçekleştirilen işlerde karar merciinin küratör ve kurum olduğu yineledi. UPSD, Akçura’nın metniyle ilgili olarak da “Bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler” ifadelerini kullandı.  Bubi dün istifasını yeni bir metinle yineledi ve “ UPSD iktidarı sınıfta kalmıştır” dedi.

Sansür: Hayal mi hakikat mi?

Özlem Altunok 
Cumhuriyet Gazetesi, 29 Aralık 2011

İstanbul Modern ve Bubi arasında yaşanan ‘sansür’ meselesi ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden, sanat kurumları ve derneklerine uzanan yapısal bir soruna dönüştü

Bir grup sanatçı müzedeki sergiden işlerini çekerken Bubi UPSD’den istifa etti, UPSD ortada bir ‘sansür vakası’ olmadığını açıkladı. İstanbul Modern ise sessizliğini koruyor…

Bubi’nin İstanbul Modern’in müzayede gecesi “Gala Modern” için hazırladığı eserinin müze tarafından geri çevrilmesinin yankıları sürüyor.

Bir tarafta Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği’nin (AICA) açıklamaları, diğer tarafta bu açıklamalara “UPSD’nin ‘Sansürün Koşullu’suna da ‘doğası ticari yaşama uyanı’na da hayır” başlıklı bir başka açıklamayla itiraz eden 100’e yakın sanatçı, öte tarafta Bubi’nin UPSD’nin arkasında durmadığını söyleyerek dernekten istifa etmesi derken… Önceki gün de İstanbul Modern’deki “Hayal ve Hakikat” sergisi kapsamındaki söyleşiye katılan, aynı zamanda sergide eserleri de yer alan bir grup sanatçının müzeden “açıklama” beklentileri boşa çıkınca sergi alanına “sansürü gördük” afişleri asmalarıyla olayların boyutu daha da genişledi. Öyle görünüyor ki sanat dünyasının belli başlı kurum, dernek ve isimleri arasında büyüyen bu tartışma “kurumlaşmanın”, “sansürün”, “şeffaflığın” ne olduğunu sorgulamak için de bir vesile oldu.

Gelelim tartışmaya dair yeni gelişmelere…

“Hayal ve Hakikat” sergisindeki çalışmalarını geri çekme kararı alan Mürüvvet Türkyılmaz, Atılkunst, Ceren Oykut, Neriman Polat, Güneş Terkol ve “Bubi’nin ikircikli sanatçı duruşunu” desteklemediklerini vurgulayarak “Sansüre karşı duruşumuzu ortaya koymak, sansür tartışmalarına yol açan diyaloğu açıklığa kavuşturmak için yaptığımız çağrılara İstanbul Modern tarafından muhatap bulamayışımız nedeniyle sergiden çekilmeye karar veriyoruz” dedi. Konuyla ilgili görüşünü de aldığımız Türkyılmaz, müzedeki söyleşiye hesap sormaya gittiklerini vurgulayarak “Şeffaflık yok ve belli ki kafa karışıklığı yaşıyorlar. Ben sergide çalışması yer alan, ‘içerden’ biri olarak, böyle bir yüzleşmeyi ve işimi çekmeyi uygun gördüm” dedi.

Leyla Gediz ise bir süredir “Sansürün hayal mi yoksa hakikat mi olduğu üzerine” kafa patlattığını belirterek sergiden işlerini çektiğini açıkladı. Gediz açıklamasında “Müzeye protestomuz, tam da vermeye zorlandığımız tavizlerin hesabıdır. Şaibe altında kaldınız, krizi iyi yönetemediniz ve en kötüsü, geç kaldınız” sözlerine yer verdi.

Öte yandan UPSD ve Bubi arasındaki açıklama trafiği dün de devam etti. Bubi istifasından vazgeçmeyeceğini belirterek “gala gecesi için sınırları belirlenmemiş, sanatçıların üreteceklerinde serbest bırakıldığı müze siparişi sonrasında işimin uğradığı sansür karşısında gösterdiği yaklaşımla UPSD iktidarı sınıfta kalmıştır. Sınıfta kalmıştır diyorum çünkü: UPSD, öncelikle üyelerinin haklarını korumak için kurulmuş bir meslek kuruluşudur” sözlerine yer verdi.

UPSD ise “UPSD’nin ‘Sansürün Koşullu’suna da ‘doğası ticari yaşama uyanı’na da hayır!” başlıklı bildiriye imza atanlara yanıt verdi. UPSD’den yapılan açıklamada, “Bubi ve İstanbul Modern arasında cereyan eden tartışmaların medya önünde ‘kanlı-bıçaklı’ hesaplaşmalara dönüştürülmek istenmesi” eleştirilerek “Çalıkoğlu ve İstanbul Modern’e ve bu vesileyle bu konu üstünden UPSD ve AICA’ya çamur sıçratmak isteyenler, bugüne kadar bu hükümetin çok daha net ve açık siyasal/sanatsal medyatik baskı ve sansürlerine ne kadar direnç göstermiş, ne kadar demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuşlardır?” sözlerine yer verildi.

Tüm bu gelişmelere karşın İstanbul Modern ise yaklaşık 20 gün önce yaptığı “İstanbul Modern’in sanatseverlere sunduğu eserler, müzenin sanat uzmanları, küratörleri ve ilgili kurulları tarafından özgürce seçilir. Gala Modern’de yer alacak sanat çalışmalarının seçim kararı İstanbul Modern’e aittir” minvalindeki açıklamanın ardından sessizliğini hâlâ koruyor. Belki de tartışma onları aştığı ve daha derin, yapısal bir soruna işaret ettiği içindir…



29/12/2011

İlk kez eleştirmen örgütleri ve sanatçılar, sansür konusunda ayrı düştü. İstanbul Modern’in Bubi’nin eserini reddetmesini kınayan bir grup sanatçı, eserlerini müzeden çekerken Bubi’yi de ‘ikircikli tutumu’ nedeniyle kınadı

Erman Ata Uncu

İstanbul Modern’in 10 Aralık’taki ‘Gala Modern’ gecesi için sipariş ettiği Bubi’nin ‘Oturak’ adlı işini sergilememe kararı almasından bu yana sansür tartışmaları büyüyerek devam ediyor. Acak bu tartışmanın önemi, Türkiye’de ilk kez sanatçıları, sanat örgütlerini, kurumları ve eleştirmenleri sansürün ne olduğu, ne olmadığı konusunda farklı taraflara sürüklemesi. Bubi’ye ve Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Neriman Polat’ın da aralarında bulunduğu sanatçılara göre ‘bu sansür, değilse ne!’ UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) ve AICA’nın (Uluslararası Eleştirmenler Birliği) Türkiye merkezine göre ‘hoş bir gelişme değil’ ama ‘sansür de değil’ sadece ‘bir anlaşmazlık’. İstanbul Modern’in şef küratörü Levent Çalıkoğlu’na göre durum işin ‘konsept dışı’ bulunmasından ibaret. Bu fikir ayrılığının temelinde ise “bir kurumun kendi sipariş ettiği eseri sergilememe kararı alması sansür mü sayılmalı, yoksa küratörün inisiyatifi kapsamında mı değerlendirilmeli?” sorusu var. 

Bubi’nin, üyesi olduğu UPSD’den istifa gerekçesinde de bu anlaşmazlık yatıyor. Sanatçı, İstanbul Modern’deki olay sonrası UPSD’nin arkasında durmadığını söylemiş ve dernekten istifa ettiğini duyurmuştu. Dernek istifanın ardından yaptığı ikinci bir açıklamayla sanatçının işinin müzayede tarafından reddedilmesinin üzüntü verici olduğunu ama İstanbul Modern’in de sergi adına beklentilerini ve hedeflerini ortaya koyma hakkına sahip olduğunu savundu. AICA da olayı UPSD’yle benzer bir yönden değerlendiriyor. AICA Yönetim Kurulu’nun açıklaması organizasyonun ‘kamuya açık bir sergiden uzak, davet usulü düzenlenen bir müzayede olduğu’ için olayın sansür boyutunda değerlendirilemeyeceği yönünde. Ancak sanatçı Hakan Akçura’nın kaleme aldığı ve hem UPSD’nin hem de AICA’nın aldığı tavrı eleştiren ‘Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!’ başlıklı bildiriye imza atanlar arasında Beral Madra ve Ali Akay gibi AICA’nın kurucu üyelerinin de bulunması durumu daha farklı bir boyuta taşıyor. 

27 Aralık’ta İstanbul Modern’deki ‘Hayal ve Hakikat’ sergisi kapsamındaki söyleşinin, bizzat sergide işleri yer alan bazı kadın sanatçılar öncülüğünde protestoya dönüşmesi, tartışmanın en alevlendiği an oldu. Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Leyla Gediz. Neriman Polat gibi sanatçılar sergi alanına girip kendi işlerinin üzerine ‘sansürü gördük’ yazılı afişler asmıştı. Atıl Kunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol konuyla ilgili yaptıkları açıklamada Bubi’yi de eleştiriyor ve “Bubi Hayon’un ikircikli sanatçı duruşunu desteklemediklerini” söylüyorlar. Yani, tartışma Bubi’yi de aşmış vaziyette. Aynı sanatçılar ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden çekilmeye karar verdiklerini belirttiler. Leyla Gediz de ‘Hayal ve Hakikat’ sergisinden çekildiğini bildirdi. 

Bu emeğe saygısızlık 

Osman Erden (AICA Türkiye Başkanı): Bunun sansür sayılmamasının, olayın bir sergide değil de müzayedede gerçekleşmiş olması gibi nedenleri olabilir. AICA’nın bütün üyeleri, bildiriyle hemfikir değil. Bildirinin altında AICA Yönetim Kurulu’nun imzası var. AICA içinde de tartışmalar oldu, diğer bildiriye imza atan AICA üyeleri de var. O yüzden şahsi görüşüm olarak söyleyeyim, bunun sanatçının emeğine haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ortada İstanbul Modern’in daha profesyonel çalışması gerekliliği söz konusu. Bu tür olaylarda daha önceden karşılıklı mutabakatın olması gerektiği, bunun yazılı belgelere, imzalı belgelere dayanması gerektiğini düşünüyorum. 

Denetimden sanatçı sorumlu 

Ceren Oykut: Müzayede, para kazanmaya odaklı bir iş olduğu için sanatçının işlerini denetleyebileceklerini sanıyorlar. Buna katılmıyorum. Çünkü ortaya bir tasarım ürünü, biblo ya da hediyelik eşya değil de bir sanat eseri çıkıyorsa bunun denetiminden de, kısıtlanmasından da sadece sanatçı sorumludur. Kurum ya da müze herhangi bir denetim yapamaz. Müzayede olması sebep olamaz. 

Küratörün seçmeme hakkı var 

Bedri Baykam (UPSD Başkanı): İstanbul Modern’e yılda kaç iş teklifi geliyordur ya da yılda kaç kişinin işini satın alın tetklifi ya da iması geliyordur. Ve bu kurum bunların ancak kaçını alabiliyordur. Dolayısıyla her noktası seçim olayın. Yani bir küratörün işinizi seçip seçmeme hakkı vardır. Seçildiğinizde nasıl seviniyor, hoşunuza gidiyor, egonuz tatmin oluyorsa reddedildiğinizde de bu olayın bir parçası. Ama mesela Sayın İçişleri Bakanı’nın açıklamaları hükümet sansürü, sanata sansür, üçüncü erkin, devletin müdahalesi tehlikesi. Devletin sanatı terörle eş görmesi tehlikesi, Bubi’ninki kadar konuşulmuyor. Biz Bubi’nin derneği olarak bu yapıtın neden alınmadığını anlamadık, alınmadığına üzüldük. Ama İstanbul Modern’in bunu almama hakkı yoktur, konulan her şeyi sergilemeye mecburdur gibi bir şey de olamaz. 

Yaptıkları sansürün daniskası 

Bubi: Sansür tanımı çok açık: Herhangi bir insan üretiminin ya bir bölümünün ya da tümünün engellenmesi. Öncelikle belirteyim, bu işi yapma teklifi öncelikle İstanbul Modern’den bana geldi. Bu teklifi getirirlerken de hiçbir sınırlama koymadılar, neyi nasıl yapacağıma dair hiçbir istekte bulunmadılar. Zaten böyle bir istekte bulunsalardı ben böyle bir işi yapmayacaktım. Tamamıyla ben ve diğer tüm sanatçılar özgür bırakıldılar. Daha sonra bu işin oturak olduğu için sergilenmesi sakıncalı bulundu. Bu sansür değil de nedir? Buna çeşitli açıklamalar getirmek bana kolay geliyor. Her şeyden önce ben herhangi bir iş yapıp bir müzeye ya da bir galeriye götürmedim. Onların karıştırdıkları noktaların başında bu geliyor. Ben böyle bir şey götürseydim, bunu sergilemek istemiyoruz demek en doğal haklarıydı. Ama onlar bana hiçbir koşul sunmadan benden bir iş üretmemi isteyip çalışma sürecinde beni tamamıyla özgür bıraktılar. Bu sansürün dikalasıdır. 

UPSD’den Günay’a mektup 

Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Başkanı Bedri Baykam, yönetim kurulu adına Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a bir mektup yazarak Resim Heykel Müzesi’nin Tophane Antrepo 5 binasına taşınmasından duydukları kaygıları dile getirdi. Mektupta, Resim ve Heykel Müzesi’nin ana işlevinden kopartılıp, başka kullanımlara açılacağı yönündeki olasılıklardan son derece rahatsız ve üzgün oldukları ifade edildi. Mektupta endişe edilmesi gereken bir diğer konunun da eserlerin güvenliği olduğu ifadelerine yer verildi.



Bubi’nin UPSD bildirisine karşı yaptığı basın açıklaması

28 Aralık 2011 Çarşamba, 9:17

UPSD Yonetim Kuruluna ve Basına, 

Şunu net olarakaçıklamak isterim ki, gala gecesi için sınırları belirlenmemiş, sanatçıların üreteceklerinde serbest bırakıldığı müze siparişi sonrasında işimin uğradığı sansür karşısında gösterdiği yaklaşımla UPSD iktidarı sınıfta kalmıştır. 

Sınıfta kalmıştır diyorum çünkü: 

UPSD, öncelikle üyelerinin haklarını korumak için kurulmuş bir meslek kuruluşudur. Basın açıklamasında ise varoluş nedenini unutup bir gazetede makale yazan bir eleştirmen bir köşe yazarı gibi, Oturağın sakıncalı bulunmasının sansür olmadığını savunabilecek kadar şaşkın bir tavır içine girmiştir. 

Şaşkın bir tavır içine girmiştir diyorum çünkü:

UPSD Yönetim kurulu ve başkanı, derneğin varoluş nedenini unutarak ve birazda safdillik içinde bir mahkeme heyeti imiş gibi olayı yargılayarak müzenin oturağı sergilenmemesinin sansür olmadığını naif bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştır ki bu da benim için yeterince bir ipucu olmuştur. 

İpucu olmuştur diyorum çünkü: 

Baykam yurtdışında iken derneğin ikinci başkanı ile yaptığım müteakip görüşmelerde yönetim kurulunun konuyu bildiğini ve üzüntülü olduklarını en yakın zamanda müzenin sansürünü kınayacak bir açıklama yapacaklarını bildirdiler. Ancak Baykam’ın yurtdışından gelişini beklediklerini söyleyerek basın açıklamasını iki kez ertelediler.

Ancak Baykam yurtdışından gelince her nedense bu konudaki fikirleri tam tersi bir değişiklik gösterdi. Bu değişikliğin sebebi nedir? Bir mahkeme gibi davranan UPSD’nin mahkeme heyeti acaba hangi delillere ulaştı da yönetim kurulunun düşünceleri tam aksi yönde değişti?

Son olarak; UPSD’nin kendini AICA’nın açıklaması ile savunmaya çalışması içine düştüğü durumun vehametini göstermektedir. 

Ayrıca; “Bubi” ismi benim sanatsal çalışmalarımda kullandığım resmi olmayan bir isim. UPSD yaptığı basın açıklamalarında Bubi adımın yanına soyadımı ilave ederek gerçekte olmayan bir isim kullanılmıştır. Bu hatalıdır. Tıpkı Komet’ e kimsenin Komet Coşkun diyemeyeceği gibi. Bu durum kurucusu olduğum derneğin şahsıma karşı yaptığı özensizliği göstermektedir.

Plastik Sanatçılar derneğinden istifa etmememi isteyen “nazik yaklaşımınıza” icabet edemeyeceğimi bildiririm, istifamı bir an evvel yürürlüğe koymanızı arz ederim. 

Saygılarımla.

Bubi





Radikal – 28/12/2011

İstanbul Modern’in sanatçı Bubi’nin eserini geri çevirmesine tepkiler büyüyor. Önceki gün bir açıklama yapıp müzeyi ‘sansürcü’ olmakla suçlayan sanatçılardan bir grup, protestolarını dün müzenin içinde sürdürdü. ‘Hayal ve Hakikat’ sergisi kapsamında düzenlenen söyleşi dizisinin dünkü oturumu her zamankinden daha kalabalıktı. Konuşmacılardan Mürüvet Türkyılmaz, konuşmasına sergi hakkında değil, Bubi’nin müzenin tutumuyla ilgili konuşmak istediğini söyleyerek başladı. Salonu dolduran sanatçılar ve eleştirmenler Bubi’nin eseri konusunda İstanbul Modern’in tutumunu tartışmaya başladı. Oturum kısa sürede bir protestoya dönüştü. Müzenin tutumunu ‘sansür’ olarak görmeyen Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA’yı da kınayan sanatçılara karşı eleştirmenler kendilerini savundu. 

Sanatçılar müze küratörü Levent Çalıkoğlu’nun gelip bir açıklama yapmasını da istedi. Daha sonra sergi alanına giren Mürüvvet Türkyılmaz, Neriman Polat, Leyla Gediz, Ceren Oykut gibi bir çok kadın sanatçı, bizzat kendi eserlerinin de asılı olduğu salona ‘İstanbul Modern sansürcüdür’ yazılı afişler astı. Protestoya katılan sanatçılardan Neriman Polat, İstanbul Modern’den bir özür talebinde bulunduklarını ve bu müdahalenin sansür olduğunu söyledi. Polat, “Bu toplantıda İstanbul Modern’in yöneticilerini göremedik. Biz oradaydık ama onlar yoktu. Bu, olayı daha da sansür boyutuna getiriyor” dedi. 

İstanbul Modern, Gala Modern gecesi için Bubi’ye sipariş ettiği eseri koleksiyonerlere sunmama kararı almış, sanatçının iddiasına göre işin sergilenebilmesi için oturağın lazımlığa benzeyen bölümünün kaldırılması ya da üzerinin örtülmesi gibi şartlar getirmişti. Daha sonra bu olayda arkasında durmadığını düşündüğü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin (UPSD) Türkiye Merkezi’ndeki üyeliğinden istifa eden Bubi’ye, Hakan Akçura’nın kaleme aldığı ‘Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!’ başlıklı bir bildiriyle destek verilmişti. Bu bildiri aralarında Ali Akay, Burak Arıkan, Bahadır Baruter, Hüsnü Dokak, Övül Durmuşoğlu, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, Beral Madra’nın da bulunduğu sanat dünyasının önde gelen isimleri tarafından imzalanmıştı.





28/12/2011 . E-Skop

İstanbul Modern’in sanatçı Bubi Hayon’un eserini geri çevirmesi üzerine cereyan eden tartışmalar, müzede düzenlenen “Hayal ve Hakikat” sergisinden işlerini çektiklerini açıklayan sanatçılarla birlikte derinleşip yeni boyutlar kazanıyor. 27 Aralık günü İstanbul Modern’de “Hayal ve Hakikat” sergisiyle ilgili bir söyleşi sırasında, “sansür”le ilgili sorularına cevap bulamayan bazı sanatçılar müzedeki sergiden işlerini çekmeye karar verdiler ve söyleşinin ardından üzerinde “Sansürü Gördük” yazılı pankartlar astılar. Aynı toplantıda, İnsel İnal, kâğıttan uçak biçimi verilmiş “Müze Karşıtı Bildiri”sini dağıttı. Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği de, Hakan Akçura öncülüğünde İstanbul Modern’e karşı başlatılan imza kampanyasına cevap verdiği bir basın açıklaması yaptı.

“Hayal ve Hakikat” sergisinden Çekilen Sanatçıların Basın Duyurusu 

27 Aralık 2011 tarihinde İstanbul Modern’de gerçekleşen konuşma sonrasında Biz (AtılKunst, Mürüvvet Türkyılmaz, Ceren Oykut, Gözde İlkin ve Güneş Terkol, İnci Furni, Neriman Polat) “Hayal ve Hakikat” sergisinde yer alan işlerimizi sergiden çekme kararı aldık.

Tarafların (Sanatçı Bubi Hayon ve İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu) ortaya attığı SANSÜR tartışmasında biz yukarıda adı geçen sanatçılar olarak;

– Bubi Hayon’un ikircikli sanatçı duruşunu desteklemediğimizi açıklıyoruz.
– Sansüre karşı duruşumuzu ortaya koymak için “Hayal ve Hakikat” sergisinden çekilmeye karar veriyoruz.
– Yine yukarıda sözü geçen sansür tartışmalarına yol açan diyaloğu açıklığa kavuşturmak için yaptığımız çağrılara İstanbul Modern tarafından muhatap bulamayışımız nedeniyle “Hayal ve Hakikat” sergisinden çekilmeye karar veriyoruz.

İstanbul Modern’deki Toplantıda Atılan Kâğıttan Uçak Biçimindeki Bildiri

Müze politiktir. Müze kurandır. Müze ideolojidir. Müze turistiktir. Müze sermayedir. Müze eksiktir. Müze temsildir. Müze fazladır. Müze bazılarınındır. Müze bozulması gerekendir. Müze hiçbir şeydir. Müze oyundur. Müze kurumdur. Müze oynayandır. Müze sahip olandır. Müze manipülasyondur. Müze devlettir. Müze her şeye rağmendir. Müze kurgudur. Müze kutsaldır. Müze güçtür. Müze susulan yerdir. Müze merkezdir. Müze ayrıştırandır. Müze esastır. Müze kamusal alandır. Müze gerçektir. Müze bilettir. Müze sansürdür. Müze kurnazdır. Müze babadır. Müze görünür kılandır. Müze labirenttir. Müze göstermeyendir. Müze görünendir. Müze işverendir. Müze eleştirilendir. Müze işvelidir. Müze tarihi yazandır. Müze çatıdır. Müze beyazdır. Müze sevilendir. Müze sahtedir. Müze güvenliktir. Müze morgdur. Müze tehdittir. Müze düzendir. Müze sağırdır. Müze dizendir.                      Müze kenttir. Müze kuraldır. Müze arayandır. Müze tahrik edendir. Müze şarttır. Müze prestijdir.                      Müze konuşulandır. Müze klişedir. Müze çağırandır. Müze ‘cafe’dir. Müze erotiktir. Müze hediyelik eşyadır. Müze kapalıdır. Müze resmi ideolojidir. Müze hijyendir. Müze mozoledir. Müze parfümdür

UPSD’nin “Sansürün ‘Koşullu’suna da ‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da Hayır!” Başlıklı Bildiriye Yanıtı

UPSD, Bubi Hayon ve İstanbul Modern arasında cereyan eden tartışmaların medya önünde ‘kanlı-bıçaklı’ hesaplaşmalara dönüştürülmek istenmesini hayretle izlemektedir. UPSD ve AICA’nın, tesadüfen aynı gün kamuoyuyla paylaşılan ve birbirine paralel ve destekleyici görüşlerinin yer aldığı bildiriler konuyu zaten net olarak ortaya koymaktadır.

A- Yukarıda belirtilen başlığı taşıyan ve başta İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu’nu eleştiren metne, bazı küratörler, sanatçılar ve öğrenciler imza atmıştır.
UPSD olarak, bu veriler ışığında, bazı ikazlarımızı toplumla paylaşmak isteriz.
1- Öncelikle, özensiz bir üslupla kaleme alınan metin, maalesef UPSD ve AICA hakkında yakışıksız ve gerçekle ilgisi olmayan bazı deyimler kullanmıştır. 

B- ‘Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi’nin ve UNESCO-AIAP Türkiye Ulusal Komitesi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin ve görüldüğü kadarıyla sessizliği ve tavırsızlığı seçen birçok sanatçının, siyasal ve yönetsel iktidarın, koleksiyonerliğe merak sardığı bilinen muhafazakâr kesimlerin “duyarlılıklarını” tehdit olarak görüp eserlere müdahale eden piyasa aktörlerinin davranışlarına, “ticaretin doğası” deyip geçtiğini gözlemliyoruz.’ şeklinde kullanılan cümleler, çok havada kalmıştır. UPSD kadar ‘siyasal ve yönetsel iktidar’la, Türkiye’yi saran faşizm, şeriatçılık ve sansürle mücadele eden başka bir kurum yoktur. 

Ayrıca UPSD (ve AICA), bu konuyu kesinlikle ‘Ticaretin doğası’ olarak analiz etmemiştir. Küratörlü, seçimli gerçekleştirilen iş, sergi ve organizasyonların kaçınılmaz olası sonuçlarından biri olarak görmüştür. Bunlar çok farklı analizlerdir ve bu yakışıksız sözleri sahiplerine iade ediyoruz.

2- Bu olayı bir ‘fırsatçılığa’ dönüştürerek abartılı kahramanlıklara soyunanlar, bir kurumla olan kişisel hesaplaşmalarını bu vesileyle ortalığa dökmek isteyenler, kimi kurumlarda sıfat ve söz sahibi olmak isteyip de olamayanlar, o kurumlara kabul edilmeyenler, medyatik ortamda bu şekilde ‘günün yıldızı’ olabilirler. Ancak sanat ortamı, çok daha uzun soluklu mantıklı ve zaman sorgulamasının ‘çapraz testlerinden’ geçmiş çizgileri hatırlar. 

3- Sanatta özgürlük ve demokrasi istediklerini ve sansüre karşı çıktıklarını ifade edenler, burada çifte bir çelişkiye düşmüşlerdir. 

– Bu olayın, İstanbul Modern nezdinde bir “Levent Çalıkoğlu’nun kellesini” talep etme yarışına dönüşmesi, çok yakışıksız yöntemleri hatırlatmaktadır. Çeşitli gazetecileri, çalıştıkları yayın organlarından attıran baskı ve karalama yöntemlerini anımsatan bu kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Sansürle mücadele ettiğini söylerken, bir küratörü kararı beğenilmediği için görevinden etmeye kalkışmak ne kadar kabul edilebilir ‘bir demokratik’ (!) tavırdır, bunu anlamak mümkün değildir.

– Çalıkoğlu ve İstanbul Modern’e ve bu vesileyle bu konu üstünden UPSD ve AICA’ya çamur sıçratmak isteyenler, bugüne kadar bu hükümetin çok daha net ve açık siyasal/sanatsal medyatik baskı ve sansürlerine ne kadar direnç göstermiş, ne kadar demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuşlardır? Fazla uzağa gitmeden, örneğin 2011’de çeşitli trajik olaylardan sonra yıkılan Mehmet Aksoy’un ‘İnsanlık Anıtı’ için düzenlenen basın toplantıları, miting, panel, yürüyüş ve Kars’a seyahat etkinliklerine ne kadar katılmışlardır? Ne yazık ki, bizim görebildiğimiz kadar, bu çok önemli sorunun yanıtı, söz konusu metnin imza sahipleri açısından, pek iç açıcı değildir.

– Konunun ‘sansür’ üstünden abartılı medyatik pompalamalarla topluma sunuluşuna eşlik eden imzaları arasında, bazı küratörlerin de adı geçmektedir. Olayı daha fazla büyütmeden sanırız örnek bir uygulamayı hatırlatmak, tartışmak konuyu kapamak adına yararlı olabilir: 

Mesela metne imza atanlar arasında Sn Vasıf Kortun, sanatçı Bedri Baykam’ın 2002 yılında Paris ve Buenos Aires Bienali’nde sergilenen ‘Harem Entrikaları’ adlı 10 metrelik enstalasyonunu Garanti Güncel Platform’da sergilenmesi konusunda işi görüp, onayladıktan bir süre sonra, sanatçı ‘tarih’ verilmesini beklerken, bu işi sergilemekten vazgeçtiğini kendisine iletmiştir. Şimdi Kortun’un bu seçimine illa ‘sansür’ olarak mı bakmak lazımdır? Yoksa bir küratörün öznel kararı olarak mı? Sanatçının bu karardan mutlu olmadığı açıktır. Ama bu karara ‘sansür’ diye tepki verip, olay çıkarmak mantıklı ve doğru olmazdı ve böyle bir polemik de, (serginin özel dikkat çeken ve sansürü çağrıştırabilecek konusuna rağmen), Kortun’la yaşanmamıştır. Peki Sn Kortun, kendi uygulama ve seçimlerini küratörlük alanı içinde doğal olarak yaparken, buraya imzasını, nereye attığını bilerek mi koymuştur?

– Buna benzer birçok örnek verilebilir. Mesela kontrol ettikleri mekânlara hep aynı, kendilerine ‘çok yakın’ isimleri davet eden küratörler gibi…

Küratörlerin sanat ortamındaki yoğun gücüne tepki verilebilir, ki bu verilmiştir. Kararlar eleştirilebilir ki eleştirilmiştir. Bir sanatçı kariyerini küratörsüz’ geçirebilir. Hatta müzelerden bunu talep edebilir, bu kendi özgürlüğüdür. Ancak küratörlü alana, sergiye, davete adım atan bir sanatçının, ardından bu seçime ‘sansür’ diye isyan etmesinin anlamı yoktur. Seçildiğinde sevinen sanatçı, red edildiğinde doğal olarak üzülür. Ama kimse bu alan içinde küratör ve/veya kurumunu istemediği bir işi zorla sergilemeye, sunmaya mecbur edemez.

– UPSD olarak, belirli yanlış yönlendirmeler eşliğinde geliyor olsa da, Türk sanat ortamında çeşitli kesimlerden insanların ‘sansür’ kavramına karşı dik duruşlarından mutluluk duyar. Ancak bunun bir fırsatçılığa, kelle avcılığına, hesaplaşmaya ve sanat dünyasının gerçeklerini birden yapay şekilde inkâr etmeye varan bir zemin kaymasına neden olmasını da kabul edemez. 

4- Bu vesileyle UPSD, madem öyle isteniyor, daha da güncel bir konudan hareket ederek imza sahiplerine sormaktadır: İstanbul Modern ve Levent Çalıkoğlu olayında gösterdiğiniz ‘ekip ruhu’ ve çalışkanlığı (!) dün Sayın İçişleri Bakanı’nın verdiği demece karşı çıkarken de gösterebilecek misiniz? Bildiğiniz gibi, İçişleri Bakanı dün medyaya yansıyan demecinde ‘terör’ kavramını, artık haberciliğin ötesinde sanat ve edebiyata da taşıyarak şunu söylemiştir:

Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.

– UPSD, doğal olarak bu tavrı kabul edemez ve gereken mücadeleyi ‘siyasal ve yönetsel iktidara karşı’ yine başlatmıştır. Umarız bu sefer, adı geçen imza sahipleri ki sayıları az olsa da onları önemsiyoruz, bir küratöre düşünce insanına karşı kampanya yürütmeye kalkışırlarkenki cesaretlerini, bu defa ‘siyasal ve yönetsel iktidarı’ eleştirirken de kullanabileceklerdir. Yoksa çelişkiden de öte acıklı bir zaafları ortaya çıkmış olur. UPSD olarak, onları suni şişirilmiş polemikler yerine, ağır, zor ve taşlı dikenli demokrasi yolunda saflarımızda mücadeleye davet ediyoruz. Bu dayanışmaya her zamankinden daha çok gerek vardır.





Bubi ve İstanbul Modern arasında yaşanan “sansür” meselesine sanatçılardan tepki geldi.

27.12.2011 / Kültür Servisi

Cumhuriyet- Heykeltıraş, ressam Bubi Hayon’un geçen haftalarda İstanbul Modern’de satışa sunulmak üzere yapmış olduğu “Oturak” adlı işinin koleksiyonerlere sunulmasının sakıncalı bulunarak engellenmesi üzerine başlayan ‘sanatta sansür’ tartışmaları yeni bir boyut kazandı.
Dün, önce Bubi yaşanan polemiklerin derneği zor durumda bırakması nedeniyle Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nden (UPSD) istifa ettiğini açıkladı. Ardından, ressam ve yazar Hakan Akçura, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye Şubesi’nin ve UPSD’nin yapmış olduğu iki açıklamada birbirine çok benzer yorumlarına katılmayan sanat ve kültür insanları adına yazılı bir açıklama yaptı.

Açıklamada Bubi ve yapıtı “Oturak” ile İstanbul Modern arasındaki sorunun zemini ne olursa olsun, kurumun ve şef küratörü Levent Çalıkoğlu’nun, verili haliyle yapıtı kabul etmeme gerekçesini, açık, kaba, koşullu bir sansür olarak gördükleri belirtildi.

Açıklamada, sessizliği ve tavırsızlığı seçen birçok sanatçının siyasal ve yönetsel iktidarın, koleksiyonerliğe merak sardığı bilinen muhafazakâr kesimlerin “duyarlılıklarını” tehdit olarak görüp eserlere müdahale eden piyasa aktörlerinin davranışlarına, “ticaretin doğası” deyip geçildiğinin gözlemlendiği belirtildi. Ayrıca, “Bugüne kadar geçen tüm süreci Bubi’nin ‘sanatsal varoluşu, etkinliği, eylemi, üretimi’ olarak görüyor, eminiz ki her gün ‘değeri’ artacak olan ‘Oturak’ı Türkiye sanat ortamında belki de farkındalığı çok gerekli olan bir durumun altını çizdiği için alkışlıyor, özrünü dilemeden ve ‘verili niteliğini değiştirmeden’ aynı ‘Oturak’ı belki de bir başka gün aynı ya da farklı bir şef küratörle sergileyebilecek bir İstanbul Modern’de artık hiçbir sanatsal düzlemde yer almak istemediğimizi açıklıyoruz” denildi.

Açıklamaya imzasını atan 100’e yakın isim arasında ise Ali Akay, Rüçhan Şahinoğlu Altınel, Fırat Arapoğlu, Burak Arıkan, Laleper Aytek, Bahadır Baruter, Murat Başol, Erim Bayrı, Lütfiye Bozdağ, Burak Delier, Özgür Demirci, Cansu Demiröz, Pelin Derviş, Fulya Erdemci, Murat Ertel, Genco Gülan, Ali Gürevin, Ayşe Gülay Hakyemez, Hakan Gürsoytrak, Deniz Ilgaz, Vasıf Kortun, Erden Kosova, Seyit Battal Kurt, Mahmut Wenda Koyuncu, Raziye Kubat, Beral Madra, İrfan Okan, Bager Oğuz Oktay, Alev Oskay, Yeliz Oskay, Suat Öğüt, Ferhat Özgür, İz Öztat, Yavuz Parlar, Tayfun Polat, Lebriz Rona, Necla Rüzgar, Ahmet A. Sabancı, Menekşe Samancı, Esra Sarıgedik, Başak Şenova, Orhan Taylan, Elif Gül Tirben, Tuğba Turan, Yeşim Ustaoğlu ve Adnan Yıldız da yer alıyor.






Sanat dünyası Bubi’nin arkasında


27/12/2011

Son olarak “İstanbul Modern’in ‘Oturak’ adlı eserine sansür uygulamaya çalıştığı” iddialarıyla gündeme gelen sanatçı Bubi, bu olayda arkasında durmadığını düşündüğü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) Türkiye Merkezi’ndeki üyeliğinden istifa etti. Bubi yaptığı basın açıklamasında, espirili bir dil kullanarak UPSD’yi ve başkanı Bedri Baykam’ı daha fazla zor durumda bırakmamak için istifa ettiğini belirtti. 


Bu arada sanat dünyasının önde gelen isimleri, sanatçı Hakan Akçura’nın kaleme aldığı “Sansürün koşullusuna da, doğası ticari yaşama uyanına da hayır!” başlıklı bir bildiriye imza atarak hem İstanbul Modern’i hem UPSD ve Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) hem de olay karşısında sessiz kalan sanatçıları kınadı. Bildiriye imza atanlar arasında Ali Akay, Hakan Akçura, Burak Arıkan, Bahadır Baruter, Burak Delier, Hüsnü Dokak, Övül Durmuşoğlu, Fulya Erdemci, Deniz Gül, Genco Gülan, Hakan Gürsoytrak, Vasıf Kortun, Beral Madra, İrfan Okan, Ferhat Özgür, Necla Rüzgar, Başak Şenova, Orhan Taylan, Yeşim Ustaoğlu, Adnan Yıldız gibi isimler yer aldı. 


Bubi, İstanbul Modern’in müzeye gelir amacılı düzenlenen Gala Gecesi’nde satışa sunulmak için sipariş üzerine yaptığı ‘Oturak’ adlı eserin müze tarafından sansürlenerek satışa sunulmak istendiğini açıklamıştı.