"İsveç’te olmak, göçmen olmak, sanatçı olmak"

Adalar Müzesi’nde 2013 Aralık ayına kadar sürecek “Göç Bağlantıları Sergisi” kapsamında, 30 Haziran 2013 tarihinde Adaevi’nde yaptığım sanatçı sunumunun tam kaydını sizlerle paylaşacağımı iletmiştim. Nihayet bunu yapabiliyorum.


Altta iki ayrı kameranın kaydıyla tüm sunumum yeralıyor. 

İlki benim kameramdan ve yerleştirirken düşüncesizlik edip ne yazık ki projektör fanının sesini de sesime katmışım. Yine de videonun sesini biraz açarsanız, duyma sorunu yaşamazsınız.


İkincisi Harikalar Kutusu’ndan Banu Barmak’ın kaydı. Onda da ses çok geride kalmış ama benimkinde görünmeyen projeksiyon perdesini bu kayıtta izleyebiliyorsunuz. Sonuçta seçim sizin…


İsveç’e göçtükten sonra, yani sekiz yılı aşkın bir süredir İstanbul’da yaptığım ilk toplu etkinlikti bu. Göçmen kültür emekçisi kimliğiyle yüzümü kimileyin anavatanıma, kimileyin yeni şehrime ve ülkeme, kimileyin de dünyanın değişik coğrafyalarına ya da geçmiş zamana dönerek yaptığım, ettiğim, yaşantıladığım hemen her şeyi, genel hatlarıyla taşıdığımı düşündüğüm bir sunum… 


Sunumumun akışını da zaten bu blogumun zamandizimi belirledi. Değindiğim her işimin kesintisiz kayıtlarını, arkaplan öykülerini ve yankılarını bu blogun arşivinde bulabilirsiniz. Sağ yukardaki “blog içinde ara” yazan yere aradığınız işimin ismini yazmanız yeterli.

(Fotograflar: Bülent Özden / Harikalar Kutusu )

Konuklarıma, beni bir hafta Büyükada’da ağırlayan, sunumun duyurusu, belgelenmesi, konuklarımın hoşnutluğu için uğraşan tüm Adalar Müzesi ile Adaevi yönetici ve çalışanlarına, Harikalar Kutusu’na çok teşekkür ederim. 

Sunumuma dair yazacağınız her türlü yorumunuz beni sevindirir.

Kayıt 1


Kayıt 2

Reklam

Göç Bağlantıları Sergisi Projesi’nin açılışından… / From the opening of Migration Connections Exhibition Project

Yenileme (30.12.2012): Bu kez fotolar sevgili Eda Yiğit’ten. Sağolsun…

 


Sağolsun o karda kışta Gökhan gitmiş de, açılış fotograflarını çekmiş…
Son iki fotografta sorunlu görünen o ekranda “İsveç Göçmen Dairesi’ne Mektup”un daha sonraları sorunsuzca gösterilebildiğini sanıyor, umuyorum.
Sergi hakkında geniş bilgiyi geçen hafta yazmıştım.


Fotograflar: Gökhan Akçura

Bugün açılan Göç Bağlantıları Sergisi Projesi’nde üç eski işim yeralıyor


“İstanbul’un ilk kent müzesi” unvanına sahip olan Adalar Müzesi, 2011’in Ekim ayında başlattığı Türkiye’de Kent Müzeciliği adlı Avrupa Birliği destekli projesinin kapanış etkinliği olarak Göç Bağlantıları adlı bir sergi düzenliyor. Farklı sanatçıların, akademisyenlerin, araştırmacıların ve müzelerin çalışmalarını Adalar Müzesi çalışmalarıyla birlikte sunan serginin küratörlüğünü Müze küratörü Deniz Koç yapıyor. Adalar Müzesi Büyükada Aya Nikola Hangar binalarında açılışı bugün yapılacak sergi 1 yıl açık kalacak. 
Uluslararası Müzeler Konseyi ICOM üyesi Adalar Müzesi, Türkiye’de çağdaş anlamda kent müzelerinin geliştirilmesi amacıyla Avrupa Birliği Kültürlerarası Diyalog Müzeler Programı’na sunduğu “Türkiye’de Kent Müzeciliği” adlı proje kapsamında “Göç Bağlantıları” sergisini düzenliyor. 
Hazırlıkları 2011 yılında başlayan, küratörlüğünü Deniz Koç’un yaptığı sergide, kentler arası yer değiştirme, insan hikâyeleri, yeni yaşam deneyimleri, paylaşım, yalnızlık, sevme ve sevilme bağlantıları, gidenlerin ve gelenlerin gözünden sunuluyor. 
Avrupa’dan “Göç Esintileri” 
Serginin Avrupa deneyimleri bölümü olan “Göç Esintileri”, aşağıda ayrıntılarıyla tanıttığım üç eşimle beni konuk ediyor. 2013 yılı Haziran ayında sergi kapsamında İstanbul’a gelecek ve sergilenen işlerim ve genel olarak yaratımım üzerine bir tanıtıcı etkinlikte yeralacağım.
Aynı bölümde yer alan proje destekçilerinden Kreuzberg Müzesi, Berlin’e Göçün 300 yılını interaktif video ve arşiv çalışmalarıyla özetlerken, proje ortağı Xanthi Folklor Müzesi ise, “Xanthi’den” başlığı ile sergiye katılıyor. 
Sergi, hazırlıkları öncesinde Adalar Müzesi çalışanları Stockholm Nacka Kommun işbirliği ile HAMN Müzesi’nin organize ettiği müzecilik atölye çalışmalarına katıldı. İsveç ziyareti sırasında gerçekleştirdikleri İsveç’te yaşayan Türklerle yapılan Sözlü Tarih görüşmelerinden elde edilen filmler de sergide görülebilir.
İçimizdeki göç
Avrupa bağlantılarının yanı sıra Türkiye’den Adalar’a göçün iç bağlantıları da serginin ilgi çekici bir diğer bölümünü oluşturuyor. Proje kapsamında Maltepe Üniversitesi’nden Prof. Belma Akşit ve Prof. Bahattin Akşit ile öğrencileri tarafından yürütülen araştırma ve belgeleme çalışmaları, ilginç grafikler, haritalar ve video performanslar eşliğinde sunuluyor. 
Aynı bölümde Tarih Vakfı’nın fotoğraf ve belge arşivlerinden Adalar Müzesi ile paylaştığı görseller yer alırken, Adalar Müzesi’nin iki yıl önce Kültür Üniversitesi desteğiyle gerçekleştirdiği “Adalı Esnaflar” belgeleme videolarından hazırlanan klipler de izlenebilecek. 

Sergilenen işlerim:

İsveç Göçmen Dairesi’ne açık mektup (Öppet brev till Migrationsverket)

Hakan Akçura 
videoperformans, 2006, 51 dk.


Sanatçının ikinci kez oturma ve çalışma izni almak için başvurduğu 2006 yılında, İsveç Göçmen Bürosu’nun çağrısını aylarca bekledikten sonra yaptığı ve kaydettiği tek taraflı görüşme kaydı. Akçura, videoperformansın kaydını Göçmen Bürosu’na yolladığı gün içeriğini kamuya da açıklıyor ve diğer binlerce göçmenle paylaştığı bu sorunu medyaya taşıyor. Sanatçı, videoperformansında Göçmen Bürosu’nun soracağını bildiği soruları cevaplamakla kalmayıp, onların asla sormayacağı soruların cevaplarını da vermek, bir yeni göçmenin İsveç’e dair ilk yılının tanıklıklarını, düşüncelerini paylaşmak derdinde.

Medyada yansımaları:


Asansörler, Asansörler!
Hakan Akçura
iki bölümlü fotoğrafik düzenleme, 2007

Göçmen sanatçının bir gazete dağıtıcısı olarak asansör aynalarından yansıyan portresi.



Medyada yansımaları:

“Günaydın”
Hakan Akçura
 
videoperformans, 2007, iki ekranlı video düzenleme, 8 + 78 dakika

Sanatçının İsveç’e göçtüğü ve geçinmek için sadece üç kuruşa göçmenlerin çalıştırıldığı kimi işleri bulabildiği yıllarda yaptığı bir video-performans. İş, günlük bedava gazeteleri metro ve tren istasyonlarında inen, binen yolculara dağıtmak. Karar verdiği ve uyguladığı basit sunum tekniğinin nedenlerini bize bir “Epilog”la anlatan Akçura, gazeteleri yüzyüze, gözgöze “Günaydın” diyerek dağıtmanın, basit ama etkin bir iletişimin, verili toplumun davranış kodlarını ortaya çıkaran bir niteliği olabileceğini gösteriyor.

Medyada yansımaları:

Haber portalı Habertürk H2, Ekim 2007’de Stockholm Tegen 2’de açılan “Ben, sahibimin köpeği” sergisi   ve bu sergide ilk kez sergilenen “Günaydın”a dair bir söyleşi yayınlamıştı. O söyleşinin ilgili bölümlerini yeniden yayınlıyorum:

İSVEÇ’DE IRKÇILIK KARŞITI BİR TÜRK 

Necati Yıldırım / H2

İsveç’te yaşayan güncel sanatçımız Hakan Akçura Avrupa tarzı ırkçılığa eleştirel bir bakış atan “Ben, sahibimin köpeği” adlı sergiye katılıyor. Perşembe günü açılacak sergide Akçura İsveç özelinde Avrupa’da ırkçılığın artık müslümanlar ve diğerleri olarak alt kategorilere ayrıldığını belirtirken sergide “Günaydın” adlı eseriyle yeralıyor. 

Serginin adı neden “Ben, sahibimin köpeği”?

Sergi fikri, mekanın sahipleri, çok değer verdiğim sanatçılar olan ve biri sergiye de katılan Dror ve Gunilla Sköld Feiler çiftiyle, çok kısa sürede ama çok yoğun akan bir tartışmanın sonucunda ortaya çıktı. Biliyorsunuz, Lars Vilks isimli isveçli bir sanatçı, bir “meydan köpeği heykeli” önerisi olarak Muhammed’in suretini içeren bir çizim yaptı. Bu çizimi yolladığı sergi sergilemeyi reddetse de, yerel bir gazete yayınladı ve kıyamet koptu. El Kaide sanatçının başına ödül koydu, sanatçı koruma altına alındı ve İsveç’teki tüm basın yayın organları, olayı ve genel olarak “özgürlük” kavramını yoğun bir biçimde tartışmaya başladı.

Ne demek “meydan köpeği heykeli”?

İsveç’te son senelerde bir şehir sanatı olarak kimi meydanlara, değişik niteliklerde köpek heykelleri tasarlanıp uygulanıyor. Ama müslümanların mundar bulduğu “köpek kavramı” ile çizilmesi bir tabu olan peygamberlerinin, üstelik çirkin ve önyargılı bir suretini birleştiren bir tasarım, bu yaygın, hoş meydan heykelciliğine masum bir öneri daha eklemek demek değildi ve sözkonusu sanatçı bunu en başından beri çok iyi biliyordu.

Sergiye dönersek, başlığında yeralan “köpek” kelimesi bu gelişmelerle mi ilintili?

Hem hayır, hem evet… Şöyle ki, biz bu tartışmaları yeni bir zemine yükseltip, aslında bizce tartışılası olan şeyleri gündeme getirmek istiyorduk ve Dror’un elinde bir Orhan Pamuk metni vardı: “Benim adım kırmızı”dan köpeğin dillendiği bölüm. Bu bölüm, sergi boyunca bir duvarda akacak zaten.

Aynı günlerde İsveç’in en büyük günlük gazetesi Dagens Nyheter’de bir çokkültürlülük araştırması nedeniyle yazılan bir başyorumda şu kendi içinde çelişen iki cümle yayınlandı: “Göçmenlere karşı İsveçli yaklaşımı karşıtlıkları içerse de, temelde hoşgörü ve önyargısızlığa dayanıyor. Buna karşılık müslümanlara karşı varolan potansiyel düşmanlığın boyutu ise kaygı verici.” Hangi hoşgörü ve hangi önyargısızlığı tartışacağız? Artık, göçmenler ve göçmen Müslümanlar diye ayrı iki kategoriden mi sözedeceğiz? Varolan önyargılar ne? Ezberler bozulabilir mi? Tartıştık…

Sonuçta ortaya çıkan sergi, tanıtım metnimizden alacağım cümlelerle, “abartılı kibrimize ve doğudan da batıdan da gelsek, yahudi ya da arap, isveçli ya da göçmen de olsak sahip olmadığımızı sandığımız kendi önyargılarımıza da meydan okuyor.”

Sergimiz şu soruların sorulmasına vesile olmayı umuyor: “Güncel sanat keyif vermenin, bazılarının mal ve statüsünü yükseltmenin ve/veya bir sürüleri için de boş bir provokatif jest olmanın ötesine geçebilir mi? Sanat, çok sayıda insanın haberdar olduğu kamuya açık tartışmalarda da gerçek bir rol oynayabilir mi?”

Nasıl bir işle katılıyorsunuz sergiye?

1.5 saate yakın süren uzun bir videoperformansla… Adı isveççe “Godmorgon”, yani “Günaydın”. Sabit kamerayla, günlük bedava bir gazeteyi, herkese “Günaydın” diyerek dağıtırken beni belgeleyen bir çekim.

Nasıl ortaya çıktığına ve ne içerdiğine gelince, aslında sayfalarınızda yer vereceğinizi söylediğiniz ve videoperformansın ilk 8 dakikalık “Epilog” bölümünde, siz beni sözettiğim gazete dağıtımına çıkmadan önce, evimin mutfağında ilk sigaramı içerken yapıyorum bu açıklamaları.

Peki bize biraz sizi bu sergiye taşıyan süreçten bahseder misiniz?

Uzundur iş arayan ama bulamayan bir göçmenim İsveç’te. Yüzlerce işe başvurdum. Sanat yönetmeni, grafik tasarımcı, sayfa tasarımcısı, medya teknikeri olarak… 20 yılı aşkın bir iş kariyerim var bu alanlarda. Ama göçmenim. İş bulmak bir yana, görüşmeye bile çağrılmadım. O zaman genellikle göçmenlerin yaptığı, beden emeği yoğun, parası az olan işlere de başvurmaya başladım.
Sonunda buldum ve yaz aylarında gazete dağıttım bir ay, metro, banliyö istasyonu kapılarının önlerinde.

Sabah beşte kalkıp yola düşmem gerekiyordu bir güneyine, bir kuzeyine doğru Stockholm’un…

Gazete dağıtırken bizlere söylememiz gerektiği söylenen iki cümle vardı. İsveç’te biraz daha sık ve geniş bir kullanımı olan bir tür “buyrun” ya da “bugünün şu ya da bu isimli gazetesi”. Daha ilk gün, bu kadar pasif bir seslenişle değil de, onların çok şaşırdıkları basit bir kelimeyle dağıtmaya karar verdim gazeteleri: “Günaydın”.

Gördüm ki, orta sınıf hiçbir isveçli, hatta isveçlileşen göçmen, sabahın köründe, onlardan hiçbir şey talep etmeyen, hatta isterlerse üzerine bir gazeteyi bedava verecek olan, gözlerinin dibine gülerek bakan, orta yaşı geçmiş, göçmen mi, değil mi anlaşılmayan, ama belli ki göçmen işi yapan bir adama hazırlıklı ve donanımlı değildi. Çoğu seviniyor, renk değiştiriyor, cevap veriyor ve gazeteyi ister istemez alıyor, ardından neden yaptığını pek anlayamayarak beni, yani arkadan gelene de aynı sıcaklıkla “günaydın” dediğim halimi izleyerek metroya giriyordu.

Hasbelkader aynı yerde ikinci kez yine benim gazete dağıttığımı görürse, ertesi ya da bir sonraki gün, sıraya giriyor, donanımlı “günaydın”ı ile karşılıyordu beni. Ödülünü elimden alıp gidiyordu. Gelen, bir önceki gün, olanca sevimsizliği ile yüzüme bile bakmaz, gazeteyi almaz, yanımdan geçerken, ona ve arkasından gelenlere yönelik “günaydın”ımı fark edip, garipseyerek geçen bir başkasıysa, bu kez beni izleyerek ama daha yavaş yaklaşıyordu kapıya.

O başkalarını genellikle hatırlıyordum. Bakıyor, gülümsüyor ama “saygım bir yana, gazete almayacağını biliyorum” dediğim bir beden diliyle diğerlerine dönüyordum elimdeki gazeteyi uzatmak ve “günaydın” demek için.

Bu tanınma, hiç bekledikleri bir şey değildi. Bir diğerinden ayrılabilecekleri, fark edilebilecek bir özellikleri mi vardı! O fark neydi? Bir önceki günün sevimsiz suratı mı? Bir göçmen mahallesinde kaldığını unutturmaya çalıştığı, herkesi küçümser, hırslı ve korkak sulu mavi gözleri, kaldırdığı soluk çenesi, beyaz yeşil ince yatay çizgili ütüsüz gömleği üzerine çektiği siyah ceketi ve elindeki çantası mı? Tayyörünün altından aşağı iki kalın salam gibi uzanan tutuk ve doyumsuz bacaklarıyla ikide bir sol kenarı hafif titreyen dudaklarını ve balık donukluğundaki gözlerini indirip de düzelttiği “yaz geldi dekoltesi” mi?

Aralarından bazıları hafif utanarak, bu kez “talep ediyordu” gazeteyi. “Sevindiğimi anladıkları” bir beden diliyle ve bu kez “günaydın”ımla uzatıyordum. Ödülleri gibi alıyorlardı.

Dağıttığım gazete sayısı şaşkınlık vermeye başladı işverenlerime. Değişik değişik yerlere yollamaya başladılar beni. Genellikle sıkıcı bulunan otoban altı metro girişleri, uzak banliyölerin tren istasyonları… Yolcuların tek bir yönden akarak geldikleri ya da iki, giderek üç yönüne birden hakim olmak zorunda kalacağın kapılar. Merdivenden aşağıya inenlere, yukarı çıkanlara, merdivene inmek ya da çıkmak üzere yaklaşanlara dağıtmak zorunda kaldıklarıma. Yanım sıra başka gazeteleri dağıtanların olduğu ya da kuruyan boğazımı termosumdan içtiğim su ile sık sık ıslatmak zorunda kaldığım üç saatlik keyifli yalnızlıklarımın kapılarına.

Gazete dağıtırken metro kapılarının önlerinde, her gülümsemenin ve her “günaydın”ın ardından, belki de binlerce insana, hangi tende, yaşta, hal ve edada olurlarsa olsunlar usanmadan -nedense- tek tek, iyice bakmak istememden dolayı, yorgun düşüp uyuyorum öğlen suları. Tuhaf düşler görüyorum haliyle.”

Üç hafta boyunca aynı yerde, Stockholm’un uzak bir banliyösü olan ve adı Türkçeye Yakup’un dağı olarak çevrilebilecek Jakobsberg’de dağıttım gazete. Sonra bu videoyu yapmaya karar verdim: Üç haftanın ve bu yazlık geçici işim bittiği gün, gazete dağıtan kendimi ve yolcuları, yani müşterilerimi sabit kamerayla belgeledim. Yüzlerce “günaydın”ımla…

Eminim birçoğu için o gün kendisine söylenmiş tek “günaydın”la…

Yarın da, yani Perşembe açılacak sergimin iki gün öncesinde aynı yere gidip, aynı yolculardan bu kez seçtiğim kimilerine bu kez açılış davetiyemi dağıtacağım.

Bu kez de sizi videoya çekecek biri var mı?

Dror Feiler şaka yollu önermişti ama istemedim. Bu kez yapmak istediğim belgelenmesini isteyeceğim bir performans değil, samimi, yüzyüze bir davet diyaloğu.




Basın Bülteni: Hakan Akçura’nın "İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık Mektubu" ya da bir videoperformansın içerdiği gözlemler

Selamlar,

2004’te evlendim ve bir İsveç vatandaşı olan karımla birlikte 2005 Ocak ayından bu yana İsveç’te yaşıyorum.

Ekim 2004’te aldığım oturum iznim, Ekim 2005’te sona erdi ve sekiz ayı aşkın bir süredir uzatma için -Mayıs ayı itibariyle- 6590 kişiyle birlikte sıramı bekliyorum.

Tüm bu süre boyunca, İsveç Göçmen Dairesi’nde (Migrationsverket) ırkçı nitelikte iç yazışmalar açığa çıktı ve kurumda köklü değişiklikler yapılmasına yönelik geniş bir kamuoyu baskısı oluştu.

Göçmen mahallerinde gelişen suç çeteleri, devletin göçmen politikası, ayrımcılık, ırkçılık, 2. ve 3. kuşak göçmen varoluşu ve gelişen yeni-isveç kültürü, toplumun tüm kesimlerinde ve medyada yoğun bir biçimde tartışılmaya başladı.

Birçok göçmen ailesinin bu bekleme süreçlerinde yaşadığı derin travmalar, apatik çocuklar ve ebeynler yarattı.

Bense, Mayıs-Haziran 2006’da “Migrationsverket’e Açık Mektup” başlıklı 51 dakikalık bir videoperformans yaparak, bunun kaydını 13 Haziran 2006’da İsveç Göçmen Dairesi’ne yolladım.

Geciken görüşmenin bana düşen tarafı olarak, görüşmeyi tamamlamak, süreci kendim için hızlandırmak ve bekleyen tüm göçmenlere ne kadarsa o kadar destek olabilmek adına…

Kimi soracakları, sormayı düşünmedikleri ve asla sormayacakları soruları cevaplayarak yaptığım bu videoperformans, İsveç’in en büyük günlük gazetesinde yayınlanan bir röportajla milyonlarca isveçliye tanıtıldı.

Bu röportaj şu linkte yayınlanıyor:

Haber değeri vardır ve yayınlanır ya da ülkemde de değerlendirilir ve sergilenir umuduyla…

Her türlü sorunuz için mail adresim: hakcura@gmail.com

Saygıyla…

Hakan Akçura

Svenska Dagbladet’in 15 Haziran 2006 tarihli nüshasında yayınlanan röportajın çevirisi:

Başlık:
Beklenti beraberinde sanatı getirdi

Spotlar:Hakan Akçura Migrationsverket’e [İsveç Göçmen Dairesi (HA)] bir videoperformans yolladı
Türkiyeli sanatçı Hakan Akçura oturumunu uzatacak kararı bekleme sürecini bir videoperformansa dönüştürdü.

Yazı:
Hakan Akçura’nın, İsveç’te oturumunun uzatıldığına dair kararı beklerken yapacak çok işi var. Sanatsal destek başvuruları ve sergileri için uğraşırken bir yandan da isveççe öğrenimini sürdürüyor.

Anlaşılıyor ki birçok fikri ve projesi, “isveçliliğe” ve yeni ülkesine dair. “Lagom” kavramına uyanan ilgisi de yeni. Migrationsverket’e bugünlerde yolladığı ve kendi konumunu anlatmak ve tüm diğer bekleyenlere de ses olmak için yaptığı videoperformansın ışık tuttuğu kavramlardan biri de bu. [“Lagom”, “her şey kararınca; ne az, ne de çok” diye çevrilebilecek ve özetle, sıradan isveçli günlük yaşantısının her alanına hakim, isveçli ruhunu tutsak eden, içinde zaman zaman gizli ırkçılığı da taşıyan, binlerce kalıp, davranış, tavır ve duruşun nedeni olan hayat felsefesinin adı. (HA)]

Biz fluxus sanatçıları tutucu değiliz, hiyerarşiye inanmayız ve tersine tüm sıradan insanların ve gündelik hayata dair detayların yaratım potansiyeli taşıdığını düşünürüz. Bunu tetikleriz. Örneğin “refleks”leri ele alalım. Olanca gündelik nitelikleriyle… [“Refleks”, özellikle gün ve gecenin karanlık geçtiği isveç aylarında, çoluk çocuk herkesin üzerlerine asıp, taşıdığı ve farlardan gelen ışıkları yansıtarak onları akan trafikteki araçlardan koruyan, sevimli, çocuksu formlara sahip yansıtıcı nesnelere verilen isim.(HA)] Tasarladığım projelerden biri, karanlık aylarda, göçmen semtlerinin dış cephelerine, oralarda yaşayan insanlarla birlikte dikeceğimiz refleks örtülerini asmaya dair… O örtüler, aslında giysilerin üzerinde taşınanlarla aynı anlamı taşıyacaklar: “Zarar verme bana!” Rinkeby’nin dış cephesine refleksleri asan insan, otobanda yolalırken onu görecek isveçlilere aynı şeyi söylüyor olacak: “Bizi gör, koru, eşit davran!” Rinkeby, Stockholm’da, Türk, Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir göçmen semtinin adı. (HA)]

Büyük aşkıyla dört yıl önce, internette bir sanat etkinliği sürdürürken tanıştı. Evlendiler ve 2005’te İsveç’e, onun yanına taşındı. Şimdilerde günleri isveççe öğrenmek ve yeni kenti Stockholm’de sanatının mesajını vermek için yeni zeminleri bulmakla geçiyor.

Stockholm’u öğrenmek için aylık metro kartı alıp, şehri bir ucundan diğerine gezdim. Akalla’dan Skarholmen’e, Hjulsta’dan Rinkeby’ye… Göçmenlerin yoğun yaşadığı tüm banliyöleri… İnsanları gözlemledim ve yasadışı olan bir sanatı fotoğrafladım: Graffitiler ve çıkartmalar. Onları yapanlar bu kenti süsleyen, güzel kılanlardı.

İsveç’te graffitinin ağır biçimde cezalandırılıyor olması, sürprizdi onun için. Türkiye’de bile bu kadar sert cezalandırılmazdı. Tüm izleri takip etti, graffiti ressamlarının orman içlerinde alıştırmalaryaptığı atelyeleri de, o graffitilerin yokedilmelerini de belgeledi. Metro yolculukları sırasında kentin çehresinin bölgeden bölgeye değişimini izledi.

Yolculuklarım boyunca, merkezden çevreye gide gele, bir istasyondan diğerine, sosyal ve etnik çehrelerin, dillerin ve “duruş”ların değişimini gözlemledim. Çevreye doğru uzaklaştıkça, sayıları azalan isveçlileri , kalabalıkalaşan göçmenleri ve aralarındaki giderek daha da zorlaşan ilişkileri … Göçmen çocukların metro vagonlarının pencerelerine hiç uyarmadan ardı ardına vurarak, diğerlerinin yerinden sıçramasına ve lagom-çehrelerinin düşmesine neden oluşunu…

Hakan Akçura, Migrationsverket’in cevabını beklerken yalnız değil. Mayıs ayının sonu itibariyle, 6590 aile dosyası, yani bir İsveç vatandaşıyla evlenmiş ya da birlikte yaşayan 6590 insan, oturum iznine dair kararı bekliyor.

Migrationsverket şimdilerde ilişkilerin ciddiyetini sorgulamamakla beraber, yine de oturma iznini ilk iki yıl içinde birer yıl arayla vererek bir tür denetimi sağlıyor. Yeni kurallar, bekleme süresini olabildiğince az tutmaya dair olsa da, Hakan Akçura sekiz aydır bekliyor ve belki de önümüzdeki haftalarda hakkında karar verilmesi mümkün.

Migrationsverket, bu bekleme sürecinin sanatsal yaratıma ilham vermesi hakkında ne düşünüyor? Migrationsverket’in basın sözcüsü Marie Andersson, “hiçbir fikrim yok. Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz,” diye yanıtlıyor bu soruyu.

Akçura videosuyla göçmen dairesine karşı samimi bir açıklama yapıyor ve sorularına yanıt veriyor…

Migrationsverket’e görüşmeye gittiğimde, bana evin kapısında kaç anahtar deliği olduğunu, dış kapı güvenlik kodunun ne olduğunu, kimin çamaşır yıkadığını ve benzeri soruları sordular. Aslında bunu(ilişkimin gerçekliğini [HA]) gerçekten bilmek isteseler, okulu arayıp da çocuğu kimin aldığını sorabilirler. Bu videomun amacı, Migrationsverket’in, benim bu ülkenin göçmen politikası hakkında ne düşündüğümü bilmesini sağlamak. Burada doğan ve bir başka ülkesi olmayan insanlar bile hala “invandrare” olarak görülüyor. [“invandrare”, göçmen anlamında kullanılan isveççe kelime. Ama kelimenin kökeninde, “vandra in” yani “yürüyerek (içeri) gelmek” anlamı yatıyor. (HA)] Ben isveçlilerin korkuları, utançları ve lagom kavramı hakkında ne düşündüğümü göstermek istedim.

Röportajı yapan gazeteci: Ülkü Holago

“Migrationsverket’e Açık Mektup” isimli videoperformansımın içerdiği aktarımın tam metni:

“Selam.

1995 İstanbul Bienali’ne çağrılı katılımcı olarak katıldıktan sonra, üç kişisel sergi ve onlarca karma sergiye katılmış, bağımsız gösteriler yapmış, yayınlanmış bir şiir kitabı olan, bir çağdaş sanatçıyım.

Bir neo-fluxus sanatçısıyım.

Ressamım, şairim, grafik tasarımcıyım, video performer’ım, makale yazarıyım, tekstil tasarımcısıyım.

Ocak 2005’ten beri İsveç’te yaşıyorum.

O tarihten 2 yıl önce tanıştığım, aşık olduğum, evlendiğim karım ve onun benden önce olan iki çocuğu ile yaşamak üzere, kentini, ülkesini değiştirmiş bir sanatçıyım.

Ocak 2005’te Stockholm’e indiğimde, Ekim 2004’te aldığım, geçtiğimiz 2005 ekim ayında sona eren, bir yıllık oturma ve çalışma izni pasaportuma basılmıştı.

Gçtiğimiz ekim ayında, biten bu sürenin uzatılması için, Migrationsverket’e başvurduk ve yaklaşık sekiz aydır bekliyoruz.

Sekizinci aya girdik.

Uzatılmayan, uzatılması için gereken görüşmenin belirsiz bir zamana ertelendiği bu izni pasaportumda göstermedikçe, yurtdışına çıkıp, örneğin kendi ülkeme gittiğimde, oranın gümrüğü tarafından buraya yollanmayacağım.

Migrationverket’le bahsettiğim ekim 2005’teki görüşmenin ardından bir dizi telefon görüşmesi yaptık.

Ne zaman çağrılabileceğimize dair oldukça farklı düşünen insanlarla konuştuk.

Kimisi “1 yıl”, kimisi “altı ay”, kimisi “önümüzdeki aylarda” dedi. Kimisi “şu anda temmuz 2005’te başvuranları çağırıyoruz, demek ki üç ay sonra,” dedi. Kimisi “şu anda sizinle aynı zamanda başvuranlarla görüşüyoruz, demek ki birkaç gün sonra sıranız gelecek,” dedi.

Bekliyoruz.

Bu bekleme süresini anlamlı ve dayanılabilir kılacak sağlıklı açıklamalardan yoksunuz.

Bu güven bunalımı, beni bu sanat etkinliğini yapmaya itti.

Bu fluxus sanat etkinliği, bu kayıt, “Migrationsverket’e bir açık mektup”.

Onun yapmayı ertelediği, ne zaman yapacağı belli olmayan ve “oturma ve çalışma iznimin uzatılmasına” kapıyı açacak olan ikili görüşmenin bir tarafının, benim, bu görüşmeyi yapması, tamamlamasıdır.

Dolayısıyla, ben Migrationsverket’in işini kolaylaştırmak istiyorum. Onlara yardım etmek istiyorum.

Onların, bu görüşmede bana sorabileceklerini sandığım, sorabileceklerini hiç sanmadığım soruları cevaplarını ve yanı sıra benim söylemek istediğim her şeyi, kısa tutmaya çalışarak, ne kadar süreceğini bilmediğim bu kayıtla belgelemek istiyorum.

Görüşmenin bana düşen tarafını tamamlamak ve sunmak istiyorum. İşi kolaylaştırmak istiyorum.

Benimle birlikte bekleyen kaç insan var, bilmiyorum.

Migrationverket ne gibi sorunlar yaşadı, o ırkçı yazışmaların ardından personel değiştirmek, onları eğitmek zorunda mı kaldı, bilmiyorum.

Mutlaka, kendilerince anlaşılır ve kabul edilebilir nedenleri vardır.

Ama sonuçta, pratik olarak yapılan şeyin, benim seyahat özgürlüğümü yoketmek, askıya almak olduğunu düşündüğüm yerden yapıyorum bu kaydı.

Ne yapacağım? İçimden geldiğince, kısaca, toparlamaya çalışarak, Ocak 2005’ten bu yana bu ülkede ne yaptığımı, ne yapmaya çalıştığımı, ne düşündüğümü, neler gözlediğimi, eleceğe nasıl baktığımı aktarmaya çalışacağım.

Gelir gelmez, hayatımda yeni bir yaşama formu olan “iki çocuklu bir aile” ile, üstelik ilk defa olduğum bir ülke ve kentte yaşayabilmem için gereken geçiş sürecini yaşadım.

Bir süre, yeni ülkenin, yeni kentin, yeni evin, yeni yaşama biçiminin bana sorduklarını, benim onlara sunabileceklerimi, nerede anlaşabildiğimizi öğrenmekle, öğretmekle, yaşama geçirmeye çalışmakla geçti.

Üstelik birkaç ay sonra da taşındık. Yani bu benim geldikten sonra yaşadığım ikinci ev.

Bu taşınmanın telaşı sözkonusu… Bu taşınacağımız yeni semtte, çocukların yazdan sonra başlayacakları yuva ve okulların organizasyonu ile geçti bir süre.

Bir ara yüzümü geriye, kendi ülkeme, kentime, İstanbul’a dönüp, oraya bir başvuru yolladım. İstanbul Bienali’nin konsepti “İstanbul”du. “İstanbul’dan odalar” isimli bir çağdaş sanat etkinliği önerdim. Kabul edilmedi daha sonra…

Taşındıktan sonra evin içersinde, bir odanın, çalışma odasının bir duvarında çalışabilmem için küçük bir atölye oluşturduk ve hemen resim yapmaya başladım.

Eski bir kişisel sergimin ismi olan “Kentresimleri”, bundan 150 yıl önce çizilmiş, gravür olarak basılmış, 22 avrupa kentinin çekirdek kent planlarını, çizili formlarından şekil çıkartmaya çalışarak resme dönüştüren bir etkinlikti. İçlerinde Stockholm da yeralıyordu.

Yaptığım, benzer çalışma yöntemini kullandığım bir geç dönem “kentresmi”ydi. Adı “Hecate ve Empusa ya da İzmir Körfezi”ydi. Benden gitti. Bir özel koleksiyonda şimdi.

Yanlış hatırlamıyorsam mayıs ayında “Svenska för Invandrare” okulunun “yetişkinler için isveççe eğitimi”ne başladım. SFI’ye giden birçokları gibi, benim de ilk arkadaşlarım göçmenlerdi. Benle aynı dönemlerde gelmiş ya da benden önce gelmiş olsa da isveççe eğitimi almamış ya da almayı sürdüren göçmenler… Daha eski göçmenler… Hocalarımız…

Aslında, ilk karşılaştığım kurumların da isveççe eğitiminin verildiği devlet kurumları ya da onların olanaklarıyla aynı eğitimi vermeyi üstlenebilen özel kurumlar olduğunu söyleyebilirim.

Bir dizi yaşam farkı var. Onlarla irlikte öğrenmeye başlıyorsunuz bu ülkeyi. Evden akan su, sıcak su bedava, ısınma bedava. Bir mekanın içersindeysen, soğuktan ölmen sözkonusu değil bu ülkede. Toplu taşımanın gücü… Çok küçük bir örneğiyle de olsa, nihayet artık İstanbul’da da var diyebildiğimiz metro ağının bu kentteki yaygınlığını gözlemliyorum. Yolları gözlemliyorum. Yanım sıra akan hayatları gözlemliyorum.

Bu gözlemleri aynı zamanda, aynı aylarda -geçen bahardan ve yaz başlangıcından sözediyorum-, yaklaşık 4000 kare fotoğraf çekmek için bu kenti, banliyö hattının bir ucundan diğerine, her yerini gezen bir sanatçı olarak yaptım. Cümleyi buradan kurunca, absürd bir sonuç ortaya çıkıyor aslında: Galiba bu kentin yollarını birçoğundan daha iyi biliyorum artık. Sosyal, etnik dağılımıyla, değişen kent dokusuyla, değişen hizmet niteliğiyle, kentin tüm göstergeleriyle yeni bir eğitimi yaşantılamaya başladım.

Neyin fotoğrafını çektim? Bu kentteki duvar dokusunun fotoğrafını çektim. Yani, yasalarınızın bir şekilde suç saydığı şeyin. Yapan insanların yakalanması için, poliste özel timlerin oluşturulduğu şeyin. Graffiti kültürünün, duvar yazılarının, şablonların, çıkartmaların. Onların üzerine basılan yeni şablonların, yapıştırılan yeni çıkartmaların, yazılan yeni yazıların. Hepsinin karmaşasının. Onların silinmeye çalışılışının, kalan izlerin, üzerlerine yazılan-yapıştırılanların. semtten semte, çevreden merkeze doğru, stillerin, dokuların, renklerin, sözlerin değişiminin. Yanlarından eçen yolcularla ilişki biçimlerinin değişiminin. Hepsinin. Tüm duvar dokusunu belgelemeye çalıştım bu kentin. 2005’e dair böyle bir arşiv var elimde.

Gerçi 90’lı yıllarla kıyaslandığında, graffiti kültürünün gerilemeye başladığı bir kentteydim belki ama, aynı zamanda İstanbul gibi, nüfusu bu ülkenin toplamından fazla olmasına rağmen, çok olası bir graffiti kültürü hemen hiç olmayan bir kentten gelmiştim. “Wallpapers” isimli en az 200-250 en fazla 400-450 fotoğraftan oluşan bir bir fotoğraf sergisi projesi gelişti bu zaman içinde. Madem böyle bir sergiyi oluşturabilecek malzeme vardı artık elimde, bir sergi için başvurabilirdim bir yerlere.

Bir göçmen mahallesi çağdaş sanat merkezi olduğu için Tensta Konsthall’e başvurdum. Ama sanırım, orası da -daha sonra yönetici arkadaşlarla da konuştum ve öğrendim ki- artık pek “göçmen mahallesi çağdaş sanat merkezi” olarak anılmak istemediği, bu çabadan, bu çabanın örneklerinden vazgeçtiği, şehrin merkezindeki bir çağdaş sanat merkezinden farklı olmayan programlar yapmanın anlamına inandığı bir sürece girmişti ne yazık ki!

Sanırım bundan dolayı, bir de herhalde gereken baskı maliyetini karşılayacak destekler bulamayacağından dolayı reddettiler. Ama aktardığına göre arkadaşın, hoşlanmışlardı.

Aynı zamanlarda, başka bir tanıklığı yaşamaya başladım. Bu sefer bir raporun, bir araştırmanın, karımın bizzat yaptığı bir işin tanıklığı. Onun yanında olmaktan, onunla birlikte okumaktan, ona yardım etmekten dolayı yaşanan… “Göçmen mahallerindeki suç çeteleri” üzerine bir araştırmaydı. Bu rapor, suç çetelerinin olduğu göçmen mahallerinde yaşayan diğer insanlarla yapılan röportajlardan gücünü alıyordu ve çok net sonuçlara varmıştı. Karım bu raporun analizini yapıp, sonuç belgesini çıkardı.

Ortaya çıkan görüntü, baktığım her şeyle birlikte doğrulansa da, belki de çok kısa bir zamanda öğrenebileceğimden fazla şeyi bilmeme yolaçtı. Oralardaki insanların birçok istekleri vardı. Görülmek istiyorlardı. Pek kabul edilmese de, net bir gerçek olan “ikinci sınıf vatandaş olma statüsü”nden çıkmak istiyorlardı. Eşitlik istiyorlardı, özellikle de iş bulmada, iş seçebilmede, iş niteliklerinde… İşlerin göçmenlere açık ya da kapalı olma oranlarından sözedilmediği bir eşitliği istiyorlardı.

Bu yörelerin çoğunda, saat yediden sonra, polis dahil hiçbir kamu görevlisinin kalmadığından sözediyorlardı. Zaten böylesine bir gerçeklik içinde palazlanan, nerdeyse ister istemez, aynı zamanda bu bölgelerin o saatlerdeki güvenliğini de sağlayan suç çetelerinden sözediyorlardı. Oralara özgü, yepyeni bir yaşama kültürünün, alışkanlıklar toplamının geliştiğini ve gelişeceğini gösteren göstergeler bütünüydü.

O dönemde aynı zamanda, -belki de yapabildiğim iki işten biridir-, Turkiska Riskförbundet’in aylık yayın organı olan “Birlik”i bir sayılığına tasarladım. Pek içeriğiyle varolan bir dergi değildi. Tasarımın yanı sıra, yirmiye yakın yazıyı içine sokup tüm içeriğini de zenginleştirmeyi istedim. Birisi kapak fotoğrafı olmak üzere, 6-7 fotoğrafımı dergiye soktum. Kapakta yeralan ve içeriğin ağırlığını oluşturan konuyu da bu araştırmaya ayırdım. Kabul ettiler. İstediler. Herhalde bu araştırmanın sonuçlarının ilk yayınlandığı yayın oldu “Birlik”.

Graffitilerin fotoğrafının çekildiği, yanı sıra bu kentin bir ucundan bir ucuna gezildiği, böylesi bir analizin tanığı olunan, bu sonuçların içeriğini olşturduğu bir yayını tasarlamakla geçirilen bir zamandı geçirdiğim. Tüm bunlar, ister istemez, daha güçlü bir çağdaş sanat etkinliğini tasarlayıp oluşturabilmenin, onu da bir yerlere sunabilmenin koşullarını beraberinde getirecekti ve getirdi.

Adı “Reflex” olan bir proje tasarladım. Bu bir “outside” sanat etkinliğiydi. Çok katılımlı bir sanat etkinliğiydi.

Göçmen mahallelerinin, özellikle otobanda onların yanından geçiyorsanız gördüğünüz, zihinlere kazınmış olan ya da oralara dair bir haber sözkonusu olduğunda kullanılan resimlerden bildiğiniz, belli siluetleri vardır. Herkesin bildiği… O siluetlerin üzerinde, o büyük, uzun ve yüksek yapılara, -benim varlığını bu ülkede öğrendiğim, çok sevdiğim, çok işlevsel, özellikle o karanlık aylarda hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş, çocuklara özenle taktığımız, herkesin taktığı- reflexerların 30 metre büyüklüğünde olanlarının asıldığını düşünün. Aynı formlarda, belki benim belirleyeceğim farklı formlarda, aynı sevimliliği, masumluğu, eğlenceliliği, hoşa giderliğiyle. Canların gözünüzde… Üstelik yine küçük, sarı, beyaz, yaldızlı, pembe küçük reflexerlardan oluşmuşlar. Birbirleriyle birleştirilmiş ya da birbirlerine dikilmişler.

Bunu kim yapmış? Asıldığı mahallede yaşayan insanlar… Gönüllü bir biçimde katılmışlar bu etkinliğe. Belki ben sunmuşum, belki birlikte oluşturmuşuz formları.

Ne zaman asılmışlar? Her göçmen mahallesinde ayrı bir şenlikle asılmışlar.

Ne kadar asılı kalacaklarmış? İki ay… O en karanlık aylarda.

Otobandaki trafik, hep onların yansımalarıyla karşılaşarak akacakmış. Onların ne olduğunu alamaya çalışarak, öğrenerek, o gözle bir daha bakarak. Araçlar, onların bizlere yolladığı –zaten gerçek kullanımlarında da farklı olmayan- o basit mesajı okuyarak geçecekler: “Koru beni”, “gör beni”, “çarpma, zarar verme bana!”

Bu kadar basit bir cümleyi sunmak için, böyle şenlikli ve ortak katılımlı, çok katılımlı bir sürece gerek var mı? Benim için var. Sanata baktığım yer böyle bir yer çünkü. İnsanların bizzat, olağan yaşamlarının akışındaymışçasına, o olağan yaşamdan çıkan, sonuçta çok onlara dair parçalarla oluşan, yani öyle yükseklerde ve soylu bir varoluşu olmayan türden bir sanatsal yaratımın anlamına inanıyorum. Kendine sıradan diyenler de dahil, herkeste yaratıcı bir potansiyeli olduğuna inanıyorum. Bir kışkırtıyla, ona yönelik bir çağrıyla, ortaklaşalıkla, katılımla, bizzat yaratımın kendisini onların oluşturabileceklerine inanıyorum. “Bu görülse ne iyi olur,” dediğim yerden “sanat-oyun”lar kuruyorum ben.

Sonuçta, “Reflex” isimli projem de böylesi bir projeydi ve tabii ki çok fazla desteğe muhtaçtı. Çok fazla izine, işleme (bürokratik) muhtaçtı. Yapılacak çağrılara muhtaçtı. Emeğe muhtaçtı -ki, bu en kolay, en az para gerektiren kısmıydı-. Bu yüzden de sunulmalıydı bir yerlere. Onların ortaklaşalığıyla bu işi yapmak için.

Önce Kulturhuset’e sundum. Aylarca sürdü yazışma. Aylarca sürmesinin hiçbir anlamı olmayan bir yazışmaydı. Aslında bu durum, bir başka kurumu tanımaya başlamamı da getirdi: Sanatsal bürokrasi. Aylar süren ve belki de içerdiği maillerin sayısının onu bulduğu yazışmada, ortada üzerine söz söylenmesi gereken tek bir proje varken, her şeyden bahsedip, oradan oraya yollasalar da beni, sonuna kadar, projeye dair tek bir kelime bile asla yazmadılar. En sonunda yazdıklarında da, ben istediğim için yazdılar. İnanılmazdı! “Lagom”! Öğrenmeye başladım “lagom”u. En güçlü, en derin “kurum” o! Her yanı saran o. Bütün alışkanlıkların, jestler, mimikler toplamının, bütün ortaklaşalığın, tavizlerin, korkaklıkların, geriye çekilmelerin, sakinleştirmelerin, o dipteki hayvanı aşağıya aşağıya doğru geri çağırmaların yasası olan “lagom”u öğrenmeye başladım.

Yaşamın her alanında öğretiliyor zaten. Peki öğretilmesi, o insanlara “geçmesi” mi demek oluyor? Hayır. Bu ülkeye gelip de, yeni göçmenler karşısıda, has isveçlilerden daha has İsveçli olan, ayrımcı, hatta aşağılar tutum takınan, hatta gizli ırkçı eski göçmenler yok mu? Var. Ama genelde bu ülkede, o dayatılan gizli yasalar toplamının, “lagom”un “öğretildiği”, onu benimseyen çok az göçmen vardır, diye düşünüyorum. Bu ülke, bu ülkeye, bu ülkede akan hayata, insanlara, insana dair her şeye, kabaca farklı iki açıdan bakan insan kümesini varetti. Ne iyi ki! Bu zenginliğin, bu kültürel alışveriş olanaklılığının, farklı uygarlıkların, farklı deneyimlerini, savaşsız, acısız, sakin, uzak, yalnız bir toprağa ve bu toprağın insanlarının ortasına getirmesinin İsveç için olağanüstü bir şans olduğunu düşünüyorum.

Yoksuldu, yoktu, hiçti de doldu, bir şey oldu demek istemiyorum. Buradan bakılmasın. Belki kuzeyinde bu kadar güçlü bir şamanın olduğu, yeraltı ruhlarıyla ilişkisinin hala çok yoğun olduğu, güçlü bir mitolojisi olan, hayatın bambaşka bir yüzünün, çok yalnız, çok uzak, çok soğuk bir yüzünün, bütün bunların içinden akan bir hüznün derin kültürünü büyütmüş bu ülke. Bir Bergman nasıl çıkar yoksa bu ülkeden?

Bu zenginlik, bu lagom derken, cümleye başladığım yer geride kaldı: Kulturhuset’le yazışıyordum. Ardı ardına gelen maillerde, benim projeme dair tek bir kelime bile yazılmıyordu. Sonuçta öğrendim ki, Kulturhuset’in outside projelere yönelik bir hedefi ve ödeneği yoktu. Kabul edilmedi. Dönüp Tensta Konsthall’e yolladım. Aynı sanı ve iyiniyetle… Benim için orası hala bir göçmen mahallesi çağdaş sanat merkeziydi ve ne iyi ki öyleydi. İlginç bulsalar da onlar da kabul etmediler. Gereken desteği örgütleyebileceklerine emin olmadıkları için.

Öğrenciliğim devam etti. Yazın Türkiye’ye gittim, geldim ailemle birlikte. İyi ki… İyi geldi. Döner dönmez, yapmayı çok istediğim büyük bir resme başladım ve bitirdim: “My hero from 9/11”. Gitmedi o. Bende hâlâ…

Yapımı uzundur süren ve daha bitiremediğim, neredeyse lanetli olduğuna inandığım web sitesi için çalıştım. O sürece hız kazandırmaya çalıştım. Girmem gereken bilgileri girmeye devam ettim.

Türkiye’deki bir yayıneviyle, yayınlanmış olanı takip edecek olan, dosyaları hazır iki şiir kitabımın yayını için yazışmaya başladım. Gelecek yıl yayınlanmasını sağlamaya çalışacağım.

Bu süreçte aynı zamanda, sanatçı desteği veren vakıfların, kamu örgütlenmelerinin olanaklarını inceledim, başvurmaya karar verdim birkaçına. Atölye sırasına girdim. Yolladığım portfolyo yetmişti. Hemen kabul ettiler. Çok yakın bir zaman önce, bir atölye de çıktı oradan ama benim için çok büyük ve pahalı bir atölyeydi. Halen sıradayım.

Atölye desteği için başvurdum. “Reflex” isimli projeme destek bulmak için başvurdum. Daha önce gelir gelmez, yüzümü kentime dönüp, Bienal’e sunduğumu” söylediğim “Odalar” isimli projeme destek için başvurdum. Tüm bu anlattığım gözlem ve düşüncelerimin toplamından, resim ağırlıklı ve “Lagom” isminde bir sergi projesi gelişti. Ona destek bulmak için başvurdum. Kenti ülkemde ve burada, yolumu açmak için, bir yerlere destek olmak için birkaç grafik tasarım yaptım.

Bu başvurularımın birçoğunun cevabı çok kısa bir zamanda gelecek. Gelecek olan cevapla birlikte, aslında önümüzdeki dönemde ne ölçüde yaratıma zaman ayırabileceğimi öğrenmiş olacağım. Eğer başvurularım reddedilirse, önümüzdeki dönemde daha az yaratıma zaman ayırabileceğim. Çalışmak, belki tasarım ağırlıklı, belki de şimdiye değin yapmadığım bir işte çalışmak ve aileme destek olmak için yoğunlaşacağım. Başvurularım kabul edilirse de, o desteklerin sayesinde, yararak, temel eksenimi orada tutarak kalabilecek ve yaşayabileceğim.

Çocuklarımı çok seviyorum. Karımı çok seviyorum. Bu ülkeyi giderek daha çok sevmeye başladım.

Kulturhuset’le yazışmamın, buraya gelmeden önce, ben İstanbul’dayken başlamasının nedeni olan bir yaratımım vardı. Ekim 2004’te, “oturma ve çalışma izni” başvurumu kabul edildiği bana iletildiğinde, ondan iki ay önce onlara sunduğum bir sanat nesnesine bakarak karar vermişlerdi. Elbette ki “görüşme” de yapılmıştı ama ben o görüşmeye onu da götürmüş, Migrationsverket’e sunmuştum. “Hakan Akçura’nın aşkına ve kimliğine dair” adını taşıyan bir sanat nesnesiydi. Tanıştığım ilk günden o yana, gelmeme neden olan ilişkimin, evliliğimin belgeleri, her aşamasının fotoğrafları, ekran resimleri (screen printleri), ardından da benim yaratıcı özgeçmişim, basılı kataloglarımın sayfaları, hakkimda yazılan eleştirilerin, yapılan röportajların küpürleri, sanatımı ve ismimi içeren web sayfalarının çıkışını kapsayan bir kitaptı. Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Fırat Erez de, kitabın her sayfasını çevirişimin üstten fotoğrafını çekmişti. O fotoğraflardan oluşan toplamı ise ben başvurumun cevabını beklerken, bir dia gösterisi, belki de her biri dijital baskıyla sergilenecek daha genişçe bir sergi olması için sunmuştum Kulturhuset’e. Adı “Oturma ve çalışma izni için” olan bir projeyle… O kadar kısa bir zamanda sergileme olanağını bulamayacaklarını ileterek, teşekkür ederek, reddetmişlerdi.

O günden bugüne, tüm bu akan süreçle birlikte istenirse onun gibi 4 sanat kitabı oluşturulmak istenirse oluşturulabilir. Yoğun aktı zaman. Yoğun aktı hayat.

Bir çocuğum yuvada, bir çocuğum ilkokulda. Bir hafta bizde, bir hafta babalarındalar. Babaları çok iyi arkadaşım. Okulumdan, eşimin çevresinden, akan hayatın içinden, giderek, artarak, yavaş yavaş arkadaşlıklar, dostluklar edinmeye başlıyorum. Bunların bir kısmı isveçli. Zeki ve çok yaratıcı, çok cesur gençlerle tanıştım. Gerek bu kentin içindeki grafiti kültürünü, yalnızlıklarıyla değil de, ışıkla, gölgeyle, başka nesneler ve insanlarla nasıl bir toplam içinde varolduğunu belgelemeye çalıştığım zamanlarda, gerekse çok daha sonraki aylarda tanıştım onlarla…

Çok sevdiğim öğretmenlerim oldu. 43 yaşında bir dili öğrenmeye, bu yaşta öğrenciliğe başlamak sıkı işmiş. Bunu öğretti geçtiğimiz yıl bana. Bu dili çok sevemedim ama o en sevmediğim ilk zamanlardan, bazen hoşuma giden bu zamanlara kadar bir şeyler değiştiyse, bundan sonra da değişir, diye bakıyorum bu meseleye. Hatta, başta en temel neden olarak, çocuklarımla akacak olan iletişimim adına öğrenmek istediğim bu dil, artık belki de yazdıklarımı yayınlatabileceğim, bunu isteyeceğim bir dil olabilir mi diye düşünmüyor değilim. Bunu düşünebilecek kadar sevdiğim bir dil oldu.

Doğasını çok sevdim bu ülkenin. Akan günlük hayat içinde çocuğa verilen önceliği çok sevdim. İnsanların hayvanlara, doğaya saygısını çok sevdim. Gökyüzünü çok sevdim. Ama mesela ilk öğrendiğim bilgilerden birisi de bu aktardıklarıma çok karşıt bir bilgiydi. Bu kadar fazla sayıda genç insanın, neredeyse ortak bir karar almışlarcasına, yaşlılara karşı bu kadar sert, bu kadar hoşgörüsüz davrandıkları bir başka ülke görmedim ben. Yaşaması gerekmeyen, orada olması gerekmeyen insanlar olarak bakılıyor onlara. Ya da sanki, diğerleri çalışırken, o parayı yiyen insanlar olarak bakılıyor yaşlılara bazen. Çok sertti gençler.

Buralardan bakmaya başlayınca, “yalnızlığa” ulaşılıyor. Bu kadar fazla sayıda, bu kadar derin bir yalnızlığı tek tek ama birlikte yaşayan insanın varolduğu böylesi bir ülke, tasavvur edebileceğim bir şey değildi. Tabii bu yalnızlığın kökeninde, -bu kente daha sonraları gelmiş de olsalar- belki de bundan yüz yıl önce, birbirinden 2 km. uzaklıktaki evlerde, seyrek, dağınık, yalnız yaşayan isveç köylülüğünün, o derin, ona özel derin yalnızlığının güçlü etkisi de vardır.

Ama herhalde, özellikle bir günü hiç unutamayacağım. O günkü, ilginç bir şeyi gözlermiş gibi başlayan, çok derin bir eğitimdi benim için:

Metroyla, vagonda birçok has isveçli ve birkaç göçmen çocuğun olduğu, merkezden çevreye, onların semtine doğru yaptığımız bir yolculuktu. Çocuklar kendi aralarında hoş, sakin sakin konuşurlar ve tüm diğer has isveçlilerle birlikte ben, sakin sakin etrafımıza bakarken… O gençlere nasıl bakılması gerektiğine dair bilinen ve gizli yasaları olan bir iç dilin tüm has isveçlilerde aktığı bir an, o gençlerden biri hızla vagonun camına “güm” diye bir tokat attı. Vagondaki tüm insanlar, yerlerinden kalktı ve oturdu. Şok oldular. Çocuklarsa hemen dönüp o sakin konuşmalarına devam ettiler. Sanki hiç bakmıyorlardı çevrelerindeki kişilere. İç homurtularıyla geçen üç dört dakikalık bir hoşnutsuzluk sürecinden sonra, ortam hafif sakinlemişken, bu sefer bir başka göçmen çocuk, diğerinden daha hızlı davranarak, cama yeniden bir tokat vurdu. O zaman anlamaya başlıyorsunuz olup biteni. Yanı sıra akan, hızla giden treni yakalama oyunu bu. Oyunun kuralı buydu: Hangisi önce yakalayacak, hangisi önce tokatlayacaktı yan yana geçerken ikisi? Basit bir oyun. Ama keyfini, zenginliğini daha çok, çocuklar bu oyunu oynarken şaşıran has isveçlilerin tepkilerinden alan, hazzını onunla biriktiren bir oyun. Kim kimle neyi konuşuyor? Kim kime neyi söylemek istiyor bu oyunla, bu oyunun tanıklığıyla? Aslında ne kadar fazla şey söyleniyor!

Nasıl bir haller, jestler, mimikler, hazır cümleler, hazır kelimeler toplamıysa “lagom”, aynı zamanda ne yazık ki, göçmen çocukların gözünde böylesine bir tepkiyi hak eden, bir gizli ırkçılığın da büyümeye başlayabildiği bir iç dili kapsıyor. Ne yazık ki! Hiçbiri bunu bilmiyor ve böyle yaşamıyor. Bu ülkenin insanları, derin bir uygarlık bilgisi ile kendilerini eşitlikten ve adaletten yana ne kadar uygar bir topluluk olduğunu biliyorlar. O insanların hala İsveçli sayılmadığı, hala o insanların birer “invandrare” olduğu, hep öyle kalacakları, yürüyerek girdikleri bu ülkeye yürüyerek girmeyi hep sürdürecekleri… Ne zaman bu toplumun kendisi, herkesin gözünde yeni İsveç’in kendisi olacak? Çok olası. Hiç olmayası! Çok olanaksız! Değil! Dünya akıyor gümbür gümbür. Göç her yerden her yere… Ama fark şu ki, göç genelde, savaşları, acıyı, ölümü, katliamları, işkenceyi, zoru, daha farkı bir ateşlilikle mücadeleyi tarihinde yaşamış yerlerdeki insanların, buna benzer şeyleri yaşamış yerlere göçüyken, buradaki değil. Hemen hemen bunların hiçbirinin yaşanmadığı bir tarihe sahip, tek kahramanlık öykülerini bulabilmek için vikinglere kadar gidilmsi gereken, ne iyi ki yakınlarda savaş, yoksulluk görmemiş, ne iyi ki çok derin acılar, işkenceler görmemiş, ağıtlar duymamış bir ülkeye göç.

Bilmiyorum. Bir yıldır bu ülkede yaşayan bir sanatçının gözlemleri bunlar. buradan okuyabilirsiniz beni, buradan bilebilirsiniz bugün nerede olduğumu, yarın ne yapacağımı, yaratımımı nereden akıtacağımı, ne düşüneceğimi, nasıl kalacağımı, nasıl yaşayacağımı, günün birinde vatandaş olup olmamayı nasıl düşüneceğimi…

Ben “geçiyorum”! Dahloldum mu buraya? Hayır. Ama “oraya” ait miyim? Hayır. Kimler gibi? Şimdiden, bütün göçmenler gibi… Onlar da buraya ait olamıyorlar.

Üçüncü kuşak şimdi burada. Burada doğanlar. Başka hiçbir ülkesi olmayanlar. Hiçbir yerden “yürüyerek gelmeyenler”. Ama onlar da kendilerini isveçli hissetmiyorlar. Hissettirilmiyorlar. İsimleriyle, tanımlarıyla, birer “invandrare” olmaklıklarıyla… Ama onların başka ülkeleri yok ki! Benim var. Azalacak mı? Bilmiyorum. Artacak mı? Bilmiyorum. Ama “geçiyorum” buraya. Benim var, ama bundan bir yıl önceki kadar yok!

Acımasız bir dünyada yaşıyoruz. Acımasız bir dünyanın içinde bence çok şeyin daha şanslı bir biçimde akabildiği, akabileceği bir ülke burası. Bu şansın içinde, bu şansın olması için belki de, birleşmesi gereken bu toplamın kendisine gözünü dikmiş bir sanatçıyım. Buradan yaratmak istiyorum.

Eğer akan ilişkim, aile yaşamım, çocuklarımla ilişkim, soracağınız soruların konusu olacaksa, bu soruları yuvadaki, okuldaki insanlara sorun, komşularıma sorun. Hissediyorum ki, daha doğru cevaplar alırsınız.

Ve ben yazın gideceğim. Ailemle birlikte Türkiye’ye gideceğim. Çok özlediklerim var. Güneşi özledim. Hayatım boyunca görmediğim sayıda gökkuşağını gördüğüm için çok sevindiğim bu olağanüstü gökyüzünde güneş çok seyrek görünüyor. Herkes biliyor bunu.

Ama yine de Ege’den gelmiş, İstanbul’dan gelmiş bir insan, bunu çok derinden hissediyor. Mavi denizi, gerçekten mavi olan denizi çok özledim.

Çıkarken gümrüğümde, pasaportumda bu ülkede “oturma ve çalışma iznim” olup olmadığına bakacaklar. O yüzden, dönemem diye çıkamıyorum. Çıkamamaktan korkuyorum. Eminim ki benimle birlikte bekleyen kaç tane insan varsa, hepsi ayrı ayrı benzer gerekçelere sahiptir. Bilmiyorum kaç tanesi, sırasının öne alınması için belki de bir neden uydurmak zorunda kaldı. Memleketinde “birilerini öldürdü” ya da “hasta yaptı.” Sıraları o yüzden öne alındı ya da alınamadı.

Ama ben sadece bu istemimi anlatıyorum. “Seyahat özgürlüğümü istiyorum ben! bu haksızlık için ben hiçbir şey yapmadım. Benle birlikte bekleyen insanların hiçbiri de bir şey yapmadı,” diyebilecek bir yerden konuşuyorum. Yardım olsun diye yaptım bu kaydı. Size yollayacağım ya da sizin bunu görmenizi sağlayacağım. Umarım hızlanır süreç. Umarım işe yarar.

Her şeyin nedeni bu.

Bu sanat etkinliğinin nedeni bu.

Ben buradayım.”