"Duhân-ı Mübîn”


“Duhân-ı Mübîn”, Hakan Akçura / tuval üzerine akrilik, sprey boya ve sabitlenmiş ham boya pigmentleri / 183,5 x 111,5 cm. / Ekim 2016 / Halil Savda’nın sanatçının isteği üzerine çektiği fotograf eşliğinde sergilenmek üzere.

12 – 20 Kasım tarihleri arasında TÜYAP’ta düzenlenen İstanbul Sanat Fuarı 2016 (Umulmadık topraklar) etkinliği kapsamında açılan “Kıyamet / Kıyam et!” başlıklı sergiye yukarda gördüğünüz resmimle katıldım. Adı “Duhân-ı Mübîn” (Apaçık, görünen duman). 

Mahmut Wenda Koyuncu’nun küratörlüğünde düzenlenen sergide yeralan diğer sanatçılar, Özgür Demirci, Akif Selçukoğlu, Mehmet Fahracı, Beste Erdener, Kaan Kurtuluş, Fatoş İrwen, Mehmet Ali Boran, Peruze Peruz, Vahap Ayhan, Mehmet Çeper, İlgen Arzık, Pınar Derin Gencer, Sacra Mimarlık, Müge Yıldız, İsmet Doğan ve Yeşim Şahin.


2016 TÜYAP Sanat Fuarı / Umulmadık Topraklar’da “Duhân-ı Mübîn”

Türkiye’de neredeyse kırk yıldır süren kirli savaş, bana göre geçen yıl ortasından bu yana, hiç olmadığı kadar acımasız, yokedici, acı dolu bir kavşaktan geçiyor. Bu kavşakta önümüze düşen ve halkın çoğunun yükselen savaş propagandasıyla asla farketmediği ya da ona sunulan hakikatten uzak tanımlarıyla neredeyse gönülden desteklediği insan hakları ihlallerinin o benzeri görülmedik örneklerinden yükselen ve hepimizin genzini yakması gereken apaçık duman, resmimin konusu.

Cizre’de 14 Aralık 2015 ile 2 Mart 2016 tarihleri arasında 79 gün süren sokağa çıkma yasağı boyunca olup bitenler arasında bende en fazla iz bırakan  1. Bodrum diye adlandırılan Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katına dair yaşananlardı.

Aşağıda ayrıntılı sürecini okuyacağınız ve içindeki yaralılarla, o yaralılara ulaşma kaygısıyla, daha sonra da üzerinde yükselen dumanla ve HDP’li vekillerle yapılan telefon görüşmesi sırasında 2016 Şubat ayının başında düzenlenen operasyonla gündeme taşınan, içinde kaç kişinin öldüğü, nasıl öldürüldüğü meçhul kalan, “1 . Bodrum” diye anılan Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yeralan bodrum, resmimin konusu.

Resmi, sokağa çıkma yasağı kalkar kalkmaz bodruma ulaşan ailelerin, sınırlı sayıda gazetecinin çektiği videoların kimi karelerini ve aşağıda ayrıntılı gözlem raporlarını okuyacağınız insan hakları örgütlerinin temsilcilerinin çektiği fotografları karşıma alarak yaptım.

Hayatımın en zor resmiydi. Sadece sürekli bakmayı hiç istemediğim foto ve video karelerine sürekli olarak bakmaya zorladığı için değil, aynı zamanda, resmin nasıl olmaması gerektiğiyle ilgili iç tartışmam ve seçimlerim yüzünden de…

Resmin adı kıyamet öncesinde gözle görülür bir dumanın yükseleceğini aktaran Duhân suresinden..


Resmi yaparken, atelyemde….
Resimsel olarak tutarlı ya da “güzel bir resim” yapmamak hedefim oldu. Tüm tarazıyla, yakıldığı, karartıldığı haliyle, “içine” yine videolarda yeralan bir horozu ve bir ayağı parçalanmış buzağıyı da alarak, belgelenen yanmış kemik parçalarının serpiştirildiği bir resmi yapmak, her an o mekanın zehrini solumak demekti. Olması gerektiğince, herhangi cumhuriyet savcısının ya da olay yeri inceleme ekiplerinin girmediği, içindeki cesetler çıkarıldıktan sonra yapılan resmi açıklamaların birbirleriyle çeliştiği ve daha sonra da dozerlerle yerle bir edilen, hiçbir iz bırakılmayan bu mekanın bir belge resmini yapmayı ve sergiye, yarına taşımayı görevim, sorumluluk bildim.

Resmim “Duhân-ı Mübîn”, sergide, 2012’de barış için Roboski’den Ankara’ya yürüyen savaş karşıtı, vicdani redçi Halil Savda’nın benim isteğim üzerine Kasım ayının başında çektiği aşağıdaki fotograf eşliğinde sergileniyor.


Serginin açılış günü Halil Savda, Mahut Wenda Koyuncu’ya, fotografı eliyle o günlerin Cizre’sini anlatıyor.

Fotografın ortasında yeralan binanın size göre sağındaki boşluk 1. Bodrum’un, solunda yeralan boşluk ise 2. Bodrum’un yeraldığı binalar yıkılıp, “ortalık temizlendikten sonra kalan” boşluklar. Fotografta görülen tepeler ise Halil Savda’nın belirttiğine göre, yasak boyunca tank, top ve keskin nişancıların yerleştiği yerler.


Cizre, Bostancı ve Narin sokakları genel görünümü.
Foto: Halil Savda, Kasım 2016


Neler olmuştu?

“Sokağa çıkma yasağının 41. gününe girdiğinde Şırnak’ın Cizre ilçesinde bir eve top mermisi isabet etmesiyle bir evin duvarları yıkıldı. Bodrum katta bulunan 28 kişiden 3’ünün 24 Ocak günü hayatını kaybettiği öğrenildi. HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın, bölgeden ulaşabildiği haberlere göre yaralılar ambulans beklerken 27 Ocak günü ölü sayısı 5’e çıktı. 30 Ocak günü Sultan Irmak’ın da yaşamını kaybetmesiyle ‘vahşet bodrumu’ olarak nitelendirilen bodrumda hayatını kaybedenlerin sayısı 7’ye yükseldi. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Cizre’de bodrum katta yaralanan kişilere ambulans gönderilmediği iddiasını yalanlarken, Başbakan Ahmet Davutoğlu 7 kişinin hayatını kaybettiği belirtilen bodrumda ‘hiç yaralı olmayabileceğini’ söyledi. Başbakan Davutoğlu’nun açıklamalarından bir gün sonra konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, Cizre’de bulunduğunu belirttiği yaralılar için ambulans gönderildiğini söyledi ve ‘Ne ambulansın olduğu yere yaralılar getiriliyor, ne de ambulansların girmesine izin veriliyor. Sürekli ateş açılıyor’ ifadelerini kullandı.

TRT Haber, Şırnak’ın Cizre ilçesinde bir bodrum katına düzenlenen operasyonda 60 PKK mensubunun öldürüldüğü iddiasını duyurdu. Devlet kurumu TRT tarafından duyurulan iddiadan sonra ilgili habere ilişkin herhangi bir açıklama yapılmazken, internet portalında yer alan haber, site üzerinden kaldırıldı. 

Cumhuriyet gazetesi, Sertaç Eş’in haberini askeri kaynaklara dayandırırken ‘Bodrumda baskın: Onlarca ölü’ başlığıyla manşetine taşıdı. 

Başbakan Davutoğlu, TRT Haber’in ‘son dakika’ olarak duyurduğu ‘Cizre’deki bodrum kata düzenlendiği ve 60 PKK’lının öldürüldüğü’ yolundaki haberi yalanladı. “Resmi olarak bizim tarafımızdan yayımlanmamış hiçbir habere teyit edilmesin” diyen Davutoğlu, Şırnak Valiliği tarafından sabah saatlerinde ’10 PKK’lının öldürüldüğüne’ dair yapılan açıklamanın dikkate alınmasını istedi. 

Sağlık Bakanlığı, günlerdir gönüllü hekimlerin ulaşmaya çalıştığı bodrum için ‘112 çağrı merkezimize ulaşan herhangi bir yardım talebi ve ihbar yardımı olmamıştır’ dedi.”

Yukardaki satırlar ve 23 Ocak’tan 8 Şubat’a kadar yayınlanan tüm haberlerin dökümü Mehmet Efe Altay’ın T24 haber portalında yayınlanan yazısında yeralıyor.

1 Şubat günü Cizre’deki yaralılar için açlık grevinde olan HDP’li milletvekilleri, onlarla son kurulan iletişime dair ses kayıtlarını kamuoyu ile paylaştı:



9 Şubat günü yayınlanan BBC türkçe yayınları haberinde HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Şırnak’ın Cizre ilçesinde toplu katliam yapıldığını ve bunun açıklanamadığını öne sürdü.

79 günlük sokağa çıkma yasağı kalktığı gün yani 2 Mart gününe kadar ne olduğu hep muğlak kaldı. Bodrumda yeralan ve kaç kişiye ait olduğu belirsiz kalan cesetlerin ordu tarafından alınmasının ardından, sokağa çıkma yasağının kalktığı gün, 2 Mart’ta, Cizreli ailelerin bodrumu ziyaretini Fatih Pınar video röportajında yayınladı:



İnsan hakları örgütleri temsilcilerinin gözlem raporları

Daha sonra 3 Mart 2016 tarihinde İHD ve TİHV başkanları tarafından Cizre’ye yapılan ziyaret sonucu TİHV Başkanı Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. R. Şebnem Korur Fincancı tarafından sınırlı gözleme dayalı olarak hazırlanmış olan ön inceleme raporu yayınlandı. Bu raporda Fincancı, 1. Bodrum diye adlandırılan Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katına dair şu satırları yazdı: 

“İlk bodruma ulaşıldığında pencere pervazı içinde bir adet tank mermisi olması kuvvetle muhtemel cisim gözlendi. Eşlik eden mv. Faysal Sarıyıldız ve diğer halktan kişiler bodrumun olduğu binaya C. Savcısının geldiğini, can güvenliği olmadığı gerekçesi ile bodruma inmediğini ve polislerin inmesine de izin vermediğini aktardılar. İçerisi karanlık olmakla birlikte cep telefonu fenerleri yardımıyla içeri girildi.

İçeride girişe göre sol tarafta bulunan duvarın dibinde tüm tabanı kaplayan çok sayıda yanmış halde kemik parçasının olduğu gözlendi. Kemik parçaları arasında özellikle üst kolları bulunmayan bir alt çene kemiği boyutları itibarıyla değerlendirildi. İlk gözlem amacıyla gelindiği için beraberimizde ölçek, yüksek çözünürlüklü kamera olmamakla birlikte cep telefonu kamerası ile fotoğrafları çekildi.

Fotoğraflarda alt çene kemiğinin hemen yanında bulunan yanmış haldeki gözlük çerçevesi ile birlikte yerleri değiştirilmeden fotoğraflandı. Fotoğrafta da görüldüğü üzere bir erişkine ait olduğu boyutlarından anlaşılan gözlük çerçevesi yatay eksendeki uzunluğu ile alt çenenin yere paralel eksen uzunluğu karşılaştırıldığında, gözlük uzunluğunun alt çene uzunluğunun yaklaşık iki katı boyutunda olduğu görülmektedir. Gözlük yatay eksen uzunluğu yaklaşık yüz genişliği ve alt çene genişliği ile eşit olacağı düşünüldüğünde, eldeki sınırlı olanaklar ile yapılan değerlendirmede dahi bulunan alt çene kemiğinin yanmaya bağlı bir miktar boyut değişikliği olduğu öngörülse de, erişkin bir kişiye ait olamayacağı, yanma düzeyi itibarıyla yanığa bağlı kemik doku kaybı da gözetilerek 10-12 yaşlarında bir çocuğa ait olduğunun kabulü gerekmektedir. Diş çukurlarındaki yanmaya bağlı tahribat nedeniyle daha tanımlayıcı olabilecek bir şekilde diş gelişimine bakılarak bir değerlendirme yapmak mümkün olamamıştır.

Bodrumun bu bölümünde görüldüğü üzere çok sayıda kafatası ve diğer kemiklere ait yanmış halde kemik kalıntıları bulunduğu gözlenmiştir. Dikkat çeken bir husus bodrumun ilk giriş kısmı ortada bu yanık kemiklere birkaç metre mesafede yanmamış halde yünlerin bulunmasıdır. Kemiklerde yer yer kömürleşme düzeyinde yanık meydana getirecek bir yangın ortamında yünlerin yanmamış olması beklenemeyeceğinden, bomba benzeri genel ve yaygın bir yangına da yol açacak bir patlayıcıdan çok, bodrumun bir bölümünde yanmış halde bulunan kemiklerin yüksek ısı oluşturacak bir sınırlı yangın ortamında kalmış oldukları kuşkusu oluşmuştur. Bu kuşkuların aydınlatılabilmesi için bodrum içinde kapsamlı bir olay yeri incelemesi ve yanık alanlarının değerlendirmesinin yapılması gerekmektedir.

Girilebilen ilk bodrumda, açık olması nedeniyle kesin olarak bilinememekle birlikte, heyetimiz girdiğinde herhangi bir silaha rastlamamıştır.”
İnsan Hakları İnceleme Heyeti, İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Diyarbakır Barosu ve Gündem Çocuk Derneği’nin üye ve yöneticilerinden oluşan heyet, 31 Mart 2016 tarihli “79 Günlük (14/12/2015 – 02/03/2016) Sokağa Çıkma Yasağı Cizre Gözlem Raporu”nda, 1. Bodrum diye adlandırılan Cudi Mahallesi Bostancı Caddesi 23. numarada yer alan ev ve bodrum katında incelemelerini şöyle kaleme aldı:

“Heyetimizin ziyareti sırasında da; “binanın ve bodrum katının insanların girişine kapatılmadığı, olay yerinde bulunması muhtemel delillerin muhafazası için herhangi bir tedbir alınmadığı” tespit edilmiştir. Binanın çevresi dolaşıldığında arka bölümünde bir çıkış olduğu ve bodrum katına buradan da girilebildiği gözlenmiştir.

Bina içine giriş çıkış çevrede bulunan kişilerden rica edilerek sınırlandırılmış ve 06.03.2016 tarihinde saat 13.30 sularında binanın ön cephesinden içeri girilerek incelemelere başlanmıştır.

Binada yanık kokusu alındığı ve bodrum olarak nitelendirilen bölümün tuvalet, banyo, mutfak, hol ve odalardan oluşmuş bir mekan olduğu görülmüştür.

Bina içinde yanık kokusunun devam ettiği, tavanın ve hol duvarına ait olduğu düşünülen blokların ve molozların odalarda yer aldığı, zeminin molozlarla kaplı, duvarların ve tavanın yanık olduğu görülmüştür.

Girişte sol da yer alan ilk geniş odada kareleme yöntemiyle holden başlayarak “Bostanlı sokak yönüne doğru ileri ve sağa gidilerek” incelemelerde bulunulmuştur.

Odada ışık kaynakları (fener) kullanarak, “ateşli silah/patlayıcı ve insan bedenine ait olduğu düşünülen” deliller, ölçek kullanılarak numaralandırılmış ve fotoğraflanarak kayıt altına alınmıştır.

Odada insan bedenine ait olduğu düşünülen ve önemli ölçüde kömürleşme derecesinde yanmış ve parçalanmış oldukları için özellikleri morfolojik olarak ayırt edilemeyen

– Sağ bilekten kopmuş ve parmakların yer aldığı yanık bir el;
– Femur (uyluk) kemiğine ait boyun bölgesinden kopmuş bir kemik parçası, humerus başı (omuz) olduğu düşünülen kemik parçası
– Yanmış dokusuyla birlikte 4 kosta’nın (göğüs kemiği) olduğu kemik parçası;
– Küçük kemik parçaları;
– İkinci odada; kahverengi-sarı renkte, yaklaşık 7-8 cm uzunluğunda, bir yönde ısı etkisine bağlı etkiler gözlenen ve saç olduğu düşünülen materyal görülmüştür.

Diğer deliller kapsamında;

– Çok sayıda (0,9 cm çaplı, 4 cm uzunluğunda MKE yazılı) ile (üzerinde marka yer almayan çapı 1 cm üzerinde olan 4 cm uzunluğunda) mermi kovanları;Fotoğraflarda yer alan ve özellikleri ayrıştırılamayan dış bölümleri metal olan iki adet materyal;

– Odada molozların altında yer döşemesi için kullanılan malzemenin kimi bölümlerinde yanık bulguları saptanırken bu malzemenin altında yer alan döşemede yanık gözlenmemiştir.

Odalarda duvar köşelerinde yanıklara ait kül öbekleri görülmüştür. Belirlenerek kayıt altına alınmıştır. Bina girişinin hemen karşısında yer alan ve merdiven altına denk gelen bölümün ve banyoda yığılan moloz kütlesinin yoğunluğu nedeniyle inceleme yapılamamıştır. Burada bulunan eşyaların ve malzemelerin bir kısmının “yanmış ve isle bulaşık olmasına karşın kimi plastik malzemelerde bu tür etkiler görülmemiştir.

Banyonun yanında yer alan mutfak bölümünde de yine benzer etkilerin olduğu, burada yer alan eşyalarda da yanma ve fiziksel müdahalelere bağlı hasarlar gözlenmiştir.

Cizre Belediyesi cenaze aracı görevlisi, tarihini hatırlamamakla birlikte bina önünde 26 ceset torbasının bulunduğunu, her ceset torbasının fermuarının açılarak içindeki cesedin erkek veya kadın olup olmadığının güvenlik personeli tarafından kontrol edildiğini, bütün cesetlerin çıplak olduğunu ve üzerlerinde hiçbir giysi olmadığını, sadece 2 cesedin vücut bütünlüğünün tam olduğunu, bu cesetlerde de yanık izleri olduğunu, geri kalan 24 cesedin vücut bütünlüğünün olmadığını, ciddi derecede yanıklar olduğunu, bazı ceset torbalarının 5 veya 10 kilo civarında ve yanmış vücut uzuvları bulunduğunu aktarmıştır. Sokaklardan alınan cenazelerin hepsinin çıplak olarak ceset torbalarına konmuş şekilde hazır bekletildiğini ve görevlerinin sadece bu ceset torbalarını alıp hastaneye veya belirtilen yerlere teslim etmek olduğunu ifade etmiştir.

Cenaze aracı görevlisi 6 Mart günü gördüğü binanın fiziki yapısı ile cenazeleri aldığı günkü binanın fiziki yapısının aynı olmadığını ifade etmiştir. Cenazeleri aldığı gün binanın yıkılmamış olduğunu sadece top mermileri ile zarar görmüş olduğunu, arada geçen zaman içerisinde ağır silahlarla yapılan atışlar ve top atışları sonucu binanın ağır hasarlı hale getirildiğini ifade etmiştir.

Binadaki çıplak gözle yapılan ; çok sayıda ağır silahlarla (roketataar, havan topu mermi vb.) oluştuğu düşünülen hasarlar ve izler gözlenmiştir.”

Fincancı: Cizre Türkiye’nin Srebrenitsa’sıdır

15 Temmuz 2016’da, İMÇ ve Birgün sitelerinde yayınlanan Dicle Haber Ajansı (DİHA) haberine göre TİHV Genel Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Cizre’de de Srebrenitsa’daki gibi bir toplum kıyım yaşandığını ve etnik kimliği yok etmeye yönelik şiddet uygulandığı söyledi:

“Bosna’da çok ciddi biçimde toplu ölümlerle karşı karşıya kalınmıştı. Toplu mezarlarda özellikle de erkeklere yönelik ve erkek çocuklar da dâhil olmak üzere tam bir soykırım sürecinin işlediğini gözledik. Çünkü çocuğundan yaşlısına kadar bölgenin erkekleri alınmış, gözleri bağlanmış ve ateşli silahlarla taranarak toplu mezarlara gömülmüştü.

Bizim çalıştığımız bölge özel bir bölgeydi ve üzerinden zaman geçmesine rağmen cenazeler toprağın özelliğinden dolayı korunmuştu. Onun için katliamı tam olarak tanımladık.

Cizre’nin bodrumlarında yaşananlar da toplu kıyımı gösterdi. Çocuk kemikleri bulduk. Zamanında olay yeri incelemesi yapılmadığı için hala kaç kişi olduğunu bilemiyoruz. Bodrumun zemininde bir bölgede parçalanmış ve yanmış kemikler vardı. Çok sayıda ölüm olduğunu düşünüyoruz.

“Bir adli tıp uzmanı arkadaşımız da bodrumlardaki incelemesinde kadın eline ait kemik buldu. Bosna’da erkeklerin öldürüp, kadınlara tecavüz edilmesi gibi görüntüler vardı. Cizre de ise kadınlar da öldürülmüştü.

Bosna’da da, Cizre’de de bir etnik kimliğe dönük yok edici şiddet uygulaması yaşandı.

O andaki çıkarları neyi gerektiriyorsa uluslararası hukuku öyle işletiyorlar. Bosna’nın petrolü olsaydı belki daha korucuyu bir yaklaşım olurdu. Devletler ve uluslararası yapıların ekonomik bir çıkar söz konusu olurdu. Ancak Bosna böyle bir koruyucu özelliğe sahip değildi ve yalnız kaldı.

Türkiye’de hem Cizre hem de diğer Kürt illerinde yaşanan tabloya uluslararası alanda ses çıkmaması da mülteci sorunuyla ilgili. Türkiye’nin mülteciler üzerinden yaptığı kirli pazarlıktan dolayı hak ihlalleri görmezden geliniyor.

Kürt illerinin tamamında etkili bir soruşturma yürütülmüyor. Devlet sorumluluklarını yerine getirmiyor. Bizim yargı mekanizmamızda en fazla bir kovuşturma süreci ama bu tür suçların cezasız kaldığını biliyoruz.

Türkiye’de bir yargılama olmayacak ama uluslararası alana taşınmalı. Ne kadar ikiyüzlü olsalar da bu güne kadar insan hak savunucularının kazandığı hak, ilke ve belgeler var. Bunların kapsamında bir yargılama süreci başlamalı.”

Serginin ana metni




Serginin sanatçıları, dostkları açılış gününde toplu halde…

KIYAMET- KIYAM ET!

Hepimiz rehineyiz…

Dinler, özellikle ortadoğu dinlerİ (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet), yeryüzü yaşamını Kıyamet günü veya süreci ile nihayetlendiren öykülere sahiptir. Kıyamet, dinlerin tasavvurunda nüanslar oluştursa da, temel dinamikleri ve figürleri birbiri ile örtüşen bir vakıa olarak kaydedilmektedir. Kötülüğün ortalığı sarması, insanın ilahi öğretiden, ana kaynaktan ya da tanrı kelamından sapması ile başlayan kıyamet süreci, savaşlarla, katliamlarla, hem doğadan(Tanrıdan) gelen, hem de insan eliyle yaratılan felaketlerle sürüp giden, şeytanın insan ruhunu bütünüyle ele geçirdiği, sadece bir avuç inananın kaldığı bir yeryüzüne tanrının, elçileri( Mesih, Mehdi gibi) aracılığıyla müdahele ettiği bir son bulma anlatısıdır. Ancak Kıyamet’ten sonra canlılar kıyam edecektir. Yani yeniden dirilip, ayağa kalkacaktır.

Peki günümüzün seküler kafasıyla, dünyanın veya canlının şu anki durumu bir tür kıyamet metaforu üzerinden okunabilir mi? Yani, kıyım, savaş, soykırım, talan sınırına dayanmış sömürü ve eşitsizlik, rayından çıkmış adalet mekanizması, acımasızlık, gaddarlık, ekolojik felaketlerle anmaya başladığımız doğanın durumu, kontrol edilemez boyutlara varan erkek/iktidar şiddeti gibi onlarca iri sorun yeteri derecede kötülüğün eseri olarak bize ilham verebilir mi?

Hayat ve İktidar/Leviathan

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, kırılgan hayatların, kırılmaz cam fanusların içinde yaşayanlarla beraber sıkışık, havasız ve her an patlamaya hazır bir balonun içinde, soluklanmanın imkansız olduğu bir evrende, savrulup durduğu bir yerdeyiz. Yaşam denilen mefhum, korku ve endişe duvarları ile kaskatı örülürken, canlı hayatı bir tür temerküz kampına çevrilmiş yerkürede siyasal alanın nesnesi haline gelerek çıkış yollarının imkansızlığını üretmeye devam etmektedir.

Erkek/Kaptalist İktidar Leviathan misali canlı yaşamının bugün’ü ve yarın’ını esaret altına almış gibi görünürken, canlıyı korku ve endişe içine hapsederek disiplin ve güvenliği geri çağırarak, kültürler arasında hayali canavarlar yaratarak, hem ezenleri hem de ezilenleri mağdur pozisyonunda tutma yoluyla İktidar’ın yeni bir türünü bize göstermektedir.

Bu iktidar türü Foucault’cu deyimle üretken değil de, post- üretken, ya da hiper-üretken bir kategoride değerlendirilmelidir. Yasakçı ve disiplin edici iktidar modelinden kontrol mekanizmalarını hayatın kılcal damarlarına yayan ve bunu doğallaştıran bir iktidar modeline geçişten ziyade, bu iki modeli birlikte işleten bir iktidar düzenlemesiyle karşı karşıyayız. Hem bio-politik bir düzenleme hem de ceberrut bir iktidarın işlediği bir zaman dilimi içindeyiz sanki. Hobbes’yen ve Foucault’çu dinamikleri içinde barındıran melez iktidar modeli var karşımızda kısaca.

Hukusuz veya yasasız bırakılan insan gruplarının her gün Batı’nın kara sularına gömdürülmesi, içeri’ye (Avrupa veya Amerika) alınanlarınsa kaderine terk edildiği; dinsel ve etnik şiddetin yerkürenin tamamına dağılması, bölgesel rant savaşlarının kadim uygarlıkları, şehirleri ve doğa yaşamını yerle bir etmeleri, ulusaşırı adalet mekanizmalarının, eli kolu bağlı, egemenlerin birer onay merci olmaktan öteye geçmediği, ekolojik felaketlerin erkek/iktidar eliyle peşi sıra vuku bulması gibi bir tablo söz konusu. Dünya üzerinde canlı hayatı için güvenli tek bir alanın bırakılmadığı bu durum, daha önce yaşanmadık bir şekilde insan ve diğer canlı türleri için endişe ve korku kaynağı olmaya devam etmektedir.

Egemenlik sistemi, alışık olduğumuz haliyle, teröristler-masumlar, entegre olanlar-entegre olmayanlar, beyazlar-siyahlar (bu siyahlık meselesi bütün coğrafyalar için geçerli bir genel tanımlama olup sadece Batı dünyasının kullandığı mananın ötesindedir. Her ülkenin siyahları vardır manasında) gibi hukuk ve akıl normları açısından grift manalar taşıyan dikotomiler yaratarak, boş bir gösteren olarak devletin ve güvenliğin ruhani birer sermaye olarak pazarlanmasını zihinlerde perçinlemek adına, yaşamı kendine bağlı tek varoluş biçimi olarak dayatmaktadır. Bu durum akla bir dönem dinlerin hayat üzerindeki egemenliğini anıştırmaktadır. Dinler, yaşam sonrası hayatın, yani ölüm sonrası bilinemezliği kendi iktidarının ana gövdesi olarak inşa ederken, insana veya tebaalarına kendi yolundan sapıldığı andan itibaren kötünün pençesine düşeceğini ve bu kötülüklerin birikerek bir kıyamete yol açacağını sıkça dillendirmiştir. Dolayısıyla inanç bellediği bilginin dışına çıkan bireyler için dinler çeşitli korkutma yöntemleri uygulamıştır. Bu korkutma yöntemleri bugün modern iktidar biçimleri için de geçerli olmaya başlamıştır. Kitlesel kıyımlarla işleyen şiddettin dünyanın her coğrafyasına sıçraması; Malezya, Türkiye, Nijerya veya Fransa, İngiltere, Kuzey Amerika gibi farklı alanları hedeflemesi, endişe ve korkunun küresel boyutlarda yaşanmasına sebep olmaktadır.

Neoliberal ekonominin dizginlenemez saldırısı sonucu parçalanmaya başlanan coğrafyalarda klasik ulus-devletlerin, ulusunu yitiren devletlere dönüşmesi olarak değerlendirilebilir bu durum. Devletler çıplak silahlı örgütler şeklinde kendini yeniden üretirken, ulus denilen mefhumsa bir şekilde müphemliğini korumakta veya tanımı zor bir ontolojiye dayanmaktadır. Bugün Mısır’daki, Suriye’deki, Türkiye’deki veya Fransa ve Almanya’daki durum bize bunu söylemektedir.

Bu belirsizlik hali ve kimin hangi hukuk aracılığı ile tanımlanacağı durumu teritoryal olarak tekrar sınırları ve güvenliği siyasetin başat unsurlarına dönüştürmektedir. Özgürlükten ve refahtan kimse bahseder durumda değil. Özgürlük ve güvenlik arasındaki sınır çizgileri hiç bu kadar geçirgen bir hal almamıştır. Durum aklın(ideolojilerin, yaşam merkezli bir politikanın, mana’nın) geriye çekilmesi, duyunun veya inancın öne çıkması olarak nitelendirilebilir. İnsanlar anxiyete içinde düşüncelerine değil kendisine sunulan korku politikaları ile terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Batı’nın özgürlükçü politik felsefeleri ve hümanizması tamamen çökerken, Doğu’nun “altın çağ’nı arayan melankolik restorasyon arzusu aynı şiddet dilini üretmekten başka bir politik manevra alanı bırakmamaktadır.

Erkek-İktidar-Devlet küresel boyutlarda bu korku siyasetini yöneterek, klasik manada benden sonrası tufan siyasetini izlemektedir. Suriye’de insan kafası kesenin duygusu ile İtalyan kıyılarında göçmenlerin deniz dibini boylamasını seyreden görevli arasında sadece nüanslar olabilir. İkisi de kötülüğü kendinden uzaklaştırmak için kendisine verilen görevi inançla gerçekleştirmiştir. Hedef öteki’nin imhasıdır.

Kıyam Et!

Akla Hannah Arent’in Naziler için yaptığı saptama geliyor. Hem Kötülüğün Sıradanlığı hem İnsanlık Durumu’nda hem de Totalitarizmin Kaynakları adlı eserlerinde Arendt, Nazi rejimi gibi totaliter bir düzen, terör ve ideolojiyi birbirlerinden ayıramaz. Terörün devamlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için de çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olması gerekir. (1) der, akabinde Eichmann davasını izlerken; “Eichmann bir canavar değildi, sadece ne yaptığını hiç fark etmemişti. Onun dönemin baş suçlularından biri haline gelmesine neden olan, fikirsizlikten başka bir şey değildi. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak insanın yol açabileceği en büyük yıkımlara neden olabilir. Arendt’in bu saptaması esasında onun felsefesinin önemli noktalarından birisi olan şu sözleriyle de yakından ilişkili görünmektedir: ‘‘Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir’’.(2)

Arendt’in bu tespitlerini Kant’ın pratik aklına tecrüme ettiğimizde; insan dile getirdiği pratik aklını kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek ve olması gereken bir takım ilkeleri bulabilir. İnsan, yasalara uymaktan daha fazlasını yapabilir, itaat çağrısının ötesine geçebilir, kendi özgür iradesini hukukun ortaya çıktığı kaynakla özdeşleştirebilir. Kant’a göre bu kaynak ‘‘pratik akıl’’dır. Eichmann’ın gündelik kullanımında ise bu kaynak Führer’in iradesidir. Sanık kendi eğilimlerine göre hareket etmemiş, her zaman görevini yapmıştır. Arendt’in itaat olarak tanımladığı kavramı, Adorno da ‘‘teslimiyet’’ olarak dile getirir. Adorno’ya göre ‘‘birey için, kendini özdeşleştirdiği bir kolektife teslim olmak hayatı daha kolay kılar. Güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur; kendi çevreleri içindeyken, bir avuç insan birçok kişi oluverir. İşte bu edimdir teslimiyet –açık ve ne yaptığını bilen bir düşünce değil. (…) Kolektifin kaderini paylaşmak istiyorsa ben’in kendi kendisini feshetmesi gerekir.’’(3)

Bunun adına çokluğun ruhunu ele geçirmiş terör diyebiliriz. Bilgi, analiz ve muhakeme yerini inanç, bağlılık ve korkuya terk etmiştir. Bu durum Kant’ın evrensel, ideal bireyinin sonu anlamına gelmektedir. Çünkü akıl, fenomenler arasında bağlantı ve benzerliklerden yola çıkarak sonuçlara varan bir olgu olarak tanımlanmaktadır Kant’ta.

Netice olarak Descartes’tan bu yana insan aklı hiç bu kadar tutulmaya uğramamıştır. Kartezyen aklın açtığı gedikten ilerleyen epistemoloji ve felsefenin inşa ettiği modern dünya algısı bütün nosyonlarından feragat etmek adına dipsiz bir akıl’sızlık kuyusuna düşmektedir. Bilginin ve yargı gücünün evrensel bir payda olarak toplum ve birey açısından işgal etmesi gereken yer, yine inşa edilmiş kökler veya kimliklere yüklenmiş romantizmin melankolik reflexlerine terk etmiş gibi görünüyor. Bu durum akla hemen S.Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezlerini getirse de aslında entelekt bilgi ve aklın inşa etmesi gereken evrensel hukukun bertaraf edilmesi gibi durum söz konusudur. Burada Spinoza’nın diliyle söylersek insan aklı epistemolojik olarak birinci bilgi katmanına geri dönüş yoluyla olaylara yaklaşmaktadır. Sadece duyulara endeksli bir bilgi ile hareket eden insan/varlık söz konusu. İnsanlar eski anlatılardan, köklerden. mitlerden beslenen nostaljik ve melankolik bilgi ve aidiyet formları içinde akla değil, mite ve kökene yaslanarak kendini güvenceye almaya ve yaşadığı korkuları aşmaya çalışmaktadır. Soyut aklın ve muhakemenin bu decere güç yitirdiği bir dönem yaşamış mı dünya, tartışılmayı hak eden bir konu olarak ortada durmaktadır.

Bu ruh hali, geleceğin kaybı endişesi ile patolojik bir hal almakta; gelecek tasavvuru üzerinde oluşturulan tahribat ve umutsuzluk, şimdi’nin reaksiyonunu da kadük bırakmaktadır. John Keane’nin ‘‘gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum. Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne çok haykırış var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum: Katledilmiş on binler, üst üste yığılmış cesetler; atların nalları altında can çekişenler ölümün imgesini ve ızdırabını çağrıştırıyor. İşte sizin barışçıl kurumlarınızın meyveleri! Yüreğim derinliklerinden merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet, kalpsiz filozof! Gel ve bize, bir muhabere meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi’ (5) sözleri aynı zamanda bir kavram yaratıcısı olarak sanatçının varoluşun bu vehçesine dair tutumunu işgal etmelidir. Sanatsal üretimin zihin yoluyla elde edilen formlar veya önermeler olduğunu unutmamak gerek.

Dolayısıyla, feyz alınan kavram olarak kıyamet, sadece bir son değil aynı zamanda yeniden diriliş anlamını da barındırdırır. Bir son değil, bir başlangıç. Kıyamet-Kıyam Et! Sergisi’nde geliştirilmek istenen tavır kavramın daha çok bu yönüyle ilişkili olacaktır. Dünyada yaşanan trajedi ve felaketlere karşı sanatın veya sanatçının yeniden düşünme ve tavır geliştirme önerilerinden yola çıkılacaktır. Sanatçılar terkedilmiş ve paramparça edilmiş doğayı, sınırına gelmiş “insanlık durumu’nu, tutsak edilmiş geleceğe karşı reaksiyoner bir tutum sergilemenin yolllarını araştıracaklardır. Kıyamet sergisine davet edilen sanatçılar, farklı medya ve malzemelerden kuracakları temsili bir evren ile “kıyam etme’nin, yani yokoluş’tan sonra yeniden varolmanın imkanlarını tartışacaktır.

Mahmut Wenda Koyuncu

1.Hannah Arendt (1996), Totalitarizmin Kaynakları. Antisemitizm, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 20-21. 5 Hannah Arendt, a.g.e., s. 26. 6 Hannah Arendt, a.g.e., s. 27.

2.Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 33.

3.Theodor W. Adorno, ‘‘Boyun Eğme’’, (Çev: Kaya Şahin), Defter, sayı: 37, Metis Yayınları, İstanbul, s. 138.

4.Hannah Arendt, (2001), ‘‘Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk’’, Kamu Vicdanına Çağrı. Sivil İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 176.

5. John Keane (1998), Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev: Bülent Peker), Dost Yayınevi: Ankara, s. 9.

Serginin Facebook etkinlik sayfası


Sergide, serginin küratörü Mahmut Wenda Koyuncu ile resmimin önünde…

Reklam

İmgenin yasaklanmasıyla "imgesini göremediğimiz" o şeyin yasaklanması arasındaki fark ne?



Nüfusunun çoğunluğu “türk gibi sigara içen” ve “aslan sütüyle demlenen” bir ülkenin vatandaşları o büyük heyecanla seyrettikleri TV kanallarındaki her seri, her film, hatta her haber görüntüsünde sigara, pipo ve alkollü içeceklerin piksellenerek sansürlenmesine değil başkaldırmak, neredeyse 10 yıldır -kaç yıldır?- duyulabilir, çoğalabilir tek itiraz kelimesi kurmuyor, paşa paşa divanında, koltuğunda oturuyor ve bu “yeni imgeyi” olağanlaştırıyorsa, onlar o ülkede o sansürün sahiplerini Başkan kılmışlardır bile! Hangi başkanlık sistemi tartıştığınız?!


Tam babası tarafından kabahati her an yüzüne vurulan ve ne mutlu ki tokadı henüz suratına yemeyen çocukların ülkesi!
Yani şunu demek istiyorum:
Biriniz ya da birçoğunuz, bu -on milyonlara yönelik- toplu sansüre karşı dava açtınız…
Yani, TÜTÜN ÜRÜNLERİNİN ZARARLARININ ÖNLENMESİ VE KONTROLÜ HAKKINDA KANUN’un “Diğer koruyucu önlemler” bölümü 3. maddesinin 6. satırı ve BAZI KANUNLAR İLE 375 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMEDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN’ca değiştirilen 6487 sayılı Kanun’un 6. maddesine karşı…
Çiğnenen haklarınız olarak da TC Anayasası’nın 27. ve 28. maddesinin, yetmezse de AVRUPA BİRLİĞİ TEMEL HAKLAR BİLDİRGESİ’nin İfade ve haber alma özgürlüğüni düzenleyen 11. maddesinin koruduğu hakları gösterdiniz.
Hepinizin bildiği gibi o temel haklar, size sunulan, gördüğünüz bir imgeyle karşılaştığınızda “imgeyi özgür ve tam görmenize” ve yaratılan eserin tümlüğüyle seyircisine ulaşmasına dair temel haklar!
Farkındaysanız, yasakoyucuların doğrudan üzerine yasa belirlemeye gerek duymadıkları kadar temel bir insan hakları ihlali bu ayan beyan toplu sansür.
O halde isterseniz, yasakoyucuların hakkında bir yasa yazmalarını gerektirecek önemi verir, yeni bir kuram yaratırsınız başvurunuzda, dava sürecinde.
Kaybederseniz bir üst mahkemeye taşırsınız davayı.
Gerekirse ve belki de en güzeli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar…
Kazanırsanız bu toplu sansür kalkacak biliyor musunuz!
On milyonlarca insan hiç ummadıkları kadar önemli bir özgürlüğü, uzun bir aradan sonra ilk kez tadacak, bu gelişmeye karşı çıkmayı temelden sorgulayacak.
Ne zafer!
Ne yenilgi!
Peki o zaman…
Kendinizi niye ikna edemiyorsunuz? Karşı çıkmak ve üzerine gitmek ve değiştirmek neden refleksif doğallıkta, hızda seçimleriniz değil?
Ulus Baker’i bundan doğru anamayız mesela bence…
Bir şeyin imgesinin yasaklanması ile o şeyin yasaklanması arasındaki fark ne? Sigara ve alkol yasaklandığında niye karşı çıkacaksanız, bugün karşı çıkmazsanız?
Bu arada hoş bir haber, “Sanatsal İfade Özgürlüğü Kılavuzu” da yayınlandı.

Ek: 

TÜTÜN ÜRÜNLERİNİN ZARARLARININ ÖNLENMESİ VE KONTROLÜ HAKKINDA KANUN 

Diğer koruyucu önlemler(1)
Madde 3 – (Değişik: 3/1/2008-5727/4 md.)
(6) Televizyonda yayınlanan programlarda, filmlerde, dizilerde, müzik kliplerinde, reklam ve tanıtım filmlerinde tütün ürünleri kullanılamaz, görüntülerine yer verilemez.

BAZI KANUNLAR İLE 375 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMEDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN
Kanun No. 6487, Kabul Tarihi: 24/5/2013
MADDE 6- … Televizyonlarda yayınlanan dizi, film ve müzik kliplerinde alkollü içkileri özendirici görüntülere yer verilemez.

TC ANAYASASI
IX. Bilim ve sanat hürriyeti
MADDE 27- Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her
türlü araştırma hakkına sahiptir.
MADDE 28- Basın hürdür, sansür edilemez.

AVRUPA BİRLİĞİ TEMEL HAKLAR BİLDİRGESİ
Madde 11 İfade ve haber alma özgürlüğü
1. Herkes, ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü içerir.

“Sanatsal İfade Özgürlüğü Kılavuzu”

B. SANATSAL İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN
KIMLER YARARLANABILIR?
Sanatsal ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleler yalnızca eseri yaratan kişiyi değil, eserin yaratılmasında katkısı olan, çoğaltılması ve yaygınlaştırılmasında rol oynayan diğer kişileri de etkiler. Hatta sanat eserine erişimi engellendiği ve bu nedenle kültürel yaşama katılım hakkına müdahale edildiği için sanat eserinin izleyicileri de etkilenebilir. Dolayısıyla sanatsal ifade özgürlüğünün mağdurları açısından ifade özgürlüğü bu noktada geniş kapsamlı bir koruma sağlar.

Διεθνές φεστιβάλ των Κρυμμένων Θηβών



Η έκθεση περιλαμβάνει έργα ζωγραφικής, γλυπτικής, κατασκευές, video τέχνη, video ντοκουμέντα land art με τίτλο LANDGRAPHIE.
Η έκθεση αφορά την αναζήτηση της οντολογικής ταυτότητας του ανθρώπου μέσα από την διερεύνηση του πολιτισμικού και ιστορικού αποθέματος της πιο αρχαίας πόλης της Ευρώπης, της Θήβας. Η συνομιλία του παρόντος με το παρελθόν δίνει τις απαντήσεις για το νόημα του ανθρώπου του μέλλοντος, απαντήσεις που δίνονται στο μυθικό υβρίδιο της ξαναζωντανεμένης Σφίγγας, που θέτει ξανά και πάλι σήμερα στον παγκόσμιο πολιτισμό, το αίνιγμα της. Οι απαντήσεις μέσα από την πνευματική αναζήτηση των εικαστικών, προσπαθούν να καθορίσουν την μοίρα της ίδιας της πόλης και παράλληλα να προσδιορίσουν τους κινδύνους που άπτονται στην διττή φύση του ανθρώπου και του πολιτισμού.
Παράλληλα με την έκθεση θα προβάλλονται κινηματογραφικές ταινίες και ντοκουμέντα με τον τίτλο “GREEK WAVES”, που αφορούν μια κριτική σύνοψη ταινιών Ελλήνων Σκηνοθετών, που επιμελείται η Ιταλίδα επιμελήτρια Dores Sequenia. Το νήμα που ενώνει αυτές τις παρουσίες στην οθόνη είναι ο μύθος, που η κοινωνιολογική και πολιτιστική του δύναμη εκδηλώθηκε με πρωτοφανή τρόπο στην Ελλάδα, το λίκνο του κόσμου. Μέσω του σύγχρονου μύθου η κινηματογραφική εικόνα δρα σε ένα βαθύτερο επίπεδο της γλώσσας και βρίσκει γόνιμο έδαφος σε ένα κινηματογράφο φορτωμένο με ερεθίσματα που εισβάλλουν στη συλλογική φαντασία της κοινωνίας. Η εκδήλωση ανοίγει με ένα αφιέρωμα στον πρόσφατα θανών Θόδωρο Αγγελόπουλο την Τρίτη 6-10 και συνεχίζεται με συνεχείς προβολές και την Τετάρτη 6-10, από τις 6.00 το απόγευμα.
Συμμετοχές:
ΔΑΜΩΝ ΠΑΠΑΚΥΡΙΑΚΟΥ
FRANCESCA SIGILLI
HAKAN AKÇURA
MASSIMILIANO BOSCHINI
ΠΑΠΑΝΙΚΟΛΑΟΥ ΕΛΕΝΗ
ΣΥΡΑΚΗΣ ΓΙΩΡΓΟΣ
ΤΣΑΓΚΑΣ ΧΡΗΣΤΟΣ
ΔΗΜΟΠΟΥΛΟΥ ΜΑΡΙΑΝΝΑ
BAXX VLADA PANTELIC
ΛΟΥΔΟΒΊΚΟΣ ΚΏΣΤΑΣ
UEDA TAKAYOSHI
ΟΙΚΟΝΌΜΟΥ ΜΑΡΊΑ
ΒΑΣΙΛΆΚΟΥ ΓΕΡΑΚΆΚΟΥ ΑΡΓΎΡΗ
MAREA ATKINSON
LOLA FISCHER
ΜΑΡΊΑ ΜΑΡΊΝΟΥ
ΚΟΥΚΟΥΛΑΚΗ ΣΤΕΛΛΑ
LE GUENNEC MURRIELE
ΒΑΣΙΛΙΚΗ ΣΠΥΡΟΥ
BENNA G.M
COLAK BANU
DENEZ RUSHA
KARIN FELBERMAYR
LUNARDI MARCANTONIO
ΜΥΡΤΩ ΑΠΟΣΤΟΛΟΥ
MARIANNA MADEIRA
PHYLA ELENI
STEPHAN GROß
DIMITAR DIMOV
MARY ROUNCEFIELD
CRYPTOGRAPHIE
PINA DELLA ROSSA
XAVI DE JUAN-CREIX
COR FAFIANI
GINO FOSSALI
MARIA LUISA IMPERIALI
MARTHE KELLER
GIOVANNI LAMORGESE
MARTA MANCINI
DORES SACQUEGNA
VITO SARDANO
ANTONELLA ZITO
LANDGRAPHIE
CHRISTO AND JEANNE-CLAUDE
ULRIKE ARNOLD
RICHARD ASHROWAN
PAM LONGOBARDI
GRIMANESA AMOROS
ANDREA JUAN
GILLES BRUNI
GREEK WAVES – λίστα σκηνοθετών
THEO ANGELOUPOLOS
STATHIS ATHANASIOU
ANASTASIA CHRISTOFORIDOU
IFIGENIA DIMITRIOU
DIMITRIS KOLLATOS
NIKOS KORNILIOS
PANAYOTIS KRAVVARIS
MARIA LAFI
THANASIS NEOFOTISTOS
EIRINI STEIROU & ELIZA ALEXANDROPOULOU
THANASIS TSIMPINIS
GEORGE TSIROGIANNIS
Γενική επιμέλεια: Κωνσταντίνος Αγγέλου, Πολυξένη Κασδά
Ειδική επιμέλεια: Dores Sacquegna
Υπό την Αιγίδα του Υπουργείου Πολιτισμού και την συνεργασία της Ανωτάτης Σχολής Καλών Τεχνών Αθήνας.
——————————————————————————————————-
ΩΡΕΣ ΛΕΙΤΟΥΡΓΙΑΣ
ΣΥΝΕΔΡΙΑΚΟ ΚΕΝΤΡΟ της ΔΗΚΕΘ
Η έκθεση θα είναι ανοιχτά κάθε Τρίτη και την Τετάρτη από τις 18.00 – 21.00, και το Σάββατο από τις 10.00 έως τις 14.00 και από τις 18.00 – 21.00.
ΕΡΓΑΣΤΗΡΙΟ ΤΕΧΝΩΝ ΚΑΙ ΕΙΚΑΣΤΙΚΗΣ ΔΗΜΙΟΥΡΓΙΑΣ
Η έκθεση θα είναι ανοιχτά Δευτέρα, Πέμπτη, Παρασκευή από τις 18.00 – 21.00, και το Σάββατο από τις 10.00 – 14.00.
Για επισκέψεις σχολείων σε άλλες ώρες, κατόπιν ειδικής συνεννόησης, στα τηλέφωνα 697-6427129 και 693 6579312
——————————————————————————————————-
Στη μέση μιας επίμονης κρίσης
η Κρυμμένη Θήβα ξεσπά μέσα από τον εαυτό της
ανοίγοντας ξανά το θρυλικό ερωτηματικό
που κρατάει το λόγο της ουσίας μας.
Καλλιτέχνες από όλα τα πεδία, από όλον τον κόσμο
επιχειρούν να αποκαλύψουν αυτόν τον πρωταρχικό σπόρο
που κρύβεται μέσα στον ίδιο τους τον εαυτό,
Αυτό που μας κάνει Ανθρώπους.
Το πρώτο Φεστιβάλ των Κρυμμένων Θηβών σας καλωσορίζει
σε αυτήν την διεθνή εκδήλωση που,
επικεντρωμένη στο Αίνιγμα της Σφίγγας,
επαναφέρει την οντολογική αξία της μυθικής μας πόλης:
«Τί ἐστιν ὅ μίαν ἔχον φωνὴν, τετράπουν καὶ δίπουν καὶ τρίπουν γίνεται;»
Γενική επιμέλεια: Κωνσταντίνος Αγγέλου, Πολυξένη Κασδά
Ειδική επιμέλεια: Dores Sacquegna
Υπό την Αιγίδα του Υπουργείου Πολιτισμού και την συνεργασία της Ανωτάτης Σχολής Καλών Τεχνών Αθήνας.

Thebes, Sphinx 2015 etkinliklerinde, geçmişin hayaletleriyle geleceğin Avrupası’na doğru…

Ekim başında bir haftalığına Yunanistan’da, Atina’nın kuzeybatısındaki ünlü antik kent Thivas / Thebias’da (Thebes) sürmekte olan SPHINX 2015 (Sfenks 2015) etkinliklerine davetliyim.

Etkinlikler kapsamında 1 Ekim’de açılacak sergide “2011 yılında Avrupa’da çok küçük bir ada ya da çok yakında bütün Avrupa” adlı resmim sergilenecek. Ayrıca aynı hafta antik kentte yeralan iki ayrı meydanda iki ayrı etkinliğim sahne alıyor.

İlki 4 Ekim pazar günü düzenleyeceğim -umarım- çok katılımlı bir performans. İsmi ingilizce ve çevrilmesi mümkün değil: The inter(s)a(n)ction of third individuations. Angela Merkel’in 2010 yılının Ekim ayında sarfettiği ve Avrupa’da yeni bir çağı başlattığını düşündüğüm cümlelere 5 yılın ardından vermeyi düşündüğüm bir cevap.

Şöyle demişti Merkel, Postdam’da Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) gençlik kolu toplantısında yaptığı konuşmada: ”Kuşkusuz, yan yana yaşayacak, çokkültürlü bir toplum inşa etme yaklaşımı başarısız oldu, tek kelimeyle başarısız”. 
Ben Merkel’in bu cümlelerini, her bitirdiğinde yeniden başa alarak, arka arkaya ekledim. Her yeniden ekleyişimde yavaşlattım. Yeni bir ses dosyasına 14 dakika boyunca yaydım. Artık o ses iniltiye, çok sevdiğim bir arkadaşımın benzetmesiyle “Tepegöz Polyphemus’un, mağarasında, Odysseus’a haykırışına” dönüşünceye kadar… 
Performansa şimdiden elimdeki tüm olanaklarla davet ettiğim Atina ve Thivas’lılardan, oralara varınca bulacağımı düşündüğüm diğerlerinden istediğim ise, Thebes’in “Ag. Georgios” (yani Aya Yorgi, Saint George ya da Cercis Aleyhisselam) Meydanı’nda, Merkel’in dönüştürülmüş sesi güçlü hoparlörlerden boşanırken, o hoparlörlerin karşısında, kendi seçtikleri şarkıları kulaklıklarından dinleyerek dansetmeleri. Danslarının sonunda da kendi ve dansetmek için seçtikleri o şarkıların isimlerini bana iletmeleri… 
Performansın hazırlığından başlayarak, sürecini, kendisini belgelerken, onların isimleri ve şarkı listelerini de yayınlayacağım bir web sitesi ise hedefim, sonraki işim. Daha öte hedefim ise bu “sessiz” dansları tüm Avrupa’ya yayabilmek. Bakalım… Daha Thebes’te kaç katılımcıyla yola başlayacağımı bile bilmiyorum.

5 Ekim’de ise Thebes’in Sinikismos Meydanı’nda ise “Sazak’ın Dikenleri” ilk kez Yunanistan’da, açık havada, perdede gösterilecek. Sinikismos, 1922 yılında Anadolu, Küçük Asya’daki kırımdan kaçan, topraklarından sürülen sığınmacıların yerleştikleri meydan. Sanırım bu videomun gösterimi için iyi bir yer seçimi.

Aşağıda peformans çağrımı temellendirdiğim, tanımladığım ingilizce proje metnimi bulacaksınız. Etkinliğin Facebook sayfasını, açık çağrımı, Yunanistan’daki dostlarınızla paylaşır ve onların da yaygınlaştırmasını isterseniz sevinirim:
The inter(s)a(n)ction of third individuations

“At the external level, the immigrant has to rediscover the acceptable limits of interpersonal space. The extent of physical contact, spatial proximity and psychological intimacy becomes a matter of renewed psychosocial negotiation and practice. More important, the immigrant finds himself “too far” from his country of origin, a distance that he, like the practicing phase toddler, might greatly enjoy for some time. Sooner or later, however, the anxiety of having exceeded the symbiotic orbit surfaces. The immigrant’s ego loses the support it had drawn from the familiar environment, climate, and landscape—all unconsciously perceived as extensions of the mother. “Attempts at restoration of such ego support may lead the immigrant to seek a climate and ethnic surrounding much like his original, and may become involved in a lifelong attempt at symbolic restitution of his motherland”.
(Salman Akhtar (1995), “A Third Individuation: Immigration, Identity, And The Psychoanalytic Process”, Journal of the American Psychoanalytic Association 43:1051-1084)

“This is why Lacan’s formula for overcoming an ideological impossibility is not ‘everything is possible’, but ‘the impossible happens’. The Lacanian impossible-real is not an a priori limitation, which needs to be realistically taken into account, but the domain of action. An act is more than an intervention into the domain of the possible—an act changes the very coordinates of what is possible and thus retroactively creates its own conditions of possibility.” 
(Slavoj Žižek, “A Permanent Economic Emergency”, New Left Review 64, July – Aug 2010, page 85) 


I think the words of German president Merkel “And of course, the approach [to build] a multicultural [society] and to live side-by-side and to enjoy each other… has failed, utterly failed” is the beginning of the new era that is a foresight future of Europe. 

“The inter(s)a(n)ction of third individuations” is a work within a city-wide participatory art-research project using the digital, physical and human infrastructure of a festival, including Merkel’s manipulated speech in background and a “silent” dance event and a declaration of a possible different foresight.

The project aims for a “silent” dance event with 100 – 1000 volunteer participants with own free chosen playlist during 13:14 minutes, intends even for exhibit of those participants own reflections upon Merkel’s speech and their detailed playlist on website.

Process:

To find participants in Thebes through help and open calls from voluntary groups that works within anti racism, for future multi cultural European societies. The call will inform about the project; “silent” dance event, recording of own reflections and publishing playlists.

A comprehensive lab-working with individual recordings of the participants reflections of Merkel’s manipulated speech, and the playlists that participants will choose to listen with their own mp3/4 player with headphones while they dance in “silent” event.

The actual process will occur in a crowded square of city on the dates of the festival. Merkel’s manipulated speech will be on speakers, running gradually slowing, while the participants dance “silent”. The participants will be close-up recorded by moving cameras and the square will be recorded by multiple stable cameras during those 13:14 minutes. 

The interactive presentation of the project on its own website will be available close after the date of performance. The website gives all visitors possibility to enter the different pages to check all participants reflections and playlists with their own cursors.

Yen içinde kırık kollar ya da dört yıl önce kimi sorulara verdiğim cevaplar

Bundan yaklaşık dört yıl önce, 15 Aralık 2010’da bir e-posta aldım: 

 “Merhabalar, 
Adım … Bogazici Universitesi son sinif ogrencisiyim. 
Bu donem Genco Gulan’dan contemporary art dersi aliyorum. Dersi alan arkadaslarimla beraber bir roportaj dizisi hazirliyoruz. Cagdas sanatcilarla yaptigimiz kısa soylesileri http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinliyoruz. Yaptiginiz isleri cok degerli buluyorum ve sizinle farkli konulara deginen bir soylesi gerceklestirebilecegimizi dusunuyorum. Eger vakit ayirabilirseniz sorularimi e-mail ile gondermek istiyorum. Cevabinizi merakla bekliyorum.” 

Adını yazmak istemediğim sözkonusu öğrenci, alttaki cümleleri eşliğinde kendisinden istediğim soruları da yolladı: 

 “Merhaba Hakan Bey, 
Sorularimi hazirladim. Bu konuda isinin ehli biri degilim. Ilk defa cagdas sanat dersi aliyorum ve roportaj hazirliyorum. Zamanim da azdi. Hatalarim olmussa affinizi diliyorum. Teklifimi kabul ettiginiz icin tekrar cok tesekkur ederim. 
Bir de roportaji http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinlamamizin sizin icin bir sakincasi var mi diye sormam gerekiyor. İyi gunler diliyorum. Sevgilerimle”

Soruları okuyup, 

Sevdim sorularini…
Gelecek hafta icinde yollarim tum cevaplarimi…
Tabii ki söylesiyi, mudahale edilmemis haliyle, http://istanbulmuseum.org/artists/ adresinde yayinlayabilirsiniz.
Yayinlayinca haber verin, ben de blogumda yayinlayip, link vereyim…

Sevgiler,” 


diye yazdım.
Yoğundum ya da tembellik ettim, bir haftayı geçirdim, nazikçe uyarıldım:

Merhaba Hakan Bey,

Benim sizden mumkunse bir ricam olacakti. Hocamiz roportajlarimizi yarina
istiyor. Eger hazirsa cevaplariniz bu aksam gonderebilir misiniz?”

Herhalde yoğun bir gündü ki, Calisayim… Umarim beceririm,” yazmışım. Neyse… Becerip, sorulara verdiğim cevapları aynı gün içinde yolladım. Şu not eşliğinde:

Cevaplarım ekte …

Yayınlarken, cevaplarımda yeralan köprü linkleri de koruyabilirseniz, okurlarınız bu söyleşiden daha çok yararlanır.
Yayınlandığı zaman bana haber vermenizi isterim ve bloğuma taşırım.
Kolay gele… Genco’ya ve tüm arkadaşlara sevgi, selam.”


Öğrenci, aynı gün içinde şunları yazdı ve bana yolladı:

Emeginiz icin cok cok tesekkur ederim. Cevaplariniz oldugu gibi yayinlanacak.
Selaminizi da iletecegim. Cok sagolun.
İyi calismalar,”

Sonra…

Sonra, 2011 Şubat ayının 12’sine kadar beklemişim ve öğrenciye sormuşum:

Selam …, 

Neden hala yayınlanmadı, merak ettim.
Bir fikrin var mı?
Sevgiler,”


(Yaklaşık dört yıldır gelen bir cevap yok.)

Baktım eski facebook mesajlarıma, iki ay daha bekleyip bu kez Genco Gülan’a bir başka şeyi sorarken araya eklemişim bu merakımı:

…ama yine bogazici’nden … aylar önce istanbulmuseum.org’da yayinlamak uzere daha sonra yayinlanamayan (neden sahi?) bir röportaj yapmisti…”

Genco da cevap vermiş:

“…Projeyi tamamen öğrenciler yürütüyorlar. VE ders bitince yok oluyorlar Yani proje üzerinde fazla kontrolüm yok ve bir takım kazalar olabiliyor. Zor iş, temasta kalalım, Genco”

Sonra unuttum.

Aralarda onlarca kez başka nedenlerle yazışırken, Wikipedia madde metinlerini isveççeye çevirirken, şakalaşırken, hiç aklıma gelmedi dönüp yeniden sormak. Dedim ya “unuttum”.

Bugün, bir makalenin köprü linkleri sayesinde sözkonusu röportajların yayınlandığı sayfaya neredeyse dört yıl sonra yeniden gidince, farkettim ki, sanatçı listesi uzamış da uzamış. Herkesler orada… 

Birçoğu da benden sonra yapılan röportajlar. Kontrolden ve kazalardan kurtulmuş!..

İlginç!

Neyse, bari siz eksik kalmayın bu soru ve cevaplardan diye düşündüm, buraya taşıdım yayınlanmamış röportajı. 

Keyfini çıkarın!

SORU: Kürtçe sorunu, göçmen sorunu, Gazze, Irak savaşı, Ceylan Önkol, Hrant Dink… Yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu, kendi deyişiyle open flux sanatçı olan Hakan Akçura neden taraf olup destek veren bir aktivist değil de bir sanatçı?


HA: Sorunuz birçok açıdan sorgulanası bir nitelikte.


Öncelikle, sanatçılık ile aktivistliği birbirine karşı konumlandırdığı için sorgulanmalı… Kim demiş “yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu” bir sanatçı varoluşu aktivistliğe engeldir diye? Ben neden aynı zamanda taraf olup destek veren bir aktivist, diğer yandan bir sanatçı olamayayım?


Soru, “taraf olup destek veren bir aktivist” olmayı seçmek varken, “yaşadığı dünyaya karşı duyarlı, sorumlu bir open flux sanatçısı” olmayı seçmenin, bir tür geride kalışı, eksikliği beraberinde getireceğini, bu durumu asal olan yerine gölgesini, zor olan yerine kolayı seçmek sandığı yerden, bu önyargılı düz mantığından dolayı da sakat.


Bilemiyorum ama eğer siz aslında, bu denli açık, doğrudan, kimileyin oldukça sert ve yüzleştirmeye çağıran bir muhalefeti, görsel, işitsel yaratımlar eliyle sürdürmenin “sanat olup olmadığını” sorgulayan bir zihne sahipseniz, bu önyargılı düz mantığa sahip olmanız da, sanatçılık ile aktivistliği birbirine karşı konumlandırmanız da çok normal. Ama bu zihinsel çıkarsama fazlasıyla sıradan bir yanlışlığı içeriyor ve bu söyleşiyi yaptığınız zemine aslında çok uzak.


S: Tabii bunun üzerine sormam gereken neden gerilla sanat?


HA: “Gerilla sanat işleri” hızla müdahile edilmesi gereken bir olgu, olay, gelişme ve tutuma yönelik yaratılmış, üretilmiş, hızla algılanabilme, çoğaltılabilme, paylaşılabilme, kullanılabilme olanağı taşıyan işlerime verdiğim isim. Ne kadar altından kalkabildiğimi bilmiyorum ama bu yöntem, bu biçim, sözkonusu işlerin nitelik yüksekliği, çok katmanlılığı, derinliği gibi halledilmesi gereken yaratım sorunlarını aslında hiç de devre dışı bırakmıyor. Türkiye’de ve dünyada bu tür yaratımın da, bu yöntemi kullanan sanatçıların da sayısı hiç az değil.
Elbette ki “gerilla sanat işlerim”den yola çıkarak, onlardan her anlamda çok farklı birçok eseri içeren yaratımımın tümünü, bir “gerilla sanat” kavramı içine sokup tanımlamıyorum. Umarım siz de tanımlamıyorsunuzdur. Çünkü her ne kadar bu tanımlamayı başlığına taşıyan kimi festivaller ve sanat etkinlikleri varolsa da aslında muhalif sanatsal etkinliklerin yöntemsel ve biçimsel niteliğine dair olan bu tanımlamayı, başlı başına ayrı bir sanat kavramı, tanımı kılmak çok anlamlı ve kolay değil. Ben ne niyetlendim, ne kalkıştım buna.


S: Türkiye’de gerilla sanat yapmakla yurtdışında yapmanın farkları nelerdir?


HA: Gerilla sanat işlerini nerede ürettiğinizin çok önemi yok. Bütün muhalif sanatçıların yaşadıkları ülkenin özgürlüklere ne kadar açık olup olmadığı gerçeği ile birlikte yüzyüze kaldıkları kimi zorluklar ve dolayısıyla seçtiği kimi farklı yöntemler ise her zaman sözkonusu… Mahlas kullanmak, yaratımını anonim kılmak, çalışmalarının devamı için kendini koruyan bir yandaş ve destekçiler çemberi oluşturmak gibi…


Ama sorunuzda aslında özel olarak bana, belki de bir başka alışıldık önyargı sonucu aslında, İsveç’te yaşarken ürettiğim işleri Türkiye’de yaşasam üretip üretemeyeceğimi sormak istiyorduysanız, sık sık Türkiye’ye gelen, kalan bir TC vatandaşı olarak, hiç de farklı bir hukuksal zeminde yaşamadığımı sanırım size hatırlatmam gerekecek. Yurtdışında yaşamamın bana sunduğu ve daha rahat yaratabilmemi, üretebilmemi sağlayan özel bir cesaret ya da kolaylık yok.


S: Yaptığınız işler tepki toplayabilecek nitelikteler. Örneğin “Allah Korkusu” adlı sergideki –sureti silinmiş Atatürk- afişiniz nedeniyle ifadenize başvurulduğunu okudum. Böyle durumlarla/tepkilerle karşılaştığınızda “ne güzel, çalışmam birilerini düşünmeye sevketti” diye mi düşünüyorsunuz yoksa başka bir yönde mi?


HA:İfademe başvurulmadı. İfademe başvurulma ihtimali doğdu ve ben önce davranıp, henüz benden istenmeyen olası savcılık ifademi yazıp, yayınladım. Ben dahil, savcılık soruşturmasına uğrayabilecek diğer sanatçı arkadaşlarımı ve bütün olarak sergiyi savunma içgüdüsüyle davrandım.


“Kemalizm bir ibadet biçimidir” isimli o afiş tasarımım gibi resmi devlet politikalarını ve toplumda kök salmış tabuları konu edinen, sorgulayan, sarsan işleri ürettiğimde birçok kişi ve kurumdan gelecek farklı tepkilerle karşılaşacağımı zaten bilirim. Nefret e-maillerinden, mesajlarından, olası soruşturma, kovuşturma süreçlerine ve ölüm tehditlerine kadar… Tabii ki bu tepkiler bana “ne güzel, çalışmam birilerini düşünmeye sevketti,” dedirtmez. Bu tepkiler, sahiplerinin düşünmeye, dönüşmeye, yeniden değerlendirmeye ilişkin dirençlerinin, bağnazlıklarının, hoşgörüsüzlüklerinin ve saldırganlıklarının sonucudur çünkü.


Örneğe dönersek, ben o afişi yaptığım günden bu yana kemalist resmi ideoloji çok daha rahat tartışılabilir, sorgulanabilir bir hale geldi. Sürecin bu biçimde evrilmesinde, o çok ses getiren afişle benim de bir katkım olduysa bakın işte buna sevinebilirim.


S: Yurtdışında yaşamak, işlerinizde bakış açınızda ne gibi farklılıklar yarattı?


HA: Yurtdışında yaşamak beni göçmen kıldı. Nesnel olarak yaşantımı sanmadığım ölçüde değiştirdi. Göçmen karşıtı devlet politikalarının, ayrımcılığın ve gizli ırkçılığın, hiçbir göçmeni diğerlerine göre kendini “şanslı” saymaya izin vermeyecek bir eşitlik ve yaygınlıkla karşısına aldığını gördüm öğrendim. Ne yalan söyleyeyim, İsveç kültür ortamının bana kırmızı halılar sereceğini hiç düşünmemiş olsam da, nitelikli bir profesyonel ve sanatsal geçmişle, örneğin çok daha kolay iş bulabileceğimi, yaşantılamaya neredeyse altı yıl sonra bile devam ettiğim zorlukları çok daha erken bertaraf edebileceğime inanıyordum. Şimdiyse, değil ben gibi yeni, isveççeyi sonradan öğrenmiş, orta yaşı aşmış yeni göçmenlerin, burada doğmuş ve nesnel olarak bir başka ülkeyi anavatanı, bir başka dili anadili sayamayacak olan ikinci, üçüncü kuşak göçmenlerin bile ne denli yoğun bir ayrımcılıkla karşı karşıya olduğunu biliyor ve onlarla birlikte “hodri meydan!” dediğim bir savaşçı ruhla soluk alıyorum burada… Sanırım koca bir Avrupa kıtasında durum çok farklı değil.


Haliyle, neyi nasıl yaşadığı sadece işlerinin biçimini değil, özünü de etkileyen, bazen belirleyen bir sanatçı olarak tüm bu varoluş sürecim yaratımımı da etkiledi.


S: “Gerçekler Bilinsin Yeter” işinizden biraz bahsedebilir misiniz? Bu çalışmayı yapmak istemenizin altında yatan itici güç neydi?


O itici güç, şu anda sözkonusu videomun hala alabildiğine güncel kalmasının da nedeni olan hala gerçekleşmemiş olan hedefimdi.


Şöyle ki, “Gerçekler Bilinsin Yeter” (Üç ayrı kimliğiyle Abdülkadir Aygan’ın ya da Türkiye’nin karanlık 22 yılının portresi), TSK, bünyesinde bir zamanlar bu ölçüde yasadışı bir cinayet şebekesi kurulduğunu kabul edene, bundan dolayı özür dileyene ve dönemin sorumlularının bulunması, yargılanması için elindeki tüm belge ve bilgileri açıklayana kadar, ya da ne bileyim, savcılarımız Kadir’in nerede olduğunu, şu anda ne yaptığını, zamanında ve şimdi kimlerin koruması altında olduğunu bu videoda ihbar ettiği katillerin yakasına yapışıncaya kadar hep ”yeni bir hikaye” olarak kalacak. Ne yazık ki!


Sorunuzun ayrıntılı cevabını videoyla birlikte yayınladığım basın bülteninde, 2008 yılında cevaplamıştım. Durduğum yer aynı. Oradan aktarıyorum:


“Selamlar,

Bu kez, İsveç’te gerçekleştirdiğim ve internetten yaygınlaştırmayı seçtiğim pek alışılmadık türden bir videoyu -sadece Türkiye’nin sanat ve kültür ortamına değil, on yıllara yayılan acıların ve akan kanın tartışıldığı tüm gündelik yaşam zeminlerine de – sunuyorum. Tüm siyaset, medya, hukuk kimlik ve kurumlarının bir kez daha sorumluluk ve samimiyetlerinin sınanacağı bir döneme bahane olsun, tek tek her türkiyeliye daha aydınlık bir gelecek için, gerçeğin bilgisi, gücü ve yolgöstericiliğini taşısın diye…

Video, ikinci “kayıt” videom. Adı “Gerçekler bilinsin yeter”. Süresi 3.5 saat.

Videoda benım sorularıma cevap veren “kimlikler”, Abdülkadir Aygan, “Abuzer” ve “Şerif” (Aziz Turan).

Abdülkadir Aygan 1977-1985 yılları arasında PKK militanı, 1985-1991 yılları arasında bir PKK itirafçısı olan, 1991-1999 yıllari arasında da Diyarbakır’da JİTEM elemanı olarak çalışan, 5 yıllık bir iç hesaplaşmanın ardından ailesiyle birlikte İsveç’e kaçarak, Türkiye’nin bu 22 yıllık birçok yanı karanlık kalmış, çok kan dökülmüş dönemine dair tüm bildiklerini anlatmaya karar vermiş bir insan.

Şimdiye kadar anlattıklarının çoğunun üstü örtüldü. Sadece JİTEM’e dair kimi aktarımları ait olduğu geniş bütün içinden seçilip ayrılarak Özgür Gündem’de yayınlandı. Musa Anter’in nasıl öldürüldüğünü de aktarması üzerine Hürriyet gazetesi sansasyonel bir buluşma organize etti ve Anter’in kızı ile Aygan’ı İsveç’te karşı karşıya getirdi. Attığı “babasının katiliyle buluştu” manşeti, Aygan’ın medyayla ilişkilerini sınırlamasına neden oldu. Çünkü o kabullendiği, ötesi itiraf ettiği, açık ettiği gibi birçok insanın katili olsa da, “Anter’in katili değildi”.

Hayatını yazdı. Kitap, küçük bir alman göçmen yayınevince basıldı. Aygan, kitabın önsözünü yargıcı, toplamını özensiz buldu. Elindeki tek kopyayı bile dolaylı yollardan edindi. Kitabın yaygınlaşabilmesi çok şüpheli görünüyor.

Anlattıklarıyla iki toplu mezar açıldı ve JİTEM timlerince öldürülen “faili meçhul”ların kemikleri bulundu.

JİTEM’in de, Aygan’ın -sahte resmi kimliğiyle Aziz Turan’ın- da varlığını baştan inkar eden resmi çevreler, bu gelişmelerin ardından savcılık eliyle JİTEM üyelerine karşı bir dava açmak zorunda kaldı.

Bense uzun süre Aygan’la buluşmaya hazırlandım, binlerce sayfa belge okudum, internetin kolay ulaşılamayan forumlarında hakkında devam eden ya da zamanında yapılmış tartışmaları, kavgaları takip ettim. Ardından farklı bir kimlikle ve isveç gizli polisinin korumasıyla yaşadığı yerde onu bulup, ikna edip, ardından buluşup, güven verip, bu söyleşiye giden yolu açtım.

Onu ne aklamak ne de yargılamak istemediğime ve gerçek bir “portre” peşinde olmaklığıma inandı. İnandığı şey doğruydu. Bu ikimize de yetti.

Sadece çekinmeden aktardığı bildiklerini ve tanıklıklarını değil, bizzat işlediği suçları, hatta eski aşkına, maruz kaldığını düşündüğü ihanetlere, umutları ve duygularına dair cümlelerini de içeren, İsveç’te gerçekleştirilen bu izleyeceğiniz kayıt, 25 Mayıs 2008 tarihini taşıyor.

Ben bu kayıt sırasında sorularımı karşımdaki insanın kişisel tarihini belirleyen üç ayrı kimliğe, PKK’daki kod ismiyle Abuzer’e, JİTEM’deki kod ismiyle Şerif’e ve Abdülkadir ya da ailesinin seslendiği biçimiyle Kadir’e, bedeni üç ayrı yöne dönük, üç ayrı oturma biriminde ve üç ayrı gömlekle oturmuşken sordum. O ya da onlar da cevapladı.

Ama uyarıyorum, kaydı atlaya atlaya izlerseniz, aktarılan uzun öykünün aralara sıkışmış kimi çok önemli ayrıntılarını öğrenmekten, iki ayrı kimliğe sorulan sorular arasındaki güçlü bağdan ve oluşan portrenin kendi iç mantığını izlemekten geri kalabilirsiniz.”


S: Göçmen Dairesi’ne Açık Mektup” adlı videonuzla Svelska Dagbladet’e manşet oldunuz, İsveç göçmen dairesinden “Güzel bir sanatsa güzeldir. Kızgın bir sanatsa bizim için ilginçtir. Kendimize bakıp, eleştirmek için bize fırsat verir. Biz bekleme sürelerimizin uzamasından gurur duymuyoruz” diye bir açıklama geldi. Peki asıl dışarıdaki halktan nasıl tepkiler aldınız? O zamandan bugünlere bu konuda nasıl gelişmeler oldu?


HA: Bu, aslında iki önceki sorunuzun kısmen cevabı da olan İsveç’teki ilk video performansım, sadece kendi blog sitem aracılığıyla yayınlayabildiğim, bunun dışında sadece Hırvatistan’da sergileyebildiğim bir eserim. Sizin deyiminizle “dışarıdaki halktan” gelen yaygın tepkileri gözlemleyebileceğim sergilenme olanağına hiç kavuşamadı. Ama o dönemde İsveç ve Türkiye medyasında oldukça sık yeraldı. O yayınlar kaç kişiye ulaştı bilemem… Video performansın yayınlandığı yılın ertesinde bekleme süreleri, başvuranların durumlarında özel bir sorun yoksa daha kabul edilebilir ölçülere çekildi. Bunda bu video performansın çok payı olduğunu söylemek ne kadar saçmaysa, hiç payı olmadığını iddia etmek de o kadar körlük olur bence…


Ben sizin deyiminizle “dışarıdaki halktan” gelen yaygın tepkileri gözlemleyebilmeye “İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık Mektup”un ardından yaptığım ve sergileme olanağı bulduğum “Günaydın” isimli video performansımla buldum. Sonuçta o da sıradan bir göçmen işi yapan sanatçının, bizzat işini uygulama biçimiyle, toplumla kurmaya çalıştığı yeni iletişimi konu aldığı için, gelen ve genellikle yapıcı, düşündürücü, olumlu nitelikteki tepkilerden çok güç aldım.


S: Yazılarınızı ve bazı işlerinizi openflux.blogspot.com ‘da yayınlıyorsunuz. Ne kadar çok insana ulaşırsam o kadar iyi gibi bir tutumunuz var anladığım kadarıyla. Peki geçiminizi de sanatınızdan mı sağlıyorsunuz?


HA: Bu soruyu birkaç kere okudum. Zihin birinci cümleden, böylesi bir ikinci cümle aracılığıyla nasıl ve neden bu üçüncü soru cümlesine varabilir diye düşündüm. Blog sahibi olup, yaratımımı olabildiğince fazla insanla paylaşmaktan çalışmaya ve geçinmek için para kazanmaya nasıl zaman ve fırsat bulduğumu, aslında bulup bulmadığımı sorar gibisiniz.


Bir sanatçıya, ne tanışınız, ne arkadaşınız olmayan bir adama, nasıl geçindiğini bu kadar rahat sorabilmek de ayrıca tuhaf.


Neyse… Hayır, geçimimi yaklaşık 20 yıllık sanatçılık kariyerimin hiçbir döneminde sanatımdan sağlamadım, sağlayamadım. Çok isterdim oysa… Türkiye’de yıllarca sayfa tasarımcısı, grafik tasarımcı ve reklam ajanslarında matbaa koordinatörlüğü yaparak geçindim. O dönemlerde, yaptığım hemen her resim satılsa, satıldığı dönemlerde beni oldukça rahatlatsa da, bu durum süreklilik kazanmadı.


Yukarda sözünü ettiğiniz blogum Open Flux’ta, İsveç’teki bu ilk yıllarımdaki işsizlik koşullarımdan, çalıştığım kimi göçmen işlerinden doğan kimi yaratımlarımı bulabileceğiniz gibi, Parlamento’ya kadar çıkan etnik ayrımcılığa dair tartışma ve başvuru metinlerimi de bulabilirsiniz.


Sözkonusu ayrımcılık, destek alabilmek için başvurduğum sanatsal fonların seçicilerinde de yaygın ve etkili. Ona rağmen hemen her fona, genellikle de her seferinde farklı bir proje teklifi ile başvurmaya devam ediyorum.


Bir süredir işsizdim. Önümüzdeki haftalarda kendi olanaklarımla bulduğum ve hemen hiçbir deneyimimin olmadığı bir işte çalışmaya başlayacağım için seviniyorum.


S: Son olarak da Zeitgeist Hareketi ile ilgili düşüncelerinizi sormak istiyorum.


HA: Çok özetle, bu dünyanın karanlığa, acıya, yoksulluğa, savaşlara, kırımlara bakan tarafının kimler tarafından ve neden oluşturulduğunu doğru gören ama buradan çıkan komplo teorilerini oldukça abartılı bulduğum bir hareket.


Geçtiğimiz yılın bence iki olağanüstü eyleminin sonuçlarına bakarsak, Zeitgeist Hareketi’nin de hedefi olan o egemenlerin o kadar da “her şeye hakim” olamadığını rahatlıkla görebiliriz: Gazze’ye yola çıkan Özgürlük Filosu ve Wikileaks’in başardığı değişimlerin boyutu, az sayıda gönüllü aktivistin haklı ve öngörülemez eylemlerinin gücünün ve olası sonuçlarının hiç de yabana atılası olmadığını gösterdi. Hepimize…