Bitmek üzere! (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası 1992-2012)


Tam adıyla “Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası” adlı çalışmamı ilk kez 17 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmak üzere Birgün Gazetesi için ürettim. Yayınlanan ilk başlığı “Az kaldı!” idi.


Ece Temelkuran ve Sezgin Öney köşe yazılarında bu çalışmamdan sözettiler.

Aynı haritayı takip eden 8 ay içinde gerçekleşen 29 yeni linç teşebbüsünü ekleyerek bu kez “Daha da az kaldı!” başlığıyla yeniden ürettim ve 26 Eylül 2010 tarihinde yayınladım. 

“Bitmek üzere! (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası 1992-2012)” adıyla yayınladığım bu üçüncü yenilemeye eklenen yeni linç teşebbüsleri, linç tehditleri ve yöneldiği mekanlarda insan olmadığı için hedefine ulaşamayan linç amaçlı saldırılar şunlar:

Diyarbakır 20 Ekim 2010
Konya 25 Kasım 2010

Kayseri 28 Mart 2011

Tokat 30 Kasım 2011
Şırnak – Uludere 31 Aralık 2011
Kütahya – Emet 13 Mart 2012
Adıyaman – Kahta 12 Nisan 2012
İstanbul 15 Nisan 2012
Kayseri – Pınarbaşı 25 Mayıs 2012
İstanbul 19 Haziran 2012
İstanbul 4 Temmuz 2012
İstanbul 5 Temmuz 2012
Adana 18 Temmuz 2012
Niğde 26 Temmuz 2012
Bursa – Yıldırım 27 Temmuz 2012
Malatya – Doğanşehir 29 Temmuz 2012
İstanbul 30 Temmuz 2012
Tekirdağ – Çerkezköy 31 Temmuz 2012
Muğla – Dalyan 1 Ağustos
Aydın 2 Ağustos 2012
İstanbul 9 Ağustos 2012
İzmir – Kiraz 12 Ağustos 2012
İzmir – Çandarlı 14 Ağustos 2012 (linç tehditi)
Kırklareli – Babaeski 14 Ağustos 2012
Hakkari -Şemdinli (Derecik) 18 Ağustos 2012
Gaziantep 20 Ağustos
Gaziantep 21 Ağustos

Edirne 22 Ağustos 2012
Çanakkale 23 Ağustos
İzmir – Karşıyaka 23 Ağustos
Isparta – Eğirdir 25 Ağustos 2012
Konya 25 Ağustos 2012

Çalışmamda ezici bir çoğunlukla ırkçı, milliyetçi, etnik ve homofobik nefret kökenli kalkışmalar, eylemler yeralsa da, özü gereği bir başka zamanda ve nedenle oluşsa bu niteliğe de sahip olacağına emin olduğum, olası suçlulara, sıradan insanlara yönelik linç kalkışmaları, son günlerde ne yazık ki sıkça karşılaştığımız ve ne iyi ki boş olan kürt siyasal örgütlenmelerinin binalarına yönelik linç amaçlı saldırılar da yeralıyor.

Çalışmalarım uzun süreli, özenli taramalara dayansa da, varsa atladığım linç kalkışma ve eylemlerini bana iletirseniz -ne yazık ki- onları da ekleyeceğim.  

Bir gün “Bitti!” diyecek olmaktan korkarım.


Update:


Bu yayınımın ardından gerçekleşen ve ne yazık ki yeni haritaya eklenecek linç girişimleri ve linçler…

Sakarya 27 Ağustos 2012
İstanbul – Çatalca 28 Ağustos 2012
Bursa 6 Eylül 2012 ve 24-29 Eylül 2012 
Çanakkale 2 Eylül 2012
İstanbul -Maltepe 3 Eylül 2012
Bitlis – Adilcevaz 6 Eylül 2012
Istanbul 6 Eylül 2012
Trabzon 17 Eylül 2012
Mersin  20 Eylül 2012
Gaziantep – Şahinbey 9 Ekim 2012
Mardin – Mazıdağı 23 Ekim 2012
İstanbul – Okmeydanı 30 Ekim 2012
Van 30 Ekim 2012
Tekirdağ – Şarköy 4 Kasım 2012
Muğla – Bodrum 13 Kasım 2012
İstanbul – Bakırköy 15 Kasım 2012
Şanlıurfa 22 Kasım 2012
İstanbul 23 Kasım 2012
Uşak 23 Kasım 2012
Rize 23 Kasım 2012
Erzurum – Yakutiye 6 Aralık 2012
İstanbul 28 Aralık 2012
Afyonkarahisar – Sultandağlı 29 Aralık 2012
İstanbul – Tuzla 4 Ocak 2013
Diyarbakır 9 Ocak 2013
Adıyaman 30 Ocak 2013
Bingöl – Genç 3 Şubat 2013
Uşak – Sivaslı 4 Şubat 2013
Antalya 18 Şubat 2013
Sinop 18 Şubat 2013
Samsun 19 Şubat 2013
Trabzon 20 Şubat 2013

Önceki haritalarımda yeralmadığı için bilgilendirildiğim eski tarihli linç girişimleri


Kırıkkale – Vize 20 Temmuz 2006
Batman 25 Haziran 2007
Gümüşhane – Torul 27 Haziran 2007
Siirt 23 Haziran 2008
Kastamonu 25 Haziran 2008
Mersin 23 Nisan 2009
Siirt 12 Haziran 2009
Ankara 25 Ekim 2009 
Giresun – Doğankent 17 Nisan 2010
Gümüşhane -Kürtün 19 Nisan 2010 
Hakkari – Yüksekova 2 Mart 2011
Malatya – Doğanşehir 6 Nisan 2011
Batman 15 Ağustos 2011
Konya 19 Aralık 2011
İstanbul – Zeytinburnu 18 Mart 2012
İstanbul – Kağıthane 19 Haziran 2012
İstanbul – Esenler 11 Temmuz 2012

"Pax Rhetorica" ya da barış aslında ne kadar yakınımızda! / "Pax Rhetorica" or how closed to us the peace actually is!


Hakan Akçura / 21.05.2011 – Stockholm

PKK önderi Abdullah Öcalan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a çağrıda bulunarak, şunu dedi: “Bana ‘Silahlı güçlerini bir yere çek ve biz demokratik anayasa çözümü üzerinden çözüm geliştireceğiz’ desin. O zaman bu savaşı durdurmuş olur.15 Haziran’a kadar bu söylediğim çerçevede bir yeşil ışık yakılmazsa, çözümün gelişeceğine dair bir bildirim yapılmazsa, beni ölmüş bilin! Artık ondan sonra yaşanacak olan başkaldırıdır, isyandır, her şey olabilir.”
(Türkiye basınından, 20-05-2011)

PKK leader Abdullah Ocalan made a call to Prime Minister Recep Tayyip Erdogan, saying, “If Mr. Prime Minister say to me ‘withdraw your armed forces to somewhere else, we will bring a solution through democratic constitution‘. Then he would have stopped this war. If there are no positive messages until June 15, consider me death. Next is uprising and revolt. Everything is possible.”
(From Turkey’s Press, 2011-05-20)

"Al bayrak" ya da Birgün'le yollarımızın ayrılması üzerine

“Al bayrak”, Birgün’ün, kültür sayfa editörü Ali Şimşek eliyle “dava açılması da dahil olmak üzere bazı riskler taşıdığı”, “zaten para sıkıntıları içindeyken.. durup dururken ceza yeme saflığına düşmemek için” yayınlamayacaklarını ilettikleri, yerine başka bir çalışmamı talep ettikleri, geçen hafta cumartesi gününe tarihlenmiş sıradaki Baykuş işimdi. Cumartesi gününden bu yana neden yayınlanmadığını öğrenmeye çalıştığım bu çalışmama dair reddi ve yeni iş talebini dün öğrendim.

Yayın-yaratım çizgimde yoksayamayacağım, eksik kalmaması gereken bir iş olduğu için ve aynı zamanda dost bildiğim çevrelerde yaşantıladığımız otosansürleri “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek gizli kılmayı hiçbir zaman doğru bulmadığım için, hem “Al bayrak”ı burada yayınlamayı, hem de bu gelişmelere dair izleyenlerimi bilgilendirmeyi seçtim ve bu kararımı dün gazeteye ilettim.

Bugün, uygulamanın bir otosansür olduğunu düşünsem, onları eleştirsem de yine de Birgün’le çalışmaya devam etme istekliliğimi sürdürdüğümü de iletip yeni işimi gönderdiğimde ise, onun hakkında da benzer gerekçeyle “yayınlanamayacağı” bilgisi geldi. Artık onlar açısından da, benim açımdan da, birlikte çalışmanın olanaklı olmadığı ortadaydı. Bu da iletildi. Bence -ne yazık ki- bizim için en iyisi de bu ortak karar oldu.

Baykuş’un Birgün’deki serüveni, ancak iki işimi, “Az kaldı” (Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası) ve Hrant: Üç çift gözbebeği‘ni yayınlamamı sağlayacak kadarmış.

Yukarda değindiğim, Birgün’ün ikinci reddine konu olan yeni işimi, önümüzdeki günlerde yine Open Flux’ta yayınlayacağım.



Yenileme: 


Birgün’ün ikinci reddine konu olan yeni işimi yayınlayınca buraya da linkini eklemem doğru diye düşündüm:  
“Günümüz anti-demokrat kemalist evlerini bu kadar farklı ve bu kadar baştan çıkarıcı yapan nedir?”

"Gerçekler bilinsin yeter" en az 5001 kere seyredildi


Videom “Gerçekler bilinsin yeter”, onu yayınladığım blip.tv linki aracılığıyla bugüne değin -başından sonuna dek- en az 5001 kere seyredildi. “En az” diyorum çünkü, bu izleyicilerin büyük bir kısmı bu 3.5 saati aşan kaydı üşenmeden bilgisayarlarına indirdiler. Kaç kişi daha, kaç evde, kaç kahvede, lokalde, onlar sayesinde izledi bilemiyorum.

Videoyu yaygınlaştıran başlıca web siteleri şunlar oldu:
Nasname
Haber Diyarbakır
Ekşi Sözlük
Sol Platform Org (Forum)
Herkesin Belgeleri
İzmir İzmir Net (Forum)
Hazırlıksız Yakalandım (Kişisel blog)
Mirhan Aker (Kişisel blog)

Benim bu okuduğunuz bu blog sitem ve yayınladığım basın bülteni aracılığıyla gelenler dışındaki hemen tüm izleyicilerimin taşıyıcısı bu linkler ve üye olduğum birkaç grup oldu.

Yazılı basında sadece Tempo dergisinin cesur genç muhabirleri bu videonun varlığını ve içeriğini ellerinden geldiğince yayınladılar. O görüşmenin eksiksiz metnini de ben yayınladım. Elbette ki bu haberin ardından da gelenler olmuştur blip.tv’ye…

Yukarda saydığım tüm linklerin sahiplerine ve Tempo’ya teşekkür ediyorum.

Ben bu videoyu yayınladığımda daha Ergenekon İddianamesi yayınlanmamıştı. Ergenekon delil klasörleri avukatlara ve medyaya dağıtılmamıştı. Daha emekli albay Arif Doğan tutuklanmamış, hep varlığı inkar edilen JİTEM için “ben kurdum, Veli Küçük’e devrettim” dememişti. Sabah gazetesi çift taraflı itirafçı, eski PKK ve JİTEM üyesi Abdülkadir Aygan’la buluşmamıştı. Tarih 22 Haziran 2008’di.

O günden bu yana video hakkında önce bir arkadaşım Star gazetesinde bir haber yayınlamak istedi ve başaramadı ya da vazgeçti. Expres dergisinde ve üstelik “Fırat’ın ötesinde kalan Ergenekon”u kapak yaptıkları sayıda yayınlanacağı söylenen haber bana iletildiği kadarıyla sorumlu muhabir evlendiği ve yazmaya zaman bulamadığı için yayınlanmadı. Taraf gazetesiyle birkaç hafta yazıştık. Bu yazışmalar,
“Hakan Bey, merhaba,
Ben Taraf Gazetesi’nin Yazıişleri Müdürü Eray Özer. Mailinizi okuduk. Taraf Gazetesi olarak sözünü ettiğiniz belgeselden nasıl yararlanabiliriz? 3.5 saatlik bu belgeselin içeriğine biz sayfalarımızda, eğer siz de isterseniz, yer verebiliriz.”
satırlarıyla başladı, -İsveç’te yaşayan bir muhabirleri aracılığıyla Abdülkadir Aygan’a kendilerinin ulaşmak istediklerini öğrenmem dışında- hiçbir sonuca ulaşmadı.

Korsan Haber sitesinde çalışan bir başka arkadaşımın yazdığı haber ise, “böyle tehlikeli işlere bulaşmak istemeyen” yayın yönetmeni Atılgan Bayar tarafından geri çevrildi.

Yüzlerce mail aldım. Çoğu destek, yorum ve ilgi mailiydi. Hepsi beni sevindirdi.

Durum, döküm bu…

"Nefret tünelinde Aşk" Tempo'da

Tempo, bugün çıkan yeni sayısında, “Nefret tünelinde Aşk” açık katılımlı çağrım ve sanat etkinliğimle ilgili bir haber-söyleşi yayınladı. H. Hüseyin Tahmaz’ın yaptığı, dergide çok kısaltılarak yayınlanan söyleşinin tümünü aşağıda okuyabilirsiniz:

H. Hüseyin Tahmaz: Yusuf Akçura ve Gökhan Akçura ile bir akrabalığınız var mı? Bir anlamda Yusuf Akçura’nın “üç tarz-ı siyaset” makalesi ile sizin performansınız ilginç bir tezatı da yansıtıyor…

Hakan Akçura: Gökhan’ın küçük kardeşiyim. Ama Yusuf Akçura’yla bilebildiğimiz kadarıyla bir kan bağımız yok. Akçura, tatarlar arasında sıkça rastlanan bir soyadı.

Saptamanızda haklısınız; Yusuf Akçura’nın “üç tarz-ı siyaset” makalesinin özellikle üçüncü tezi, yani “ırka dayalı bir türk siyasal ulusçuluğu oluşturmak” gayesiyle sadece benim sanat etkinliğimin değil, yaşantımdaki tüm duruşumun, varoluş halimin bir tezat oluşturduğu doğru. Öte yandan, Yusuf Akçura’nın tezlerinin resmi devlet politikasına hâlâ sonsuz ve inat dolu bir ilham verdiği de ne yazık ki gerçek.

Ne zamandır İsveç’te yaşıyorsunuz? İsveç’e yerleşmenizdeki temel gerekçe nedir? Evli misiniz? Eşiniz İsveçli mi? Türk mü Kürt mü? Kendiniz de benzer bir durumu deneyimliyor musunuz?

28 aydır İsveç’te yaşıyorum. Buraya gelmemin tek nedeni “aşk”. Dolayısıyla evlenip geldim. Eşim, 25 yıl önce Türkiye’den buraya gelip yerleşen bir çerkez. “Benzer bir durum” derken kastettiğiniz, farklı ulusal kimliklerin biraradalığı ise, etnik, ulusal kimlikleri araştırılsa Türkiye’de bu olguyu yaşamayan çift zor bulunur bence. Bende boşnak ve arap kanı da var örneğin. Ama bir türkün bir kürtle ya da bir türkün ermeni, rum, süryani ya da museviyle birlikteliği gibi, o ilişkinin dışında akan hayatta ırkçılığın kolayca boyverebildiği nesnel zeminlerde varolan ilişkilerin özel bir farkı ve belki de önsoruları, sorunları içerdiği kesin. Bu durum tonla alevi-sünni birlikteliğini de kapsar. Bu anlamda “benzer bir durum” bizde sözkonusu değil.

İsveç’te ne tür bir yaşantınız var? Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Sanat faaliyetleriniz nasıl bir üretim sürecinden geçiyor, üretimlerinizi sergiliyor musunuz? Bunun için mekan ve izleyici buluyor musunuz? Yaratımlarınız İsveç’te nasıl karşılanıyor?

Öncelikle, isveççeyi öğreniyor, bunun için iki yıldır düzenli öğrenciliğimi sürdürüyorum. İşsizim. Bu yakıcı sorunla ve nedenleriyle bir göçmen işsiz olarak boğuşuyor, deli gibi iş arıyorum. Son altı ayda yaptığım 200’ü aşkın iş başvurusuna alabildiğim tek cevap yok. Birçok göçmenin yapageldiği gibi Sosyal Yardım Kurumu’na başvurmayı, başvuranların orada ne tür bir aşağılamayla karşı karşıya geldiklerini bildiğim ve elim tutarken, birden çok geçerli mesleğim varken onursuzluk sayıyorum. Sanat etkinliklerim, sergilerim, yeni projelerim için bir dizi kurum, vakıf ve sanat merkezi ile yazışıyor ve görüşüyorum. Bu zeminde de “bir göçmen sanatçı” olmanın sorunlarıyla cebelleşiyorum. Keyfim ve mutluluğumun kaynağı ise ailem; eşim ve çocuklarım…

İsveç’te bu iki yıl içinde ilk önce, İsveç Göçmen Bürosu’nun oturma ve çalışma izninin uzatılması için benle birlikte bekleyen 6000 kişiye dayattığı ve ayları bulan bekleme sürecine karşı ürettiğim, ardından bizzat Büro’ya yolladığım “İsveç Göçmen Bürosu’na açık mektup” isimli video-performans ile gündeme geldim. Videonun içeriği, yapılmasını beklediğimiz görüşmenin bana düşen tek taraflı kaydıydı. 51 dakikalık kayıtta, yaşantıma, beklentilerime dair, İsveç’e, göçmen politikasına ve bizzat Büro’ya yönelik sert, eleştirel dışavurumum yeraldı. Bu işim hem İsveç’te, hem de Türkiye’de çok yankı buldu. Henüz sadece bir kez sergilendi, birlikte isveççe öğrendiğim diğer 70 göçmen arkadaşıma, okulumda.

Geçen yıl çağrısını yayınladığım ve İsveç ile Türkiye arasında sorgulayıcı bir diyalog sürecini hedefleyen, zorlayan “Gerçek Diyalog” isimli sanat etkinliğim sürüyor. İsveç’ten çok Türkiye’de karşılık buldu. Daha da yaygınlaşması ve bir sergiye dönüşmesi için hem benim yapmam gereken çok şey var, hem de desteğe muhtacım. Ardından “Labirent” başlıklı bir karma sergiye katıldım. Uluslararası sanatçı kitapları sergisiydi. “Oturma izni için” başlığını taşıyan sunumum, bu kez ilk oturma izni başvurum sırasında İstanbul’daki İsveç Konsolosluğu’na verdiğim bir el yapısı kitabı belgeliyordu. Bana ve aşkıma dair bir sunumdu. Görüşmenin daha insancıl ve eşit bir zeminde geçmesini sağlamıştı.

Bu ocak ayında yaptığım ve “Mr. President let me challenge you to face his” başlığını taşıyan ve kışkırtıcı bir biçimde Saddam Hüseyin’in idamı sürecine Bush’u dahil eden iki deneysel videom ise önce birinin Youtube’da yasaklanmasıyla gündeme geldi, ardından New York Scope Sanat Fuarı’ında sergilendi. Haziran ayında bu kez Chicago’da sergilenecek. Bu videolar şimdiden, bu sergi, Youtube, videolarımı içeren [PAM] isimli video sanatı portalı ile benim blogg sitemden onbinlerce izleyiciye ulaştı. Dolayısıyla, mekan ve izleyici kavramlarının farklı karşılıklar bulabildiği bir dünyadayız. Güncel sanatın ve benim yaratımımın zeminleri de klasik sergi mekanlarını ve oralardaki izleyicileri hâlâ gereksinse de, bu olamadığında zorlanacak, açılacak ya da hatta seçilecek farklı kapılar ve “mekanlar” var.

İsveç’te göçmenlere yönelik ayrımcılık sanat alanında da sözkonusu. Geçen yıl içinde İş Bulma Kurumu’nun Kültür Bölümü, iş ararken önümü açacak birkaç getirisi, kursu var diye başvurduğumda sanatçı kimliğimi onaylamayı reddetti. Bu açık ayrımcılığa karşı tepkiyle kaleme aldığım basın bildirime, Ulusal Sanatçı Sendikası ve komünist Sol Parti tarafından sahip çıkıldı ve Göçmen Bakanı’na yönelik bir soru olarak İsveç Parlamentosu’nda taşınıp, tartışıldı. Ama zaten söze dökülmeyen gizli kuralları ile tüm sanat çevresi de göçmenlere karşı benzeri bir ayrımcılığı taşıyor.

Örneğin bu gizli kurallar, bir göçmen sanatçının karma sergiye katılabilmesini kabaca 3, bir destek alabilmesini 5, bir kişisel sergi açabilmesini 10 yıllık sürelere bağlıyor. İlk şartı kırıp karma sergiye daha erken katıldım. Diğerleri karşısında şansımı zaman gösterecek. Hoş, Türkiye’de olduğu gibi, artık dünyanın her yerinde de, subaşlarını tutan kimliklerle ilişkinin ve bu ilişkinin getirilerinin, amiyane deyimiyle kıç yalamanın açamayacağı kapı yok ama, Türkiye’de olduğu gibi İsveç’te de bağımsız sanatçı olmayı seçince aynı kapılar bu kez tam tersine daha da zor açılır hale gelebiliyor.

İsveç’teki göçmen politikalarını teşhir ettiğiniz çalışma “sanatçı” olarak kabul edilmenizi sağladı mı?

“İsveç Göçmen Dairesi’ne Açık Mektup” video-performansım önce buraların en çok satan gazetelerinden Svenska Dagbladet’te haber oldu. Daha sonra da İsveç televizyonunun 2. kanalında bir sanat programına konu oldu. Bu süreç bir dereceye kadar tanınmayı getirse de, yanı sıra akan destek, sergi mekanı bulma çabalarıma yaramadı. Sanat ortamları artık çok yerde ve İsveç’te de kast sistemi içerircesine varlık gösteriyorlar. Kast sistemlerinin yasaları ise bilirsiniz farklı göstergelere dayanır ve oralara kabul zordur.

İnternet sitelerini, forumları bu gözle takip edip kaydetmeye ne zaman ve hangi ihtiyaçla başladınız?

İnternet yazışma kültürü her zaman umurumdaydı ve birçok sanat etkinliğimde kullandığım, yararlandığım ya da içinde nefes aldığım zemin oldu. Hem forumlar, hem de farklı niteliklerdeki sohbet kanalları, odaları ya da iletişimin yazıdan sese, sesten görüntüye, görüntüden ortak oyunlara –eyleme- akan, gelişen niteliğini merakla izlerim. Bu merak ve ilgi ister istemez birçok zeminde iletişimin yeni biçimlerine ilişkin tanıklığımı beraberinde getiriyor. Bu tanıklıklarımda görüntülü sohbet kanallarında kürtlere yönelik çokça yazılı ve sesli saldırıyla karşılaştım ve araştırmaya başladım. Araştırdıkça da, paylaşım sitelerinde, forumlarda, sohbet kanallarında akan ırkçılığın hızla tırmanan örnekleri karşıma çıkmaya başladı. Biriktirmeye başladım.

Hrant Dink suikastından sonra adeta patlama yaptığını söylediğiniz Irkçı mesajlar, neyin göstergesi, bizleri bu anlamda nasıl bir gelecek bekliyor? Buna karşı nasıl bir tutum takınmak gerekiyor? Sizin düşünceleriniz neler?

Yakın geleceğe bakarken çok iyimser değilim. Ülkede yükselecek yeni bir türk-kürt çatışmasından medet umacak karanlık güçler, bu gayelerine yönelik adımlarını atarken artık giderek daha da geniş bir yasallığın ve desteğin peşindeler. Dink’in katiliyle hayranı oldukları bir pop şarkıcısıyla yan yanaymışçasına, kolkola fotoğraf çektiren ordu ve emniyet mensuplarına dair haber, çok az ülkede bizdeki kadar az tepkiyle geçiştirilebilir. Kanıksamayı öğretiyorlar 30 yıl sonra yine bize. O zamanlar cinayetleri kanıksatmışlardı, şimdi ise linçleri, kırımları kanıksamaya doğru itiliyoruz. “Ne mutlu türküm” diyemeyene yer olmadığı söylenen bir ülke kılındı bu ülke. En büyük günlük gazetenin başlığının yanında da benzeri bir cümle var biliyorsunuz: “Türkiye türklerindir.”

Yusuf Akçura’nın “ırka dayalı bir türk siyasal ulusçuluğu oluşturmaya dair” teziyle başladık bu söyleşiye ve belki de konu zaten hep bu. Beyaz berelerin klu-klux-klan kukuletaları gibi taşındığından bahsetmiştim daha önceki bir söyleşimde. Hayır, onlar bile gizli törenlerin giysileriydi. Bizim ırkçılarımız gün ışığı altında ve aslında sadece onlar gibilerinin yaşayacağı bir ülkeyi isterlerken, desteklendiklerinin ve kalabalık olduklarının farkında. İşimiz zor.

Her türlü örgütlü zeminde ırkçılığa karşı, bayrağa ve “milli lidere” tapınmaya dair tüm simgelerle yeniden göğerip gelişen azgın milliyetçiliğe karşı demokrasi ve kardeşlik, birarada barış içinde yaşama bilincini yaygınlaştırmak gerekiyor. Her türlü anti-demokratik adımın, çabanın, kalkışmanın karşısında saf tutmak artarak önem kazanıyor. Son zamanlarda gelişen “Irkçılığa ve milliyetçiliğe dur de!” “Siyasal ufuk hareketi”, “Yüzde 52”, “Genç siviller”, “Benim hala umudum var” gibi inisyatiflere ve 500 aydının muhtıra karşısındaki çıkışına çok değer veriyorum. Ama bu ülke çok daha fazlasına muhtaç.

Şimdiye kadar projeye katılımcı olarak kaç kişi başvurdu? Başvurularda beklediğiniz niteliği görebildiniz mi? Bir Türk’ü ya da Kürt’ü sevme gerekçeleri tatmin edici mi?

Şimdiye kadar ne yazık ki sadece yirmiye yakın çift katılacağını haber verdi. Yapılan iki gazete söyleşisiyle gereksindiği kadar yaygınlaşamadı çağrım. Eminim ki çok daha fazlasının katılması mümkün. Ama duymaları, öğrenmeleri gerek bu çağrıyı. Katılmaya karar veren çiftlerin ise tümü üretim sürecinde. Videolarını düşünüyor, tartışıyor ya da çekiyorlar. Henüz hiçbirinin ürettiğini izlemediğim için üzerlerine yapabileceğim hiçbir yorum yok.

Size göre, birbirini seven Kürt ve Türk çiftlerin sesi, ırkçıların sesini bastıracak mı?

Hayattan sözediyorsanız hayır. Benim sanat etkinliğim, biraz önce yaygınlaşmasını gerekli gördüğüm çabaların sadece biri ve katılımcılarının aynı zamanda birer yaratıcı olmaya soyunacakları özel bir emeği içeriyor. Sayıları ne kadar artsın istesem de bu sayının ancak bir yere kadar artabileceğinin farkındayım. Yok eğer sergiden bahsediyorsanız, katılımcıların videolarının ve seslerinin ırkçıların metinlerini ve seslerini bastıramayacak kadar az olduğunu görürsem, bu sergi açılmayacak ve bir kez daha hep birlikte şapkamızı elimize alıp düşüneceğiz.

Irkçıların yükselen sesine karşın, proje ile kurguladığınız yaklaşım da bir anlamda ırkçı önyargıların dilinden konuşmak anlamına geliyor denilebilir mi? Yani sanırım, bir Türk ya da Kürt’ü seven biri, Kürt ya da Türk olduğu için değil, kişisel insani nitelikleri nedeniyle böyle bir birlikteliği seçmiştir, Türk ya da Kürt olduğu için değil. Bu yanlış bir değerlendirme mi olurdu?

Çok sorulası bir soru bu. Katılımcı adaylarıyla en sık yazışmak durumunda kaldığım konu da bu oluyor genellikle. Katılımcı adaylarının birbirlerini “ulusal kimliklerinden bağımsız” bir zeminde sevdiklerini tabii ki biliyorum. Irkçılığın karşısına aslında tabii ki, ulusal kimliklerin “ne olmadığı”na dair bir bilgi ve dışavurum ile çıkmaktan başka bir derdim yok. O yüzden etkinliğe arap-türk, ermeni-kürt, ermeni-türk çiftler de katılıyor. Benle birlikte paylaştıkları bu uluslar ötesi ya da uluslar üzeri bilince dair, ırkçılığa karşı neyi nasıl aktaracakları ise benim de merakla beklediğim şey. Benim çağrı metnimdeki “bir türkü ya da bir kürdü çok seviyor olmayı bir süredir ya da çok uzun bir süredir deneyimleyen çiftler” ifadesi aslında “karşısındakinin kürt olduğunu ya da bir türk olduğunu umursamadan sevenler” diye algılanması gereken bir ifade.

Ama şu da var: Bu çiftlerin bu ulusal kimlikleri ile yaşadıkları sorunlar ve özel bakış açıları varsa bunlar da yansıyacak belki etkinliğe. Mesela, katılımcı adayı bir çift daha birbirleriyle ilk tartışma sürecinde, içlerinde birbirlerine karşı gizli kalan kimi duygularla karşılaştılar ve ciddi sorunlar yaşadılar. Bir yüzleşme birçoğu için kaçınılmaz belki ve ben açıkçası bunu öngörmemiştim.

Sizce yaşanan bunca şeye rağmen, Türk ve Kürtlerin “gönül” bağları güçlü müdür? Yoksa yükselen ırkçılık, “gönül bağı”nın onarılmaz bir şekilde zedelendiği anlamına mı geliyor?

Kendilerine, çocuklarına, ailelerine, köyleri, kasaba ve kentlerine, varoluşlarının hemen her biçimine bu kadar zarar verildikten sonra sözkonusu gönül bağının onarılamayacak biçimde zedelenmesini belki de kürtlerden beklemeliyiz. Zaten etkinliğin bir yanı olan, çok yeni ve sınırlı bir ölçüde gelişen kürt ırkçılığının boy atmasını sağlayan şey de verilen bu zarar, çekilen onca acı, boşaltılan onca köy, atılan her bomba, yağdırılan her kurşun. Bu yine de benim açımdan kürt ırkçılığını masum kılmıyor. Zaten o ırkçılara inat, kürtlerin gönül bağı, umudu, çabası ve barış içinde yaşam istekliliği tüm göstergelere bakıldığında türklerden daha güçlü.

Türk ırkçıları hem bu ülke sınırlarını, hatta yeni işgal edilecek toprakları istiyor, hem de bu sınırlar içinde kürt görmek istemiyor. Belki de bu yüzden Türkiye demokrasi hareketinin en öncelikli hedefleri kürt demokrasi hareketinin istemleri ile örtüşüyor ve o olası ortak kazanımlar kendi geleceğinin de güvencesi olacak. Ama elbette ki uzun süren savaşın, kişisel ya da toplumsal her boyut ve zeminde açtığı yaralar hâlâ kanıyor. Bunun üzerine gelen yaygın iç göç ise, yöneldiği ve yerleştiği tüm kentlerde çok daha sert ve askeri olmayan kitlesel çatışmaların yaşanacağı bir geleceğin tohumlarını taşıyor. Tehlike çok büyük.

Projenin tahmini zaman çizelgesi nasıl bir seyir izleyecek? Ne kadar sürecek? Sergilerin açılma tarihine ilişkin okuyucularımıza bir bilgi verebilir miyiz?

Sergileri ne zaman ve nasıl açabileceğimin cevaplarını sürecin getirecekleri belirleyecek. En başta katılımın yoğunluğu ve gereksindiğim birden çok alandaki desteği bulup bulamayacağımla ilgili her şey… Çağrının yaygınlaşması için desteğe ihtiyacım var. Kurgu, transfer süreci, sergileme olanakları açısından desteğe ihtiyacım var. Sanat merkezlerinin, sergi mekanlarının böylesi bir sergiye ilgileri ve yer sağlaması, kamuoyu desteğinin gücü ile sergilenmesi oldukça zor metinleri sergileyebilmemin önünün açılıp açılmayacağı, bulabileceğim ya da bulamayacağım mali yardımlar… Tüm bu alanlarda desteğe muhtacım.

Ben en azından önümüzdeki sonbahar ve kış aylarında açmak isterim bu sergiyi ama dediğim gibi, süreç kendini belirleyecek. Okurlarınız gerek çağrı metnini okumak, gerekse gelişmeleri izlemek için http://open-flux.blogspot.com/ linkindeki blog sitemi ziyaret edebilir ve en önemlisi katılmayı düşünürlerse hakcura@gmail.com e-mail adresime yazabilirler. Şimdiden hepsine teşekkür ediyorum ve tabii ki size de…