Tarih sırasıyla ilk yorum Habertürk-H2 başyazarı Necati Yıldırım’dan:
“Umarız bu yaşananlar Hafriyat açısından gelecekte düzenleyecekleri etkinliklere isim bulma konusunda kafa karışıklığına yol açmaz.”
İkincisi, “Abesle İştigal” blog sitesi sahibi Defne Koryürek’ten:
“Hafriyat grubunu takip etmesi ilham verici kilacak yegane sey de bu bilgiye ragmen sergi acmalari ve ‘amacımız provokasyon yaratmak değildi’ demek yerine, ‘elbette, korkularimizi provoke ederek kendimizle yuzlesmekti amacimiz’ demeleri olabilirdi ancak; nerede sergiden is cekmek, ustelik de isim saklayarak.”
Üçüncüsü imzasız; Sabah’tan:
“Türkiye’nin en etkin bağımsız sanat kolektifi olarak geçen grubun bağımsızlığı, bu sergi sırasında yaşananlarla sarsıldı, belki de tarihe karıştı…”
Monthly Archives: Kasım 2007
Evrensel: Allah Korkusu sansasyonla anılmasın
Daha açılmadan Vakit gazetesinin “Küstah Sergi” başlığıyla hedef gösterdiği Allah Korkusu sergisi devam ediyor. Sergiyi açan Hafriyat Grubu, basının hem hedef gösteren, hem de polisin baskılarını abartan yayınlarından şikayetçi.
Vakit gazetesinde “Sanat adı altında, sövgü kültürü inşaa ediliyor; açılmadan tepki topladı” diye dikkatleri üzerine çektiği sergiyi açan Hafriyat Grubu, bu habere “Daha katılacak olan eserler bile ortaya çıkmış değil” diyerek tepki göstermişti. “Allah Korkusu” adlı sergi, bu tartışmalarla ve yoğun güvenlik kuşatmasıyla 10 Kasım günü açılmıştı. “Serginin güvenliği” için gelen polislerin, bazı sanatçıların kimlik bilgilerini istemesi üzerine kamuoyunda eserlere el konduğu, soruşturma açıldığı gibi haberler dolaşmaya başlamıştı.
Bunun üzerine sergi yerinde konuştuğumuz Hafriyat Grubu elemanları duruma açıklık getirecek bilgiler verdiler. İlk açıklamaları “Serginin amacı manipüle edildiği için basınla görüşmek istemiyoruz” olan Hafriyat Grubu, gazetelere de yansıyan soruşturma açıldığı, takip edildikleri, savcının ifade aldığı gibi iddiaları reddetti. Hafriyatçılar, “Sorun sadece buraya açılışta ‘korumak’ amaçlı gelen polislerin, üç eserin sanatçılarının kimlik bilgilerini istemesi ve sanatçılarca verilmesinden ibarettir” dediler.
Dolaşan haberler üzerine eser sahiplerinden Murat Başoğlu; eserini kendi iradesiyle sergiden kaldırdı. Polisin dikkatini çeken diğer iki eser sergilenmeye devam ediyor. Başoğlu, sergi görevlilerine bu serginin “namaz kılan Atatürk” afişiyle anılmaması ve serginin verimliliği açısından kaldırdığı açıklamasını yapmış. Kimlik bilgileri alınan Başoğlu ve Zeynep Özatalay kamuoyuna yönelik bir açıklama yapmaktan kaçındı.
Kemalizm ve ibadet
Kimlik bilgileri alınan sanatçılardan Hakan Akçura ise “Kemalizm bir ibadet biçimidir” ismini taşıyan afişi hakkında suç duyurusunda bulunulduğunu öğrenmesi üzerine Hafriyat Sanat Grubu’nun avukatları eliyle Cumhuriyet savcılığına bir mektup yazdı. İnternet ortamında da yayılan bu yazıda Başoğlu [Akçura demek istediler herhal! H-A], Yazar Murat Belge’nin bir röportajında geçen “Bizde Cumhuriyet’le birlikte oluşan ideoloji tamamen seküler bir alternatif değildir. Kemalizm bir ibadet biçimidir. Dünya tarihinde kısa bir yer tutsa da, bu sekülarizasyon sürecine girmiş olmak, Allah’ı kaybetmiş olmak demektir…” sözünden hareketle “Kemalizm bir ibadet biçimidir” adlı eseri ürettiğini belirtiyor. Başoğlu [Akçura demek istediler yine herhal! H-A], sözlerini şöyle sürdürüyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi Kemalizm’dir ve paradoksal olarak devletin, ordunun ve bu resmi ideolojinin takipçisi olan insanların siyasal islama karşı çıkışlarında Atatürk bir peygamber gibi anılmaktadır. Afişim, tam da bu çelişkinin dışavurumudur.”
Kendilerini “Sanatsal ve kültürel deneyimlerin paylaşılmasıyla yeni projelerin üretildiği, uygulandığı, bağımsız bir çeşitli sanatlar alemi” olarak tarif eden Hafriyat elemanları; sergileri için bir sansasyon beklemediklerini ve böyle bir durumu da istemediklerini belirtiyor. Serginin amacını, “Korkunun bir tanrı oluşturması ve tanrı adına bu korkunun kullanılmasını, korku kültürünü” sorgulamak olarak açıklıyor. (Memik Horuz-İstanbul/EVRENSEL)
Mehmet Y. Yılmaz: Hepimizi Allah korudu!

“ALLAH Korkusu” isimli bir afiş sergisi önce dinci medyanın hedefi oldu.
Vakit Gazetesi, her zaman yaptığı gibi bunu provokasyon için bir fırsat bildi ve okuyucuları arasındaki “meczuplara” sergiyi hedef gösteren yayın yaptı.
Bunun üzerine “sergiyi korumak için” bir polis birliği görevlendirildi.
Sergiyi korumak için gelen polisler, afişlerden bazılarını beğenmeyince de Aziz Nesin’e rahmet okutacak gelişmeler yaşandı.
Radikal’in haberine göre sergiyi korumakla görevli polislerin üç afişi “sakıncalı” bulmaları üzerine terörle mücadele ekipleri “olay yerine” gelip incelemelerde bulunmuş.
Sergiyi kontrol için gelen polislerin “terörle mücadele şubesinden” olmalarına dikkatinizi çekmek istiyorum.
Grafik sanatçılarının kendi aralarında bir terör örgütü kurup, bunun propagandasını yapmak için sergi açtıkları mı düşünüldü acaba?
Suç aletleri; boya kalemleri, káğıtlar, “photoshop” programları ve kretuvar olan bir terör örgütü!
Haberi okurken emniyet teşkilatımızın bizi ne büyük bir beladan kurtardığını düşündüm, halimize şükrettim.
Düşünsenize bugün káğıtlar ve boyalarla o afişleri yapanlar, yarın neler yapmazlardı ki?
Ece Temelkuran: Demokrasinin delikanlı meydanı
Birkaç sorum var.
Bir muhafazakâr gazetenin bir muhafazakâr yazarı geçtiğimiz günlerde köşesinden şöyle seslendi:
“Müslüman gençler! Ekşi Sözlüğü ele geçiriniz!”
Hâlâ bilmeyen varsa Ekşi Sözlük, gençlerin kurduğu, internetteki en meşhur sitelerden biri. Bu siteye yazı yazanlar içinde, herkes gibi muhtemelen Müslüman gençler de vardır. Benim aklıma takılan, bu “ele geçiriniz” emri.
Acaba bu siteye hali hazırda yazmakta olan ya da siteyi bu yazıdan sonra tanıyan “Müslüman gençler” bu seslenişi ne kadar ciddiye aldı?
Bu birinci sorum.
İkincisi ise önceki gün Ankara 11. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam edilen davayla ilgili. Dava, Danıştay ve Cumhuriyet gazetelerine yapılan saldırıyla ilgili. Sanık Alparslan Arslan’ın avukatı Abdurahman Sarıoğlu müvekkiliyle ilgili şöyle bir savunma yapmış:
“Olay, din ve vicdan özgürlüğünü ilgilendirdiğinden, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, başörtüsünün hanımlar için farz bir ibadet olup olmadığı konusunda bilirkişi raporu alınması gerekir. Çünkü gerek Cumhuriyet gazetesine yapılan bombalı saldırı olayında ve gerekse Danıştay olayında bu rapor aydınlatıcı olacaktır. Eğer başörtüsü ibadet ise Danıştay’a vaki saldırı terör sayılmayacaktır. Çünkü terörde belirleyici olan amaçtır. İbadet amacı terör sayılamaz.”
Avukat savunmasında, türban yasağının Müslümanları “silaha alıştırdığını” ileri sürdü. İkinci sorum şu:Başörtülü kadınlar bu konuda ne düşünüyor?
Başörtüsü yasağı kalkmazsa ellerine silah alırlar mı?
Üçüncü sorum bir sergiyle ilgili.
İstanbul’da “Allah Korkusu” başlıklı bir sergi açıldı. Hafriyat Sanat Grubu’nun sergisi Türkiye’deki din ve Atatürk üzerine kurulan tabuların tamamına ilişkin bir afiş sergisi. Cesur bir iş. Ben arkadaşları canı gönülden tebrik ediyorum. Ne ki Vakit gazetesi benden önce “tebriğini” yapmış. Danıştay saldırısı öncesi yapılan “tebriğe” benzer bir tebrik! Polis, ayrıca tebrik etmiş, Atatürk ile ilgili afişler hakkında soruşturma açtırarak. Oysa polisler Vakit gazetesinin “tebriğinden” tedirgin olan sanatçılar tarafından çağrılmış.
Üçüncü sorum şu:
İçinde “Allah korkusu” taşıyanlar Vakit gazetesinin bu tebriği konusunda ne düşünüyor? Tepki göstermeyi düşünüyorlar mı?
Birikmiş çok sorum var tabii:
“Başörtüsü yasağı hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuyla herkese “demokrasi testi” yapanlar ne zaman kendi demokratlıklarını kanıtlayacaklar?
Her nedense ve her nasılsa hâlâ “Türkiye’de Müslümanlara nefes aldırılmıyor” propagandası yapanlar ne zaman TCK 301 konusunda ciddi bir tepki gösterip milliyetçi-muhafazakârlar dışındaki herkesi nefessiz bırakan bu yasa hakkında bir şey söyleyecekler?
Bu konularda bir şey yapmadıkları sürece “Bi’ dertleri cami yapılsın, bi’ dertleri kadınlar kapansın” gibi görünmekten hiç mi çekinmiyorlar? AKP’ye destek vermeyen herkesin “cuntacı” durumuna düşmekten çekindiği kadar da mı değil? AKP seçimleri kazandığında neredeyse partinin gençlik kolları gibi sevinen ve bu sevincini her türlü gazetecilik kantarını kenara koyarak dile getiren muhafazakâr yazarlar niye kendilerini bu konularda bir şey söylemek, tepki göstermek zorunda hissetmiyorlar? “Ötekilikten” yıllarca şikâyet edip şimdi bir “öteki” internet sitesinin bile varlığına katlanamamayı nasıl böyle göğüslerini gere gere söyleyebiliyorlar?
“Amma korktular Malezya olmaktan! Keh! Keh!” deyip, “İran korkusu var bunlarda! Keh! Keh!” edip kenara çekilmenin her türlü kolaycılığını, ucuzculuğunu sonuna kadar kullanıp nasıl herkese “Yoksa sen sivil demokrasi yanlısı değil misin!” diye hesap sorabiliyorlar?
İşte, şahsen bu soruların cevabını pek merak ediyorum. Bütün muhafazakâr yazı-çizi insanlarını da demokrasinin bu delikanlı meydanına çağırıyorum.
Nefret Tünelinde Aşk, H2'de
Hakan’ı neredeyse 20 yıldır tanırım. 20 yıldır aralıksız “insan olma onurunu” (ne kadar eski püskü, deforme bir ifade gibi geliyor kulağa) koruyarak yaşayıp, başta resim olmak üzere hep bir şekilde kulak verilesi cümleler kuran eserler ortaya koymasına bizzat şahidim. Geçenlerde -biraz da yeterli katılım sağlayamadığından şikayet ederek- söz ettiği yeni projesi “Nefret Tünelinde Aşk” eni konu bu kanımı güçlendirir nitelikteydi.
Hakan tam bir kazıcıdır. Görünenin arkasına bakmayı, saklı duranlara ışık tutmayı ve bu gerçekleşene kadar -yeterli malzemeyi toplayana kadar- eşelemeye devam eder. Öyle ki o fenomenle işi bittiğinde sizi artık ona başka bir yerden bakmak zorunda bırakır.
“Nefret Tünelinde Aşk”da Hakan işte yine tam da bunu yapıyor. Sezdirmeden büyüyen, ruhlarımıza doğru yılankavi uzanan nefret dehlizlerinde gezinip -gözü kara bir şekilde lağıma dalmak- onu olanca çirkinlik ve çıplaklığıyla deşifre ettikten sonra belki de ırka dayalı milliyetçiliğin en büyük mağdurlarını, eş durumundan kesişen karşıtları çarpıcı bir deneyime davet ediyor. Nasılını Hakan’ın duyurusundan izleyelim:
“Bir kürdü seven türkler, bir türkü seven kürtler. Bir yanı kürt, bir yanı türk olan “çiftler”. Bir türkü ya da bir kürdü çok seviyor olmayı bir süredir ya da çok uzun bir süredir deneyimleyen çiftler. Çağrım size:
“Dört beş aydır [çağrı, bu yılın mart ayında yapıldı ilk kez N.Y.] ırkçı türklerin ve ırkçı kürtlerin internette yeralan yazılı ve sesli küfürleşmelerini biriktiriyorum. “Irkçı” sıfatım milliyetçi sıfatıyla karıştırılmamalı. Sayısı inanılmaz bir hızla artan bu karşılıklı konumlanışın ben tarafından “açığa çıkarılacak” seçimleri başka türlü tanımlanamayacağı kesin olan küfür ve saldırı metinlerinden ve seslerden oluşuyor. (Kastettiğim sadece internete gömülü metinlerin benim tarafımdan gözler önüne serilmesi. Yoksa hiç açıkta olmayan, kimilerince hiç bilinmeyen metinler değiller tabii ki!) [yanlış anlaşıldığı için sonradan eklendi] Forumlardan, -Youtube benzeri paylaşım sitelerindeki- yorum yazılarından ve site ziyaretçi defterlerinden derliyorum bunları. Sesleri ise belli –çoğunlukla kürt- sohbet odalarından (genellikle kürtlere küfreden türklerin seslerinden) [yanlış anlaşıldığı için sonradan eklendi] kaydediyorum. Binlerce… İnanılmaz bir çıplaklıkta, netlikte bir nefreti içeriyorlar; okurken ve dinlerken kirlendiğimi hissedecek kadar ağdalı, sığ ve gerçekler. Her birimizin büyük bir tedirginlikle gelişmesini izlediği milliyetçi ırkçılığın binlerce kürt ve türk arasında akan diyaloglarda ne kadar insafsız bir düzeysizlikte ve tehlikeli bir keskinlikte aktığının, akmaya başladığının belgeleri.
“Nefret tünelinde Aşk” sanat etkinliğine katılacak çiftler, bu küfür ve saldırıların dört duvarını ve tavanını kapladığı, seslerin de aralıklı olarak “boşaldığı” bir mekanda, kendilerine ayrılmış ekranlarda akan videolarda hayat bulacaklar. Onlardan istediğim bu ekranlara konmak üzere varolan ya da ödünç alacakları video kameralarla birbirlerini ve/veya ilişkilerini çekmeleri. İçeriği ve biçimi –nasıl ve nerede çekileceği- tümüyle katılımcılara bağlı kayıtlarla, bana ve olası serginin ziyaretçilerine, bir kürdü ya da bir türkü sevmenin nedenlerini, nasıllarını, öyküsünü, varsa zorluklarını, dışa vurumunu, içeriğini aktaracak, anlatacak, belgeler haline getirmeleri.”
Hakan’ın “Nefret Tünelinde Aşk”ını bu yazıya konu etmemin iki nedeni var. İlki elbette, belki bu çağrıyı okuyanlar arasında sergiye kendilerini katmak isteyecek birileri çıkar umudu beslemem, ikincisi ve bu ülke adına daha yaşamsal bulduğum neden ise nefretin umulmadık ölçüde zincirinden kurtulmuş bir azgınlıkla saldırıya geçtiğini görmekten dolayı büyük bir endişe duymam.
Özellikle Hakan’ın kazıp çıkarttığı ve bir kısmını benimle paylaştığı nefret metinlerine maruz kaldıktan sonra içinden geçtiğimiz bu son derece riskli zamanlarda birbirimize çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuza inancım kat kat artmış durumda.
Yazıyı kaleme alırken ilk önce sayfalarca kusulan bu nefret belgeleri içinden görece en usturuplu bulduğum ve noktalayarak şiddetini azaltmaya çalıştığım çok küçük bir kısmı yayınlamayı düşündüm. İçerdiği şiddet yüzünden burada daha fazlasını yayınlamanın bir yolu yoktu. Sonra kendi sayfamda en azında doğrudan görünür olmalarına bile katlanamadığımdan bu metinleri beyaz renkte vermek geldi aklıma. Belki böylece en azından bir çok okuyucuyu habersizce maruz kalma tehlikesinden korumuş olacaktım. Yine de emin olamadım ve fikrine güvendiğim birkaç arkadaşıma gösterdim. Sonuç olarak nefretin nefreti doğuracağı kanaatine varıp buradan yayınlamamaya karar verdim.
http://open-flux.blogspot.com adresinden Hakan Akçura’ya ulaşarak temin edebilir ya da zaten basit bir internet taramasıyla -Kürt ve Türk kelimelerinin yanına aklınıza gelen en basitinden en ağıza alınmayacak hakaret ifadelerine kadar istediğini koyarak- yazılı, sesli ve görüntülü örneklerine gani gani ulaşabilirler.
Bu öyle bir nefret kültürü ki modern deformasyonla kendini üreterek küresel dekadansla birbirine çullanıyor. Birbirinden beslenerek güçleniyor ve hayatın dokusunu parçalamak üzere en küçük açık yaradan içeri sızıyor. Bu öyle bir nefret ki Akın Birdal gibi birine televizyon kameraları karşısında “Eskiden Kürtlerle ilgili söylenen bir söz vardı ‘En iyi Kürt ölü Kürt’ diye. Şimdi en iyi asker de ölü asker mi olmalıdır.” cümlesini kurdurtabiliyor.
Türkiye görüş ayrılıkları, kamplaşmalar ve ötekini yok saymaya yabancı bir ülke değildir. Ancak hiçbir dönemde bu ayrılıklar, karşılıklı konumlanmalar bu kadar kirli, çürük ve adi bir üsluba sahip olmamıştır. Yaşı tutanlar hatırlayacaktır sol- sağ kapışmasının en sert olduğu dönemlerde bile kimse birbirini bu nefret metinlerindeki gibi algılamazdı. Birbirini öldürmeye varan düşmanlıklarda bile bu çiğlikte küfürler savrulmazdı. En azından kimse sanal karakterlerin ardına sığınıp küfür mastürbasyonu yapmazdı.
Hangi arada, kimin eliyle, nasıl böyle insanlar oluverdik? Bu sorunun mutlaka derin sosyolojik çalışmalara ihtiyaç duyduğu ortada. Yine de umudumu korumak ve tüm bunların günün birinde unutulup, gideceğine inanmayı sürdürerek yaşamak istiyorum. Çok mu?
Çağrı
