"Ülkede korkudan çok paradoksal bir biçimde, cinnet ve kayıtsızlığın birlikte, elele yaygınlaştığını düşünüyorum."

Evrensel Kültür dergisinin ekim sayısı çıktı. Derginin ‘Çözülen Teyel, Kamplaşan Ülke’ başlıklı dosyasında Kürtlere ve Alevilere karşı düğmeye basılmış gibi hemen uyanıveren nefretin toplumsal ve tarihsel kökleri nerelere dayandığını tartışıyor. Dosyada, Yücel Demirer, Yusuf Karataş, Hakan Akçura ve Ahmet Tulgar’ın yazıları yer alıyor.

Dergide yeralan röportajımı Open Flux’a da taşıyorum. Bana sorulan sorulara cevaplarımı 18 Eylül 2012’de göndermişim:

2010 yılında bir linç haritası hazırladınız. Bu haritada yoğunlaşmaların nerelerde olduğunu, lincin başlıca saiklerinin neler olduğunu, yani lince uğrayanların hangi özellikleriyle ve yönleriyle buna maruz kaldıklarıni anlatabilir misiniz?

Tam adı “Türkiye linç yapılmış ya da linçe kalkışılmış mülki idare bölümleri haritası” olan çalışmamı ilk kez 17 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmak üzere Birgün Gazetesi için ürettim. Yayınlanan ilk başlığı “Az kaldı!” idi. O günlerde artan biçimde yaygınlık gösteren linç girişimleri, beni, bu çalışmam için gereken uzun süreli bir araştırmaya yöneltti. Sivas Katliamı öncesinden 2010’a kadar gerçekleşen linçleri ve girişimleri, internet üzerinden, haber taramasıyla listelemeye çalıştım. Haftalarca uğraştım. 200’ü aşkın olayı listeledim. Bunların çoğunluğu, ırkçı, etnik, homofobik, siyasal nefretle kalkışılan linçlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam 32 il dışında tüm ülkeyi kaplayan bir yaygınlıkla karşılaşınca da çalışmamın görsel karşılığı netleşti: Linç kanıyla ala boyanmış ülke ve o ülkenin giderek tümü görünür hale gelen bayrağı.
Listede sıklıkla linç girişiminin yaşandığı üç il arkalarından gelenlere fark atıyordu; İstanbul, Sakarya ve İzmir.

Sonra bu haritayı yine 2010’da, ilkinden 8 ay sonra güncellediniz. Sanırım 29 vaka daha girdi haritaya. Ardından geçenlerde üçüncü kez, yaklaşık iki yıl sonra, yeni 50 vakayı da katarak yenilediniz. Ve görülüyor ki hattı linçden değil de sathı linç’ten söz edilebilir artık. Memleketin boyanmamış yerleri azalmış. Bu artışı neye bağlıyorsunuz.

Haritayı ilkinden 8 ay sonra aradaki 29 yeni linç girişimi ile yenilediğimde bu kez “Daha da az kaldı” ismiyle blogum Open Flux’ta yayınladım. Blogdaki son yenilememin başlığı ise “Bitmek üzere”. Bu harita aynı zamanda 20 yıllık bir dökümü içeriyor. Umarım bir gün, “Bitti!” demek zorunda olmam.

Sorunuza dönersem, bu artışı neye bağlıyorum? Çok özetle, 40 yıldır ülkede süren savaşa, bu savaştan beslenenlerin iktidarlarına, her daim, her araç ve yöntemle yaygınlaştırılan milliyetçi, ırkçı siyasi propagandaya, tüm bunlara karşı güçlü, kitlesel, alternatif bir kültür, hareket üretilememesine…

Linç, hedef gösterme, pusu kurma, ihbar kültürü çok derin ve yaygın bir ülke Türkiye. Onca soykırım, katliam, tehcir, savaşın ülkesi… Bu geçmişiyle, farklı kurucu ortak uluslarıyla bu büyük suçlara ortak geçmişiyle gerçekten yüzleşmezse, yepyeni bir ortak yaşam kültürünü tüm bileşenleriyle yaratmazsa ülkenin bu varoluşu sürecek. Korkarım.

Her linç eyleminde siyasi kadroların bir ön demeci, bir medya yönlendirmesi gibi bir şey oluyor mu? Yoksa linç yapan kesimler kendi kendilerine durumdan vazife mi çıkarıyorlar.

Kitleler üzerinde etkin, medyaya hakim, yolgösterici, sözü dinlenir mevkilerin aslında her kelimeyi sorumlulukla sarfetmesi gereken insanlar, kurumların hedef gösterdiği, nefreti, milliyetçiliği palazlandırdığı her uğrak, gözü kara kalabalıklar için linci meşrulaştırıyor. Bu her gerçek demokraside affedilmez bir suç. Yakın zamanda bu korkunç suçu hem Başbakan, hem de İçişleri Bakanı işledi. Ne yazık ki daha da işleneceğe benzer.

Elbette ki bu uğraklar, linç girişimlerinin yaygınlaşmasına neden oldu. Dikkatli gözler bunu listemin kronolojisinde zaten farkedecektir.

Son zamanlarda Alevilerin evlerinin işaretlenmesi, Kürt işçilerin çalışmak için geldikleri Batı bölgelerinden gitmesi isteğiyle yaratılan gerginlikler de artış var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

AKP iktidarının, birçoğunun gözünde MHP tabanına yönelik uzun erimli planları uğruna, bence kürt sorununu çözmekte basireti bağlanmasına koşut olarak milliyetçi dozu çok artan siyasal politikası, nefret suçlarını besliyor. Süren savaşın, ölesiye şımarık niteliği, asker ve gerilla ölümlerini yarıştıran hakim söylem, toplumun tüm kesimlerinde ırkçılığı palazlandırıyor. İdris Naim Şahin’in neredeyse tüm demokratik toplumsal muhalefeti zihnindeki PKK ile örtüştüren üslubu ve sınırsız saldırganlığı, ülkenin her başkaldıran bireyini ve ülkenin batısında yaşayan tek tek her kürdü, ırkçı, bağnaz kalabalıklar için hedef haline getiriyor. Durum vahim!

Suriye ile gerginliği artırıcı politikalar Hatay ve civarındaki illeri de patlamaya hazır bir bomba haline getirdi. O bombalardan biri Gaziantep’te patladı zaten. Hataylılar ise her an bir şey olacağı kaygısıyla yaşıyor. Korku ortamı sosyal çatışmaları besler mi? Ne tür bir korkudur bu?

Biraz önce “ölesiye şımarık bir hal alan savaştan” sözettim. Artık neredeyse her bombalamanın, katliamın ardında kimin olduğu hakkında beşli bahsin oynanabileceği, at izinin it izine karıştığı, olası her sorumlu silahlı yapılanmanın hızla benzeştiği bir ülkedeyiz. Bence Gaziantep bombalaması bu durumun altının kalınca çizdi. Ülkede korkudan çok paradoksal bir biçimde, cinnet ve kayıtsızlığın birlikte, elele yaygınlaştığını düşünüyorum.

40 yıldır bitmeyen savaşın bugünü, Ortadoğu’nun yeniden biçimlendiği bir döneme denk geldi. Bence uluslararası paylaşım güçlerinden biri haline gelen Türkiye devletinin, bu yeniden biçimlenme sürecinde, etkin olarak karar verici, olmazsa karar ortağı olmaya yeltendiği, bu uğurda neleri yapabileceğini çok pervasızca gösterdiği tehlikeli bir dönem. Bu tehlikeli bu uğrakta, eli kanlı bir diktatörün yanında olmayı devrimci dayanışma zanneden kemalist ve/veya Baasçı aymazlar da, sunni bağnaz halk katili çapulcular da barış ve demokrasi güçlerinin seçimi elbette ki olamaz. Tam da bu yüzden, bu zamanlarda Türkiye’de yükseltilecek sonuç verici barış mücadelesinin önemi çok arttı.

Türkiye’de, sadece ülkede süren savaşın değil, aynı zamanda üç ülkede daha süren savaş ve çatışmaların tarafı olan PKK ile bağımlı bir ilişkisi olan BDP’yi saymazsak, bağımsız, yaygın bir barış ve demokrasi hareketi yok. Bugüne değin, 1 Eylül’de Roboski’den yola çıkan, 1300 kilometre yürüyerek Ankara’ya ulaşmayı hedefleyen vicdanı redci Halil Savda’nın kararından ve manifestosundan daha doğru, bağımsız, yalın, bu yüzden güçlü, bu topraklarda barışı isteyecek her insanla güçlü bağlar kurabilecek nitelikte bir çıkış gerçekleşmedi. Peki bu yürüyüş başlayınca ne oldu? Herkes suspus!

Ayaklarına kına yakan kürt analar, yerel inisyatifler dışından 15 gündür, 350 kilometredir güya bu ülkede barışı arzulayan, kitleleri yönlendirme, bu yürüyüşten haberdar etme gücüne sahip herkes bu yürüyüşe karartma uyguluyor. Buna rağmen bu yürüyüşün katılımcıları ve destekçileri tek tük de olsa artmaya başladı. Yaklaşık kırk gün daha yürünecek. Tam da doğru ile yanlışın, barış ile savaşın, samimiyet ile riyanın, köle ruhu ile bağımsız ruhun, dün ile özlenen yarının arasından… Ben bir barış eylemcisi sanatçıyım. Benim için her gün artan sayıda yeni asker ve gerilla genç bedenlerin düştüğü bugünlerde bu kanlı topraklarda bundan daha önemli bir şey yok. Derginiz bu yürüyüş sürerken mi çıkacak bilemiyorum ama ben tüm okurlarını Halil’in yanına çağırıyorum. Onun dediği gibi: Savaş kaderimiz değildir, olamaz! Bu savaşı durdurabiliriz, durdurmalıyız!

Yeni imzalarla: Halil Savda ve barış yürüyüşçülerinin yanındayız!

Kaleme aldığım ve sanat/kültür çevrelerinde yaygınlaştırdığım kampanya metnini yeni gelen imzalarla son kez yeniliyorum. Bianet’te ve “Bariş için Vicdani Red” grubunda yeralan, imza kampanyasının “süren” bir kampanya olduğuna dair yanlış duyurular yüzünden -ya da sayesinde- imza verenlerin sayısı 168’e ulaştı. 


Bu kampanyayı, en kısa ve yaygın duyuru yapabileceğim kendi meslek alanımda yaygınlaştırdım ama bu yeni kattığım imzaların kaçının sanat/kültür çalışanı olduğunu artık bilemiyorum. Aslında bunun öneminin de kalmadığı bir aşamaya geçildiğini de düşünüyorum. Benim dışımda birilerinin daha geniş, yaygın bir destek kampanyasını başlatmasının belki de zamanıdır.


————-


Halil Savda ve barış yürüyüşçülerinin yanındayız!


Biz bu topraklarda on yıllardır süren kanlı savaşın tanığı ve mağduru olan sanat ve kültür insanları, Halil Savda ve diğer 
barış yürüyüşçüleriyle sınırsız dayanışmamızı duyurmak isteriz. 


Osmaniye’de kalkışıldığı gibi, bu haklı, anlamlı, özel barış yürüyüşüne engel olmak isteyecek her kurum ve kişi, barışa 
gönül veren herkes gibi bizi de karşısında bulacaktır.


Halil Savda’nın dediği gibi:


Kürt sorunu savaşla, daha çok güvenlik önlemiyle değil, daha çok özgürlük, daha çok barışla çözülebilir!
Savaş kaderimiz değildir, olamaz! Bu savaşı durdurabiliriz, durdurmalıyız!
Bu toprakların en çok ihtiyaç duyduğu şey barış! Tarafları çatışmayı durdurmaya çağırıyoruz!


O küçük bir adım attı; bu adımı hep birlikte çoğaltacağız!


Necati Abay, Altan Açıkdilli, Esra Açıkgöz, Gülsün Ağaoğlu, Ali Akay, Gökhan Akçura, Hakan Akçura, Nazire Akçura, Ayşe Kudra Akdeniz, Cihan Aktaş, Birhan Alakır, Tuğba Alakır, Hatice Altınışık, Gökçe Altunay, Fırat Arapoğlu, Faruk Arhan, Rana Arıbaş, Uygar Asan, Hatice Aslan, Mehmet Atak, Şule Ateş, Claudine Avetyan, Hasan Salih Ay, Sunar Kural Aytuna, Begüm Baki, Pelin Başaran, Pelin Batu, Kerem Ozan Bayraktar, Cihan Uzunçarşılı Baysal, Burak Baysun, Elif Bereketli, Ayşe Lebriz Berkem, Saniye Boran, Beyza Boynudelik, Ludmilla Büyüm, Canan, Derya Cebecioğlu, Banu Cennetoğlu, Semra Çelebi, Aydan Çelik, Özge Çelikaslan, Yalçın Çıdamlı, Kadir Çıtak, Bahar Çuhadar, Yetvart Danzikyan, İsmet Değirmenci, Nimet Demir, Hande Demircioğlu, Seda Demirdelen, Sinan Demirtaş, Suzan Doğan, Janet Durna, Betül Dünder, Erol Egemen, Gülsüm Ekinci, Cemal Ener, Aslı Erdoğan, Emine Uçak Erdoğan, Saltuk Erginer, Haydar Ergülen, Murat Ertel, Yücel Erten, Aynur Eryılmaz, Ömer Faruk, Sevtap Şahin Genç, Murat Germen, Yasemin Göksu, Mehmet Güç, Halime Güner, Arzu Filiz Güngör, Mahir Günşiray, Ayşegül Gürdal, Hakan Gürel, Defne Gürsoy, Birgül Hakan, Mustafa Horasan, Deniz Ilgaz, Zeynep Işıklar, Esin İdil, İnsel İnal, Fatoş İrwen, Şirin İskit, Barış Karacasu, Murat Kapkıner, Mustafa Kaplan, Deniz Karabacak, Esra Karataş, Erdal Karayazgan, Şule Kangüleç, Burak Karacan, Deniz Karakaş, Gülfem Kessler, Aysel Demir Kılavuz, Esra Koç, Vasıf Kortun, Erden Kosova, Mahmut Wenda Koyuncu, Rauf Kösemen, Yaşar Kurt, Bilal Lekesiz, Levent Pişkin, Murat Meriç, İnanç Mısırlıoğlu, Murat Morova, Serpil Odabaşı, Sevin Okyay, Demiray Oral, Ceren Oykut, Pınar Öğrenci, Kerem Öktem, Nuray Önoğlu, Işın Önol, Ayça Örer, Nilay Örnek, Zuhal Özden, Emine Özkaya, Nurten Özkoray, Aslı Öktener, Damla Özlüer, Özkan Öztürk, Mustafa Pancar, Ahmet A. Sabancı, Yavuz Saç, Aysel Sağır, Ersin Salman, Uğraş Salman, Günal Salt, Levent Soy, Niyazi Selçuk, Doğan Şahin, Ümit Şahin, Tansu Şen, Necla Şengül, Ali Şimşek, Macide Şimşek, Ersoy Tan, Melek Taylan, Zeynep Tanbay, Hülya Tarman, Tuluhan Tekelioğlu, Hasan Özgür Top, Reyhan Toplu, Taylan Tosun, Zeynep Tozduman, Ayla İşler Tsekka, Yücel Tunca, Ahmet Uluğ, Serpil Ünal, Ertan Vecdi, Hakan Vreskala, Özcan Yaman, Nimet Yardımcı, Ömer Emre Yavuz, Şendoğan Yazıcı, Seçil Yersel, Sibel Yerdeniz, Hülya Yetişen, Abdullah Yılmaz, Duygu Yılmaz, Levent Yılmaz, Nazım Ünal Yılmaz, Serra Yılmaz, Nalan Yırtmaç, Şanar Yurdatapan, Doruk Yurdesin, Leyla Yücel, Emre Zeytinoğlu

Halil'e mektuplar – 3



“Ben barış yürüyüşçülerinin hiçbirini şahsen tanımadım. Aralarından bildiğim ve uzundur takip ettiğim sadece başı derde girdikçe, yazdıkça, hakkında yazıldıkça, Halil Savda’ydı. Başlattığı yürüyüşün ilk gününden beri o ve katıldıkça diğerleri, önlerine çıkan her fırsatta konuştular, demeç verdiler, anlattılar. Çok sık değildi bu olanak. Yürüyorlardı çünkü. Ama o birkaç video ve radyo programının ardından, neredeyse her biri hakkında artık seslerini, şivelerini, seçtikleri cümleleri dinleyen bir insan olarak kişisel, detaylı düşüncelerim var. Tüm bu düşüncelerimi, tek bir kelime ile özetleyebilirim size: Çok gerçekler! 


Halil’in yola çıkış metninin içeriği de gerçekti, olması gerektiği gibiydi, Halil’di. Bugünlerde Türkiye’de bayilerde olması gereken Evrensel Kültür’ün “Türkiye linç haritası” çalışmam hakkında sordukları soruları cevaplarken, sözü bu yürüyüşe getirmiştim, bilerek ve isteyerek. Şöyle tanımlamıştım yürüyüşü: “Ayaklarına kına yakan kürt analar, yerel inisyatifler dışında 15 gündür, 350 kilometredir güya bu ülkede barışı arzulayan, kitleleri yönlendirme, bu yürüyüşten haberdar etme gücüne sahip herkes bu yürüyüşe karartma uyguluyor. Buna rağmen bu yürüyüşün katılımcıları ve destekçileri tek tük de olsa artmaya başladı. Yaklaşık kırk gün daha yürünecek. Tam da, doğru ile yanlışın, barış ile savaşın, samimiyet ile riyanın, köle ruhu ile bağımsız ruhun, dün ile özlenen yarının arasından… Ben bir barış eylemcisi sanatçıyım. Benim için her gün artan sayıda yeni asker ve gerilla genç bedenlerin düştüğü bugünlerde bu kanlı topraklarda bundan daha önemli bir şey yok.” Şimdi ekliyorum: Bu eylem -uygulayıcıları farkında olsa da, olmasa da- çok güçlü bir dönüştürücü güce sahip! Onu bu adalete aç topraklarda elbette ki çok yapılagelen diğer yürüyüşlere ya da her gün Taksim’den Tünel’e, Tünel’den Taksim’e bağırarak yolalmaya benzetmeye kalkmak sadece haksızlık değil, gaflet de…


Dört gün boyunca imza topladım kendi meslek alanımdaki insanlardan ve kimse bana bu, yani “bu adı belli 109 sanat ve kültür insanının” altına birlikte imza attığı bir başka metin daha gösteremez. Bianet, imza kampanyamızı yanlış olarak “başladı” diye haberleyince, yeni onlarcası daha bugün ismini yollamış bana… Ne yapmalıyım da onları da görünür kılmalıyım diye düşünüyorum. Belki de birinci gün, ikinci gün diye uzadıkça yayınlanmalı bu liste. Karar veremedim. 


Halil, son günlerde,”bu topraklarda hangi partiye oy verirse versin, hangi siyasal düşüncede olursa olsun barışı dileyen, çağıran, isteyen, özleyen herkes bizi destekleyecektir,” derken doğru bir şeyi vurguluyor. Üstelik, yola çıkılan ilk günden bu yana, “Kürt sorunu savaşla, daha çok güvenlik önlemiyle değil, daha çok özgürlük, daha çok barışla çözülebilir!” demeyi sürdürüyor olmasına rağmen, belki de artık “o yüzden”. Bu alışılmadık…


Osmaniye engellemesinin hem boşa çıkarıldığı, hem de yürüyüşün nihayet kalabalıklarca da kısmen de olsa görülmesine hizmet ettiği, desteğin arttığı ama yine de medyada karartmanın sürdüğü bugünlerde, şu son 2-3 haftada, hele ki Suriye’yle savaşın da kıyısına gelmişsek, artık rahatlıkla şunu söyleyebiliyorum: 1978’den beri şu ya da bu biçimde içinde olduğum, yakından izlediğim Türkiye barış mücadelesinin en gerçek, en doğru zamanda gerçekleştirilen ve bu coğrafyada en zor olanı da başararak, savaştan beslenen hiçbir tarafa göbeğini şu ya da bu kadar bağlamayan bu yalın ve soylu yürüyüşe sınırsız destek vermek, yüreğimizin, acımızın, akan kanımızın, giden yıllarımızın borcu… Onlar gerçekten Savda’mız olmalı! Tek kaygımız, ortak çabamız da, biz onlarla ve daha kalabalık kenetlendikçe, bu sürecin niteliğini dönüştürmeye çalışacaklara “karşı” olmalı derim.


Dostlukla…”


Bu “Ölüm yolunda barış yürüyüşçüsü (Halil Savda)” facebook grubunda başlayan tartışmaya yazdığım not, ister istemez Halil’e üçüncü mektubum oldu. 


Kardeşin.


Hakan Akçura
3 Ekim 2012
İsveç saatiyle 00:56

Halil Savda’nın barış yürüyüşüne destek poster tasarımlarım

Halil Savda’nın barış yürüyüşüne eşlik eden blogfacebook sayfası ve facebook grubu sizi bekler.

Halil Savda ve barış yürüyüşçülerinin yanındayız!



Halil Savda ve barış yürüyüşçülerinin yanındayız!


Biz bu topraklarda on yıllardır süren kanlı savaşın tanığı ve mağduru olan sanat ve kültür insanları, Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleriyle sınırsız dayanışmamızı duyurmak isteriz.

Osmaniye’de kalkışıldığı gibi, bu haklı, anlamlı, özel barış yürüyüşüne engel olmak isteyecek her kurum ve kişi, barışa gönül veren herkes gibi bizi de karşısında
 bulacaktır.

Halil Savda’nın dediği gibi:

Kürt sorunu savaşla, daha çok güvenlik önlemiyle değil, daha çok özgürlük, daha çok barışla çözülebilir!
Savaş kaderimiz değildir, olamaz! Bu savaşı durdurabiliriz, durdurmalıyız!
Bu toprakların en çok ihtiyaç duyduğu şey barış! Tarafları çatışmayı durdurmaya çağırıyoruz!

O küçük bir adım attı; bu adımı hep birlikte çoğaltacağız!

Ali Akay, Gökhan Akçura, Hakan Akçura, Ayşe Kudra Akdeniz, Fırat Arapoğlu, Rana Arıbaş, Uygar Asan, Mehmet Atak, Şule Ateş, Hasan Salih Ay, Sunar Kural Aytuna, Canan, Kerem Ozan Bayraktar, Cihan Uzunçarşılı Baysal, Burak Baysun, Ayşe Lebriz Berkem, Saniye Boran, Beyza Boynudelik, Ludmilla Büyüm, Banu Cennetoğlu, Aydan Çelik, Özge Çelikaslan, Yalçın Çıdamlı, Kadir Çıtak, Bahar Çuhadar, Yetvart Danzikyan, İsmet Değirmenci, Hande Demircioğlu, Seda Demirdelen, Sinan Demirtaş, Janet Durna, Erol Egemen, Gülsüm Ekinci, Cemal Ener, Aslı Erdoğan, Emine Uçak Erdoğan, Saltuk Erginer, Haydar Ergülen, Murat Ertel, Yücel Erten, Aynur Eryılmaz, Sevtap Şahin Genç, Arzu Filiz Güngör, Mahir Günşiray, Ayşegül Gürdal, Mustafa Horasan, Deniz Ilgaz, Zeynep Işıklar, Esin İdil, İnsel İnal, Fatoş İrwen, Şirin İskit, Barış Karacasu, Mustafa Kaplan, Deniz Karabacak, Esra Karataş, Şule Kangüleç, Burak Karacan, Gülfem Kessler, Esra Koç, Vasıf Kortun, Erden Kosova, Mahmut Wenda Koyuncu, Rauf Kösemen, Yaşar Kurt, Bilal Lekesiz, Levent Pişkin, Murat Meriç, İnanç Mısırlıoğlu, Murat Morova, Serpil Odabaşı, Sevin Okyay, Ceren Oykut, Pınar Öğrenci, Kerem Öktem, Nuray Önoğlu, Işın Önol, Ayça Örer, Emine Özkaya, Nurten Özkoray, Mustafa Pancar, Ahmet A. Sabancı, Yavuz Saç, Uğraş Salman, Günal Salt, Niyazi Selçuk, Ümit Şahin, Ali Şimşek, Ersoy Tan, Zeynep Tanbay, Hasan Özgür Top, Yücel Tunca, Ahmet Uluğ, Ertan Vecdi, Hakan Vreskala, Özcan Yaman, Ömer Emre Yavuz, Şendoğan Yazıcı, Seçil Yersel, Sibel Yerdeniz, Abdullah Yılmaz, Duygu Yılmaz, Levent Yılmaz, Nazım Ünal Yılmaz, Serra Yılmaz, Nalan Yırtmaç, Şanar Yurdatapan, Doruk Yurdesin, Emre Zeytinoğlu

Siyah Bant'ın kitabı ve bir makale

Siyah Bant projesi kapsamında sanatta ifade özgürlüğü ve sansürle ilgili çeşitli yazıların, dosyaların ve sansür vakalarının yer aldığı bir kitap yayınlandı. Kitaptan bir makaleyi aşağıda yayınlıyorum. Kitabı pdf olarak Siyah Bant projesinin web sitesinden ya da aşağıdaki makalenin altındaki linkten ulaşabilirsiniz.

İnce Sınırlar: Güncel sanatta sermaye, sanat kurumu ve
devlet üçgeninde sansür


Güncel sanatın sermayeyle olan organik bağı ve göreceli olarak
kapalı bir grup olmasının getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol
baskısı, sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey
kısıtlanmasına neden oluyor.


Arzu Yayıntaş 
Küratör


Son beş yılda hem yurtdışında hem de
Türkiye’de güncel sanat sergilerinde sansür vakalarının bir artış gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye bazında ele aldığımızda
bu artışı, güncel sanatın son dönemde
popülerleşmesi ile daha da görünür
olmasına bağlayabiliriz çünkü medyanın
ilgisinin artması ile daha önce göreceli olarak özerk bir alan olarak algılanan güncel
sanatın üretimi ve tüketimi üzerindeki
denetim mekanizmaları arttı. Bununla eş
zamanlı olarak hükümetin son dönemde
yaptığı sanat ve terör bağlantısı vurgusu
ve muhafazakâr sanat tanımlaması devlet
bazında da baskının artarak ilerleyeceğinin bir işareti olarak algılandı. Her ne kadar güncel sanat bir özgürlük alanı olarak
tanımlansa da ve bugüne kadar eleştirel
birçok proje yapılmış olsa da aslında bu
sadece tanımlanmış sınırlar içinde var olabilen bir özgürlük alanı. Güncel sanatın,
piyasanın, medyanın ve devletin daha çok
ilgisini çekmesi ile bu sınırların her gün
biraz daha daralmaya başladığı ise aşikâr.


Güncel sanatta yaşanan sansür olaylarında sanatçılar sadece baskı ve tehdide
maruz kalmıyor, çoğu zaman da mücade
lelerinde yalnız kalıyorlar. Buna hem güncel sanatın özerk bir alan olarak görülmesi
nedeniyle yaşanan sansür olaylarının ifade
özgürlüğü alanında çalışan aktivistler
tarafından münferit olaylar olarak tanımlanması hem de güncel sanat aktörlerinin
örgütsüzlüğü neden olmaktadır. Güncel
sanatın sermayeyle olan organik bağı ve
göreceli olarak kapalı bir grup olmasının
getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol baskısı,
sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey kısıtlanmasına neden oluyor.
Kurumlar ve bugüne kadar yapılan uluslararası sergiler bazında incelediğimizde,
aslında gerek sponsorlar gerekse küratörler bazında hep aynı isimlerin önemli
kapıları tutmasıyla ortaya çıkan güç
odakları bugüne kadar kayda geçen sansür
vakalarının buzdağının görünmez kısmı
olduğu izlenimini veriyor çünkü kimi
zaman sanatçının bunu ifşa etmesi, kişisel
ilişkileri ve gelecekteki sergilere davet
edilmeme çekincesi nedeniyle zorlaşıyor.
Bu durum aslında daha çok serginin ya da
etkinliğin hazırlık aşamasında, yani daha
sergi izleyiciyle buluşturulmadan gerçekleşen sansürlerde geçerli. 2011’in sonunda 
İstanbul Modern’de yaşanan sansür vakası
böyle bir duruma örnek gösterilebilir. (1) Bu
vaka farklı kurumların da devreye girmesi nedeniyle, Türkiye’deki güncel sanat
dengelerini ve de sansürü tanımlamada
yaşanan zorlukları anlamada oldukça
bilgilendirici.


Sansür, İstanbul Modern’in eğitim
programına destek için düzenlediği müzayede gecesine bağış istediği sanatçılardan
Bubi Hayon’un, müzayede için ürettiği
koltuğa, küratörlerin onayını almadan bir
oturak eklemesi nedeniyle gerçekleşti.



“Oturak”, Bubi, 2011

Küratörler bu müdahaleyi konsepte
uygun bulmadıklarını belirterek, işi müzayedeye almamaya karar verdiler. Bubi’nin
bu durumu deşifre etmesi üzerine sanatçılar ve küratörler sosyal medyada önce
bunun bir sansür olup olmadığını, sonrasında da müzeye bir tepki verilmesinin
gerekliliğini tartışmaya başladılar. AICA
(Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği)
ve UPSD’nin (Uluslararası Plastik Sanatlar
Derneği) sanatçının özerkliğini yok sayan 
ve kurumu koruyan “bu bir sansür değildir” açıklaması üzerine sanatçılar, HakanAkçura’nın “Sansürün ‘Koşullu’suna da ‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da hayır!”başlıklı metnini, metnin dilinde eleştirdikleri bazı noktalar olsa da, sansüre ve taraf
olan kurumlara ortak bir tepki göstermek
adına imzaladılar. (2) Hemen ertesinde İstanbul Modern’de programda yer alan sanatçı
konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz’ın ve
Seda Hepsev’in müdahalesiyle sansürün
tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü.
Bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek
kamusal-özel ayrımından, çağdaş sanat
dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün
tanımına, AICA ve UPSD’nin konumlarına
ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok
konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı.
Bu konuşmaya AICA’dan katılan kimi
isimler “bu sansür değildir” açıklamalarını
şiddetle savunsalar da, diğer katılımcılar
ile birlikte konuyu tartışarak kuruma göre
daha yapıcı bir tutum sergilediler. Oturumun sonunda “Hayal ve Hakikat” sergisi
sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci
Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut, Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş
Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü
sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden çekildiklerini açıkladılar. Sanatçıların
haklarını korumak için kurulmuş olan bir
dernek olan UPSD’nin kurumu koruyan,
imzacılara üstten bakan, eleştiriye bu
kadar kapalı ve sermaye-küratör-müze
ilişkilerinde kendini otorite ilan eden tutumu, güncel sanatın ne kadar güç odaklı
olduğunun bir göstergesi. (3)



Öncesinde sessiz kalmayı tercih eden
İstanbul Modern daha sonra tartışmaları
“şaşkınlıkla” izlediğini belirterek ve “seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da
kuruma aittir” diyerek durumu tartışmayı
tamamen reddettiğini açıkladı. (4) Bununla
da kalmayarak Levent Çalıkoğlu ve imzacı
sanatçılardan biri olan Leyla Gediz arasındaki özel yazışmalar basın ile paylaşılarak, sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde de devam edeceğinin sinyali verildi.

Bu durum aslında var olan güncel sanat ortamında sanatçının uğradığı sansürü ifşa etmesi kadar sansüre uğrayana da destek vermesi durumunda ne tür baskılara maruz kaldığının önemli bir göstergesi. İstanbul Modern, kuruluşu bakımından kurumsal protokolleri takip etmemesi ve müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle bugüne kadar birçok tartışmaya konu olmuştu, ama daha önce dışarıya yansıyan bir sansür vakası yaşanmamıştı. Bu son olayda takındığı tutumla aslında İstanbul Modern, sanatçının özerkliğini tanımadığını ve sanatçı-küratör ilişkisinde yaptırımcı bir yaklaşımı benimsediğini ortaya koymuş oldu. Bu yaşananlar sanatçıların bir durum analizi yapmasına vesile oldu ve kendilerine alan açabilmek için örgütlülüğün yollarını araştırmaya başladılar.


İstanbul Modern vakasında sansürü uygulayan aktör olarak kurumdan çok küratör ön plana çıkıyor ve kurum küratörün kararının arkasında duruyor gözüküyor. Bu durum, güncel sanatta küratörün rolünün bir analizini yapma gerekliliğini ortaya koyuyor. Küratör en basit tanımıyla serginin kavramsal çerçevesini oluşturan ve sergide yer alacak sanatçıları seçen kişi olarak özünde özerk ve de güçlü bir aktör.
Bu anlamda küratör ifade özgürlüğünün
ve eleştirel dilin bir kalesi olarak gözükse
de aslında bu durum bir kuruma bağlı
olup olmamasına, kişisel duruşuna, sermaye ve piyasa ile kurduğu ilişkilere bağlı. Bir
kuruma bağlı olarak çalışan bir küratörün
kurumun ideolojisinden, sermaye ilişkilerinden bağımsız olarak hareket ettiğini
düşünmek aslında bir yanılsamadan
ibaret. Kimi zaman küratörler kurum içi
uğradıkları baskı ve sansür deneyimlerini
dışa kapalı olarak verdikleri mücadeleler
ile bertaraf ediyor (bunun için bazen istifa
etmekle tehdit ediyorlar ve bazen istifa
etmek zorunda kalıyorlar), kimi zaman
buna maruz kalmamak için en baştan
oto-sansür mekanizmalarını çalıştırıyor,
kimi zaman da İstanbul Modern olayında
olduğu gibi tamamen kurumun ya da bağlı olduğu sermayenin ideolojisi ve çıkarları
ile özdeşleşmiş bir şekilde hareket ederek
kendileri sansür uyguluyor. Bu durum
aslında son dönemde kültür endüstrisinin
içerisinde hareket etmek zorunda kalan
küratörün farklı roller üstlenmesinden,
güncel sanat ortamının gittikçe daha
ticarileşmesinden ve sanat kurumlarının
sermaye şirketleri gibi ziyaretçi sayısı
üzerinden performans değerlendirmele
ri yapmalarından kaynaklanıyor. Bu da
küratörlerin kendilerine direniş alanları
yaratabilmek için çok acil farklı stratejiler
geliştirmek zorunda olduğunu gösteriyor.



Sansür vakalarının çoğunluğu sanat
eserlerine uygulanarak sanatçılar üzerinden ilerliyor ve küratör genelde sanatçının
haklarını koruyan kişi olarak gündeme
geliyor. Aslında sergiden bir eserin kaldırılması, küratörün de hatta o sergide yer
alan diğer sanatçıların da sansüre uğradığı
anlamına geliyor çünkü sansür, küratörün
kurguladığı sergi bütünlüğüne dolayısı 
ile ifade özgürlüğüne bir müdahaledir aslında. Sansüre uğramış bir güncel sanat sergisi bir anlamda sansürü uygulayan otorite tarafından evcilleştirilmiş demektir
ve bu da sergide yer alan diğer sanatçıların alanına girmek anlamına gelir.
Türkiye’de ve uluslararası sansür vakalarında genel olarak küratör ve sanatçı ortak
hareket ederek durum ile mücadele ediyor.
Çok nadir olarak sergi tümüyle geri çekiliyor. Sanırım bu durum genel olarak tüm
sanatçılar ile konsensusa varılamamasından ve sergi yapım sürecinde imzalanan
sözleşmelerin yaptırım gücünden kaynaklanıyor. Küratörlerin sansür deneyimi genel olarak sanat eserleri bazında gündeme
geliyor çünkü onların uğradığı sansür
deneyiminin görünürlük kazanması ve de
sansür olarak tanımlanması çok daha zor
oluyor. Kurum içinde çalışan küratörler
genel olarak kurum politikasının ışığın
da fikirlerini oto-sansürleyerek herhangi
bir çıkar çatışması yaratacak durumun
çıkmasını engelliyor, bağımsız çalışan
küratörler ise aykırı ya da çok politik
bulunan sergi projelerini genelde kurumlara kabul ettiremiyor ya da sponsorlardan
destek alamıyorlar. Reddediliş nedenleri
olarak program yoğunluğu ya da kaynak
eksikliğinin gösterilmesi, bu yaklaşımı bir
ifade özgürlüğü sınırlaması olarak tanımlamakta zorluk çıkarıyor. Kurumların sergi
projesini kabul edip sonradan ortaya çıkan
sonuçtan rahatsız olduğu durumlarda ise
farklı şekillerde sanatçının özerkliğine müdahalede bulunuluyor. Fırat Arapoğlu’nun
Nisan 2012’de Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat
Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığı “Müze
İçinde Bir Müze” isimli sergide yaşananlar aslında bu duruma bir örnek. (5) Müze
kavramını ve dolayısı ile sanat ve sermaye
ilişkisini sorgulayan serginin, hazırlık aşamasındaki bütçe, sergi tasarımı ve kitap
tasarımı gerginlikleri sonrasında, sanatçıların eserlerinin üretiminde de sorunlar
yaşanmış. Anti-pop’un müzeyi olimpik
havuza dönüştürdüğü çalışması müzenin
yerleştirme için geç onay vermesi üzerine
sergi açılışına yetiştirilememiş ve açılış 
sonrası tamamlanmasına izin verilmemiş.
Elif Öner’in http://www.elgizmuseum.com alan
adını alarak, buradan bir penis büyütücü
reklamının sponsorluğunda sanat işini
ürettiğini belirten “Histeri” isimli çalışma
ise, müzenin sanatçının onaylanan projesinin bu olduğuna itiraz etmesi nedeniyle
“Müzeye haber verilmeden, proje küratörü
tarafından Histeri adlı farklı bir projesi
sergiye dâhil edildi” ibaresiyle sergilendi.
Sergi bitiminde ise Müze, Öner’e “marka
hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle dava 
açıp siteye erişimin engellenmesini talep
etti. Şu anda Öner’in hazırladığı sitede
görsel algılanamayacak kadar küçük bir
boyuta getirilmiş durumda ve sergi bilgisi
Proje4L’nin web sitesinde önceki sergilerin
yer aldığı kronoloji kısmına konulmayarak
müzenin belleğinden çıkarılmaya çalışılıyor. Bu olay sanat kurumlarının ne kadar
keyfî hareket edebildiklerinin bir örneği.
Öner’in yaşadığı bu sevimsiz olayı aslında
ilk olarak sanatçı-küratör-müze üçgeninde
incelememiz gerekiyor. Sergi kurgulanırken küratör-sanatçı ilişkisinde iki yol
izlenebiliyor. İlki sanatçıyı var olan bir
eseri ile davet etmek, ikincisi ise sanatçıyı
küratörün sunduğu konsept içerisinde
yeni bir proje yapmak üzere çağırmak. İlki
genellikle problemsiz ilerliyor, diğeri ise
biraz daha çetrefilli olsa da her iki aktör
için daha doyurucu ve yaratıcı bir süreç
oluyor. Bazen yeni eser üretim sürecinde
küratör fazla müdahaleci olabiliyor, hatta
bu durum nadir de olsa sansür bakış
açısından bile okunabilecek bir noktaya
gelebiliyor ama genellikle bunlar kamu ile
paylaşılan bilgiler olmak yerine dedikodu
olarak dışarıyla paylaşılıyor. Sanatçı, küratör tarafından davet edildiği için genellikle kurum ile ilişkisi küratör üzerinden
gerçekleşiyor. Bağımsız küratör – müze
ilişkisinde ise durum çok daha karışık.
Kurumun küratörü davet ettiği koşullarda
onun sunduğu projeye çok doğrudan bir
müdahalede bulunamıyorlar. Kurumlar 
bütçe sıkıntısı, program değişikliği gibi bahaneler ile dolaylı yoldan durumu kontrol
etmeye çalışıyor. Küratörün geri çekilmesini engellemek için sanatçı ve eser
seçimine müdahale etmeye çekiniyorlar.
İlişkilerde karşılıklı bir mutabakat olduğu
varsayılarak ilerleniyor. Küratörün kuruma
başvurduğu projelerde ise, kurum kendisini güvenceye almak için onay vermeden
önce küratörden tüm detayları önceden
vermesini isteyebiliyor. “Müze İçinde 
Bir Müze” sergisinde bu iki durumun bir
karışımı olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de
güncel sanat ortamında genel olarak yazılı
bir sözleşme yapılmadan projeler gerçekleştiriliyor. Söz, esas kabul ediliyor. Bu
durum sanatçı ve küratör açısından kimi
zaman problemler çıkarsa da kimi zaman
özgürleştirici olabiliyor. Sözleşme olmadığı durumda örneğin sanatçılar eserlerini
çekmede özgür olabiliyorlar. Ama son dönemde sanatın gittikçe daha ticarileştiğini
ve sanat kurumlarının güçlerini sanatçılardan aldıklarını unuttuklarını düşünürsek,
kurumlarla ve sponsorlarla yapılan projelerde özellikle ifade özgürlüğü haklarını
koruyan sözleşmelerin yapılması önem
kazanıyor. Bir eserin “müzeye haber verilmeden projeye dâhil edilmiştir ibaresi ile
sergilenmesi” kafa karıştırıcı olduğu kadar
kafa açıcı da. Sergi konseptini düşününce
bu tutum, müze, küratör, sanatçı ilişkilerini ve gerilimlerini deşifre etmesi açısından
önemli. Müzenin bu işi sergiden çıkarmak
istediği ama küratörün baskısı nedeniyle
bunu yapamadığı anlaşılıyor. Müzenin
sanatçı ile ilişkilerini küratör üzerinden
sürdürmesine rağmen sergi sonrasında,
Öner’i dava etmesi aslında trajikomik bir
olay. Proje4L, işin bir sanat eseri olduğunu
kabul ediyor ama marka hakkı ihlalinden
dava açarak web sitesine erişimin engellenmesi istiyor. Müze açıklamasında,
Öner’in kullandığı görsel için “ahlâksız
imge” vurgusu da yapıyor. Elif Öner’in
davası için her ne kadar bir grup sanatçı 
destek için biraraya gelse de süreçte desteğin oldukça kısıtlı kaldığını ve sanatçıyı
yine yalnız bıraktığımızı düşünüyorum.
Tüm bu olaylar sonucunda Arapoğlu’nun
verdiği demeçlerde sorduğu bir soru var
“Bir proje küratörü, projeye dair işlerini
müzeye ‘onaylatmak’ zorunda mıdır?
Her bir iş için bir ‘bilirkişi’ heyetine mi
danışılacaktır?” Bunun cevabını vermek
biraz zor çünkü bugünkü gelinen noktada küratörün özgürlüğünün de koşullara
bağlı olduğu ortada.


Küratörlerin göreceli olarak daha
özgür hareket ettikleri alanın bienaller olduğu söylenebilir. Beral Madra,
Azerbaycan Pavyonu’nda maruz kaldığı sansür üzerine yaptığı açıklamada,
Venedik Bienali’ni bir sanatsal özgürlük
platformu ve limitsiz eleştiri alanı olarak
tanımlıyor. (6) Bu açıklamadan da anlaşıldığı
gibi bienaller ifade özgürlüğü alanı vaat
ediyor olsa da, bu da yine koşullara bağlı.
Küratörler açısından ilk bakışta aslında
oldukça özgür bir alan çünkü küratörler
–ki genelde uluslararası alanda tanınmış
güçlü figürler seçiliyor– bienali yapmak
üzere davet ediliyor ve ilk aşamada kavramsal çerçeveyi kurgulamakta ve sanatçı
seçiminde özgür bırakılıyorlar. Sonrasında
kimi zaman özellikle bütçe ve toplumsal
hassasiyetlerden kaynaklı belirli kısıtlamalar geliyor. Bienaller aslında sanatçıların
kendi ülkelerinde baskıdan dolayı gösteremedikleri çalışmalarını, bağlamından
uzak bir yer olmasının verdiği rahatlık ile
gösterebilecekleri alanlar ama bu durum
biraz da bienalin hangi ülkede gerçekleştiği ile ilişkili. Ülke pavyonu sistemi
olan bienallerde ise temsiliyet problemi
nedeniyle devletlerin kontrolü ve baskısı
baki kalıyor. 2011’deki Venedik Bienali’nde
Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı
Azerbaycan Pavyonu’nda, Azerbaycan
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in emriyle,
ülkenin saygınlığını tartışılır hale getireceği düşüncesiyle, Aydan Salakhova’nın iki eseri önce örtüldü daha sonra da sergiden
kaldırıldı. Madra açıklamasında Venedik
Bienali yönetiminden gerekli desteği
alamadığını ve sansürü engelleyemediğini
söylüyor. 2011’deki Sharjah Bienali’nde ise Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in
“Önemi Yok” olarak isimlendirdiği ve “Miras Alanı” olarak adlandırılan kamusal alana yerleştirdiği çalışması, kamu tarafından
rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek ilk
haftasonunda yani uluslararası ziyaretçiler evlerine döndükten sonra yerinden
kaldırıldı. (7) Ayrıca bu çalışma yüzünden
Bienal Direktörü Jack Persekian, tatildeyken hiçbir açıklama yapılmadan görevinden alındı. Persekian’ın “Benim hatam, o
kadar çok eser ve üretilmesi gereken şey
vardı ki dikkatle bakamamışım” şeklindeki talihsiz açıklaması, aslında Birleşik
Arap Emirliği bünyesinde özgür bir sanat
diyaloğunun çok da mümkün olmadığı
gerçeğini izleyicilere hatırlatmış oldu. Bu
olaya kadar Sharjah Bienali, uluslararası
sanat platformunda önemli bir yer kazanmaya başlamıştı ve Ortadoğu’da öne çıkan
bir sanat platformu olarak görülüyordu.
Persekian’a destek için uluslararası sanat
camiası hızlı bir şekilde harekete geçti.
Bienalin küratörleri Rasha Salti ve Haig
Aivazian, sanatçı ve eser seçiminde tüm
sorumluluğun kendilerine ait olduğunu ve
Persekian’ın kendilerini bu konuda özgür
bıraktığını açıkladılar. Uluslararası çapta
bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat
Vakfı protesto edildi. Bu skandal Sharjah
Bienali’nin sonu mu olacak tartışması
sürerken, Yuko Hasegawa bir sonraki
Bienalin küratörlüğünü kabul ederek,
ifade özgürlüğünü bir yana bırakabileceği
ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün bir gerçeklik olduğu mesajını verdi. (8) Uluslararası sanat profesyonellerinin
Şeyh’in otoritesinin gölgesinde gerçekleşecek Hasegawa’nın bienaline ne kadar
ilgi göstereceği merak konusu olsa da,
bienallerde sansür vakalarına rastlanmaya başladığı için, yaşanan sansasyonun göz
ardı edilebileceği öngörüsünde bulunabiliriz. (9) Örneğin 2011 Singapur Bienali’nde
Simon Fujiwara’nın yerleştirmesi sansüre
uğrayarak sergiden kaldırılırken, 2012’de
Şangay Bienali’nde Yuri Albert, Çin otoritesinin çalışmasına müdahale etmek istediğini açıklayarak Moskova Pavyonu’ndan
çekildi. (10) İstanbul Bienali’nin geçmişinde
de “halkın hassasiyeti” sonucu tartışmalara konu olmuş çalışmalar var. Örneğin 3. Bienal’de Hale Tenger’in bir duvar yerleştirmesi olan “Böyle Tanıdıklarım Var II”
adlı çalışma hakkında gazetede yayınlanan
eleştirel bir yazıdan etkilenen bir kadının
savcılığa telefon ile şikayette bulunması
üzerine Tenger hakkında Türk bayrağına
ve Türk ulusunun sembollerine hakaretten dava açılmış, neyse ki her iki davada düşmüştü (11). 9. İstanbul
Bienali’nin misafirperverlik alanında yer
alan “Serbest Vuruş” sergisinde de benzer
bir olay yaşandı ama burada Bienalin küratörlerinden Vasıf Kortun, “Serbest Vuruş”
isimli bölümün küratörü Halil Altındere’ye
var olan sıkıntılarını aktarıp, tek bir işin
hem kendi sergisini hem de tüm bienali
esir alacağı konusunda uyarınca, tartışma
konusu olan eserin sanatçısı Burak Delier
kendi kendine fotoğrafı indirme kararı
aldı. Kortun bu durumu, “işin kendisinin sergilenmemesi, tartışılabilmesinin
önünü açtı” şeklinde açıklıyor. (12) Bienaller
uluslararası ortamda kendi izleyicisini ve sanatçılarını ve hatta kendi turizmini
üretmiş durumda. Oldukça büyük bütçeli
projeler olması nedeniyle sermayeyle ve
devlet ile göbekten bağlılar. Bu nedenle
toplumsal baskılardan ve otoritelerden
etkileniyorlar ama yine de kimisi kurduğu
yapılar ve uluslararası sanat dünyasından
aldıkları güç ile ilişkilerini sınırlamayı başararak daha özgür bir iletişim platformu
sunabiliyor.


Sermaye ve iktidar ile ilişkilerinde
sınırları koruma yöntemlerinden biri, her ne kadar tek başına işe yaramıyor olsa da
(İstanbul Modern bu duruma bir örnek),
uluslararası bir danışma kurulu sahibi
olmak ya da tek adam yönetimindense kolektif bir karar mekanizması oluşturmak.
Tek kişinin karar verici olduğu durumlarda, gerek kişisel görüşlerin yönlendirici
olması gerekse daha cesaret isteyen kararlarda yalnız olmanın yarattığı güçsüzlük
hissi nedeniyle oto-sansürün işlemesi çok daha olası oluyor. Türkiye’de sanat
kurumları büyük sermaye şirketlerinin
bünyesinde yer alıyor. Şirketin kimliğinin ön planda olduğu kurumlarda çoğu
zaman bu durum, kurumun toplumsal
hassasiyetlere ve kendi marka değerlerine
karşı aşırı temkinli davranmasına sebep
oluyor ve bu durum da eleştirel bir sergiye
kurumun bünyesinde yer verilmesini
imkânsızlaştırıyor. Ya da eleştirel dil kimseyi rahatsız etmeyecek bir seviyede ya da
bir konuda kurgulanıyor. Örneğin Akbank
Sanat, kurumun isminde bankanın isminin
vurgulanması nedeniyle, gerçekleştirdiği
etkinliklerde banka müşterilerinin hassasiyetine karşı duyarlılık göstermek zorunda kalıyor. Aslında ne tür işlerin halkın
hassasiyeti bahanesi ile sansürlendiğine
bakınca, bunun iktidarın hassasiyeti anlamına geldiğini anlıyoruz. Günün sonunda
sermaye sahipleri de iktidar ile sorun
yaşama noktasına gelmek istemiyor.


Daha öncesinde belirli bir sanat politikası yaklaşımı ile öne çıkmayan devlet,
son dönemde ortaya attığı “muhafazakâr
sanat” kavramı ile hegemonyacı bir
yaklaşımla önümüzdeki dönemde sansür vakalarının artacağının sinyalini
verdi. Çeşitli sanat alanlarından insanlar
muhafazakâr sanatın ne anlama geldiğini
tartışırken, Salt’ın direktörü Vasıf Kortun
“içiniz rahat olsun sanatımız mazbuttur”
açıklaması ile oto-sansürün zaten yıllardır
etkin bir şekilde işlediğine işaret etti. (13) Aslında uzun süredir Türkiye’de gazetecilerin tutuklanması, politikacıların otoriter tavrı (Başbakan’ın “ucube” tanımlamasıyla, Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”
isimli heykeli oldukça sembolik bir şekilde
-heykelin kafası kesilerek -yıkıldı) ve
sanatçılara verilen cezalar (Kürt sanatçılara verilen sanat yapmama yasakları)
nedeniyle sanat ortamı daha temkinli
adımlarla ilerlemekte. İçişleri Bakanı’nın
sanatçıları terörün arka bahçesi olarak
betimleyerek açıktan yaptığı bir uyarı da
kontrol mekanizmalarının artacağının bir
işareti. (14) Muhafazakârlık, devlet ideolojisi
ve sermaye baskısı arasında sıkışmış olan
sanatçılar ve küratörler ancak kurumlarının karar mekanizmalarında ve sermaye
ile olan ilişkilerinde şeffaflaşma talebiyle,
yani sanatın hangi koşullarda ve kimin
için üretildiğinin sorgulanmasıyla bir ifade
özgürlüğü alanı yaratma şansı yakalayabilirmiş gibi gözüküyor.


6. Madra, Beral (2011) “Why the censorshipof Azjerbaijan’s Pavilion shames the Venice Biennale”, artinfo.com, 12.07.2011, 
8. Wilson-Goldie, Kaelen (2011) “The endof Sharjah’s Biennial?”, The Daily Star Lebanon, 14.04.2011, 
9. Yi-Sheng, Ng (2012) “Simon Fujiwara: Censored at the SingaporeBiennale 2011”, Fridae, 25.03.2012, 
10. Albert, Yuri (2012) “I am not going toShanghai because of censorship”, Artleaks.org, 5.09.2012, 
11. Başaran, Pelin (2011) “Çağdaş sanattasansür – İktidarın hassasiyetleri”, Bir+Bir,
no. 12, Haziran-Temmuz 2011, 
12. Kortun, Vasıf (2005) “Burak Delier’inSerbest Vuruş sergisindeki işi üzerine”,
2yılda1,
Radikal Gazetesi Bienal Eki, 2005, 
Radikal, 02.04.2012,